Arkadaşlar kendim yazıyorum araştırıyorum yani faydalı bilgiler okuