REKLAM

13.06.2021

Efendimizin Dünyayı Teşrifleri Sırasında Meydana Gelen Harikulade Hâdiseler

  Efendimizin Dünyayı Teşrifleri Sırasında     Meydana Gelen Harikulade Hâdiseler

Kâinatta en büyük hâdise hiç şüphe yok ki, Kâinatın Efendisi Peygamberimiz Hz Muhammed’in (asm) dünyaya teşrifleri hâdisesidir Çünkü, hilkat ağacının çekirdeği odur Kàdir-i Zülcelâl, onun gelişini takdir etmemiş olsaydı, kâinat da, insan da olmayacaktı Dolayısıyla imtihan dünyasının kapısı da açılmayacaktı "Şu gördüğün büyük âleme büyük bir kitap nazarıyla bakılırsa, Nûr-u Muhammedî (asm) o kitabın kâtibinin kaleminin mürekkebidir Eğer o âlem-i kebir, bir şecere tahayyül edilirse, Nur-u Muhammedî hem çekirdeği, hem semeresi [meyvesi] olur Eğer dünya mücessem bir zîhayat farzedilirse, o nur onun ruhu olur Eğer büyük bir insan tasavvur edilirse, o nur onun aklı olur"1

İşte, "Sen olmasaydın, ey Habîbim, felekleri [kâinatı] yaratmazdım" kudsî hadisi, bu sırra işaret etmektedir

Ayrıca, Efendimizin risâleti diğer peygamberler gibi hususî değil, umumi ve cihânşümûldür Buna binâen elbette dünyaya teşrifleri esnasında birtakım hârikâ hâdiseler vücuda gelecekti Ve bu hâdiseler akıl ve basîret sahiplerini düşünceye sevkedecekti

Nebiyy-i Ekrem Efendimizin dünyaya teşrifleri esnasında belli başlı şu hârikâ hâdiseler meydana geldi:
 
 a) Teşrif ettikleri gece bir yıldız doğdu


Yahudiler arasında birçok âlim vardı Bunlar, kitaplarında Allah Resulünün geleceğini görüp, öğrenmişlerdi Yıldızlardan hüküm çıkarmada da usta sayılırlardı Efendimizin doğumu gecesinde bir yıldız parlamış ve Yahudi âlimler bu yıldızdan Ahir zaman Peygamberinin dünyaya teşrif ettiklerini anlamışlardı

Resûl-i Zîşanın meşhur şâiri Hassan bin Sabit (ra) bu hususu şöyle anlatmıştır:

"Ben sekiz yaşlarında var yoktum Biliyorum, bir sabah vakti, Yahudînin biri ‘Hey Yahudiler!’ diye çığlık atarak koşuyordu Yahudiler, ‘Ne var, ne yırtınıyorsun?’ diyerek adamın başına üşüştüler Yahudi şöyle haykırıyordu:
"‘Haberiniz olsun, Ahmed’in yıldızı bu gece doğdu Ahmed bu gece dünyaya geldi’"1

İbni Sa’d’ın naklettiği konu ile ilgili bir rivayette ise şöyle denilmektedir:

"Mekke’de oturan bir Yahudi vardı Allah Resulünün doğdukları gecenin sabahı Kureyşlilerin karşısına çıktı ve sordu:

"‘Bu gece kabilenizden bir oğlan çocuk doğdu mu?’

"Kureyşliler, ‘Bilmiyoruz’ cevabını verince, adam sözlerine devam etti:

"‘Varın, gidin, soruşturun, arayın; bu ümmetin peygamberi bu gece doğdu Sırtında alâmeti var

"Kureyşliler varıp soruşturdular ve gelip Yahudiye haber verdiler: ‘Bu gece Abdullah’ın bir oğlu dünyaya geldi, sırtında bir nişan var

"Yahudi gidip peygamberlik alâmetini gördü Ve aklını kaybetmişçesine şöyle haykırdı:

"‘Peygamberlik artık İsrâiloğullarından gitti Kureyşlilere öyle bir devlet gelecek ki, haberi doğudan batıya kadar ulaşacaktır’"2

Demek gökkubbe pırıl pırıl yıldız kandilleriyle Resûl-i Kibriya Efendimizin gelişini alkışlıyordu


b) Medâyin’deki Kisrâ Sarayından on dört burç çatırdayarak yıkıldı

Kâinatın Efendisinin doğduğu geceydi… Saatler, doğum anlarını gösteriyordu Derin bir uykuya dalan Medâyin şehri korkunç bir çatırdı ve gürültü sesiyle uyandı Hükümdarla birlikte halk da heyecan içinde yataklarından fırladı Manzara korkunçtu ve telaş verici idi Hükümdar Sarayının o sapa sağlam burçlarından on dördü çatırdayarak yıkılıvermişti

Geceyi korkular içinde geçiren Kisrâ sabaha çıkar çıkmaz memleketinin dinî reislerini derhal bir toplantıya çağırdı Toplantıda, cereyan eden hâdisenin neyin nesi olduğunu görüşeceklerdi

Kisrâ tacını giymiş tahtına oturmuştu Henüz müzakereye başlamamışlardı ki, doludizgin yaklaşan bir atlı, elinde bir mektup getirdi Mektupta, İstahrabat’ta binlerce seneden beri ışıl ışıl yanan ateşlerinin söndüğü haber veriliyordu

Bu haber, Kisrâ’nın korku ve heyecanını daha da arttırdı Bu sırada toplantıda bulunan İran baş kadısı Mûbezan söz alarak gördüğü bir rüyâyı anlattı:

"Gördüm ki yüzlerce kükremiş deve, önlerine şaha kalkmış Arap atları olduğu halde Dicle suyunu geçti ve İran topraklarına yayıldılar"

Kisrâ, doğru sözlü, bilgili ve adaletli Mûbezan’ın bu rüyâsını da mânâlı buldu Sinirleri fazlasıyla gerilmişti Bu muammayı çözmek istiyordu Bilgisine ve irfânına güvendiği Mûbezan’a sordu:

"Peki, bu neye işaret olabilir?"

Baş kadının cevabı kısa ve öz oldu: "Araplar tarafından çok önemli birşeyler olacağına işâret olabilir"

Kisrâ, bunun üzerine derhal Hîre Valisi Numan bin Münzir’e bir mektup yazdı Mektupta, "Bana orada bulunan âlimlerden, suallerime cevap verebilecek kudrette biri varsa gönder!" diyordu

Mektubu alan Numan, işin ciddiyetini anladı ve derhal Abdü’l-Mesîh bin Amr adında bir bilgini Medayin’e gönderdi

Gelen âlimi hükümdar derhal huzura kabul etti Cereyan eden hâdiseleri anlattıktan sonra, kendisinden bu hususta bilgi istedi Abdü’l-Mesih, Kisrâ’ya hâdiseler hakkında bir bilgi veremeyeceğini söyledi ve ilâve etti:

"Şam yakınında Câbiye’de oturan dayım Satîh’de bunlara cevap verecek bilgi vardır"

Bunun üzerine Kisrâ, Abdü’l-Mesîh’i gidip Satîh’ten hâdiseler hakkında bilgi almak üzere vazifelendirdi Meşhur Şam kâhini Satîh kemiksiz, âdetâ âzâsız bir vücud, yüzü göğsü içinde bir acûbe-i hilkat ve çok yaşlı bir kâhindi Dâimâ sırt üstü yatardı Bir yere götürülmek istendiği zaman bohça gibi katlanırdı Gaipten verdiği doğru haberler, o zamanın insanları arasında meşhurdu

Abdü’l-Mesîh, dağ taş demeden yol alarak dayısı Satîh’in yanına vardı O sırada Satîh, hayatının son anlarını yaşıyordu Şiddetli hastalık içinde kıvranıyordu Hastalığın şiddeti dudaklarından konuşma kudretini de alıp götürmüştü ki, gelen adamın ne selâmını alabildi ve ne de konuşabildi Fakat, Abdü’l-Mesîh olup bitenleri anlatınca iş birden değişiverdi Ölüm döşeğinde ecelle pençeleşen Satîh gözlerini birden açtı ve sanki kabir kapısına değil, dünya evinin kapısına yeni ayak basacakmış gibi canlanarak heyecan içinde haykırdı:

"Ey Abdü’l-Mesîh! İlâhi vahyin okunması çoğalacak Asâ’nın sahibi peygamber olarak gönderildi Semâve Vadisini su bastı, Farsların ateşi söndü Artık Şam da Şam değil, Satîh için

"Şunu iyi bil ki, zaman üzerinde hükmü geçerli olan mutlak Hâkim, böyle istedi ve gelen peygamberle nebîlik ipinin iki ucunu düğümledi"

Derin bir nefes çektikten sonra da ilâve etti:

"Sasanîlerden, yıkılan burç sayısınca hükümdar gelecek ve sonra hüküm yerini bulacaktır"1

Bu cümleler, Satîh’in dudaklarından dökülen son sözler oldu Sanki bu gerçeği dile getirmek için bekleyip durmuştu Sözlerini bitirir bitirmez gözlerini kapadı ve ruhunu Yüce Allah’a teslim etti

Meşhur kâhin Satîh, bu sözleriyle açıkça Âhirzaman Peygamberinin dünyaya gelmiş olduğunu haber veriyordu O âna kadar bir benzeri görülmemiş bu hâdise, dünyaya o gece şeref veren zâtın beraberinde getirdiği sönmez nûr ile Mazdeizmin2 karanlık inancı içinde kıvranan İran saltanatını ortadan kaldıracağına işaretti Nitekim, tarih buna şahid oldu ve hâdiseler Satîh’in haber verdiği gibi cereyan etti: İran Devleti, 67 yıl süren on dört hükümdarın idaresinden sonra, Kadisiyye’de Hâtemü’l-Enbiyânın ordusu tarafından İslâm topraklarına katıldı


c) Kâbe’nin içini karanlık ve kirlere boğan putların pek çoğu baş aşağı yıkıldı:

Kureyş müşrikleri, yeryüzünde Allah’ın tek ma’bud oluşunun içinde ve üstünde ilk olarak abideleştiği Kâbe’yi putlarla karanlıklara boğmuşlardı Ne var ki, henüz Tevhid temsilcisi Resûl-i Kibriyânın dünyaya gözlerini açması karşısında bile, çoğu yerlerine kurşun ile perçinlenmiş bu putlar, hâdisenin azametine dayanamayarak yerlere yıkılıverdiler

Bu hâdisenin ifâde ettiği mânâ büyüktü: Dünyaya teşrif eden bu Zât, kendisine verilecek vazife gereği kapkaranlık şirk inancını ortadan kaldıracaktır Gönüllerde pâk, nezih ve saâdet dolu Tevhid inancını bayraklaştıracaktır

Dünya buna şâhid oldu O Resûl-i Zîşan, kısa zamanda Kâbe’yi cansız putlardan temizlediği gibi, gönüllerdeki putları da İslâm îmânı ile yok ediverdi

d) İstahrabat’ta bin seneden beri yanmakta olan Mecûsîlerin kocaman ateş yığınları bir anda sönüverdi

Mecûsiler bu ateş yığınını kendilerine ilâh kabul etmişlerdi Efendimizin dünyaya teşrifleri ile birlikte bu kocaman ateş, sanki okyanusların istilâsına uğramış basit bir ateşmiş gibi sönüverdi
Demek ki, gelen zât, putperestlik gibi, ateşperestliği de bir çırpıda ortadan kaldıracak ve yeryüzünü Tevhid meş’alesiyle aydınlatacaktı
e) Takdis edilen meşhur Sâve (Taberiyye) Gölü bir anda kuruyuverdi

Bu da, gelen zâtın, Allah’ın izni ile olmayan şeylerin takdis edilmesini yasaklayacağının ifâdesi idi
f) Dünyaya teşrifleri ânında, şark ve garbı küçük bir oda gibi aydınlatan bir nur görüldü

Demek ki, dünyaya gelen zâtın tebliğ edeceği din, şark ve garbı bütün ihtişamıyla kucaklayacak, insanlığın beşte birini şefkatli sînesinde terbiye edip okşayacaktı

 g) Semâve Vadisi taşan seller altında kalıp, suya gark oldu

Resûl-i Kibriya Efendimizin dünyaya gözlerini açtıkları geceydi Taşan seller Semâve Vadisi ve Semâve şehrini sular altında bıraktı Şehir halkı, dehşet içinde kalarak, çareyi dağlara ve tepelere sığınmakta buldu Sonra da bir mektup yazarak durumu Kisrâ’ya bildirdiler ve kendisinden yiyecek ve içecek yardımı istediler
h) Gök kubbeden salkım salkım yıldızlar döküldü:
Nebiyy-i Ekrem Efendimizin dünyaya teşrifleri gecesinde hazan yaprağı gibi gök kubbeden yıldızlar döküldü1 Bu hâdise de şuna işâret ediyordu: Bundan böyle şeytan ve cinlerin gökten haber almaları son bulmuştur "Madem Resûl-i Ekrem Aleyhisselâtü Vesselâm vahiy ile dünyaya çıktı, elbette yarım yamalak ve yalanlar ile karışık, kâhinlerin ve gâipten haber verenlerin ve cinlerin ihbarâtına (haberlerine) set çekmek lâzımdır ki, vahye bir şüphe irâs etmesinler ve vahye benzemesin Evet, bi’setten evvel kâhinlik çoktu Kur’ân, nazil olduktan sonra onlara hâtime çekti Hattâ çok kâhinler îmâna geldiler Çünkü, daha cinler tâifesinden olan muhbirlerini bulamadılar"2

O âna kadar görülmemiş bu hâdiselerin Resûl-i Ekremin doğumu sırasında meydana gelmeleri elbette tesadüfî değildi Ezelî kudretin kader kaleminin tayin ve tesbitiyle vücuda geliyorlardı Ve dünyaya Âhirzaman Peygamberi Hazret-i Muhammed’in (asm) zuhurunu haber veriyorlardı

   Şifâ ve Fâtıma Hûtun’un müşâhedeleri


Kâinatın Efendisi dünyaya teşrif buyurdukları sırada, aziz annesinin yanında Abdurrahman bin Avf’ın annesi Şifâ Hâtun ile Osman bin Ebu’l-Âs’ın annesi Fâtıma Hâtun da vardı

Ebelik vazifesinde bulunan Şifâ Hâtun o andaki müşâhedesini şöyle anlatır:

"Allah’ın Resûlü doğdukları zaman ben oradaydım Hemen yetiştim Kulağıma bir ses geldi: ‘Allah’ın rahmeti Onun üzerine olsun’ Maşrık ile mağrib arası nurla doldu Hattâ Rûm diyarının bazı saraylarını gördüm Sonra Allah Resûlünü kucağıma alıp emzirmeye başladım Üzerime öyle bir hâl geldi ki, vücudum titremeye başladı ve gözlerim karardı Yavrucağı gözden kaybettim Bir ses, ‘Nereye gitti?’ diye sordu "Doğuya götürdüler’ diye cevap verildi

"Bu sözler hiç zihnimden çıkmadı: O zamana kadar ki, Allah Resûlü peygamberliğini ilân eder etmez hemen koştum ve ilk Müslümanlarla beraber îmân dâiresine girdim"3

Fâtıma Hâtun ise, hâtırasında o mes’ud gecede doğuma sahne olan evin nurla dolduğunu ve gökteki yıldızların âdetâ üzerlerine salkım salkım dökülecekmiş gibi sarktıklarını anlatmıştır1

Peygamber Efendimizin bir başka hususiyeti, dünyaya sünnetli ve göbeği kesilmiş olarak gelmiş olmasıydı2 Sırtında, iki kürek kemiği arasında, tam kalbinin hizasında Nebîlik mührü "Hâtem-i Nübüvvet" bulunuyordu Üzerleri tüylü, kabarık, kırmızımtırak inci gibi benlerin bir araya gelmesinden meydana gelmiş ve keklik yumurtası büyüklüğündeydi Bu mühür, Resûl-i Ekrem Efendimizin beklenen son peygamber olduğunun bir alâmeti idi

Ashabdan Sâib bin Yezid, Resûl-i Ekrem Efendimizin "Nübüvvet Mührü" ile ilgili olarak şöyle der:

"Çocukluğumda, teyzem beni Nebiyy-i Ekremin (asm) yanına götürüp, ‘Yâ Resûlallah, şu yeğenimin ayağında ıztırabı var’ dedi

"Resûlullah eliyle başımı sığayıp, bana bereket duâ etti Sonra abdest aldı Abdest suyundan içtim Sonra arkasında durdum ve iki omuzu arasında çadırın koca düğmeleri [yahut keklik yumurtası] gibi olan Hatem-i Nübüvveti gördüm"3

Hazret-i Ali de (ra) Resûl-i Ekremi tarif ve tavsif ederken, "İki küreği arası enli, kendisinin peygamberlerin sonuncusu olduğu kürekleri arasındaki Peygamberlik Hâteminden belliydi" der
Abdülmuttalib’e verilen müjde

 Kâinatın Efendisi Peygamberimiz dünyaya geldiği sırada dedesi Abdülmuttalib, Kâbe civarında Kureyş’in ileri gelenlerinden birkaçı ile oturmuş sohbet ediyordu Kendisine haber verildi Son derece sevinen Abdülmuttalib, bir anda kendisini nurtopu torununun yanında buldu Kucakladı, öptü, kokladı Sonra da oğlu Ebu Tâlib’e teslim ederek, "Bu çocuk sana emanetimdir Bu oğlumun şânı, şerefi yüce olacaktır" diye konuştu


Abdülmuttalib, bu mes’ud hâdisenin hatırı için Kâinatın Efendisinin doğumunun yedinci günü develer, davarlar kestirerek Mekke halkına üç öğün ziyafet çekti Ayrıca şehrin her mahallesinde develer kurban ederek insan ve hayvanların istifâdesine bıraktı

Nur çocuğa isim verildi: Muhammed (asm)

Umumi ziyafetten sonra nur topu Efendimize ne ad koyduğunu dedesinden sordular Şu cevabı verdi:

"Muhammed"

"Neden atalarından birinin ismini takmadın da bu ismi verdin?" dediler Cevabı şu oldu:

"Allah’ın ve insanların onu övmelerini istediğim için"

Gerçekten, Kâinatın Efendisi Peygamberimiz Allah’ın, insanların ve meleklerin senâsına eşsiz bir surette mazhar olmuş dünya üzerinde tek şahsiyettir Çünkü, o bu övgüye, bu alâka ve sevgiye ve bu hürmete lâyıktı Bu medhi, bu muhabbeti eşsiz îmânı, ihlâs ve samimiyeti ve en güzel, en üstün ahlâkıyla hak etmişti Bunun içindir ki, onun medih mak----- erişecek hiçbir fânî olmamış ve olamaz

 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder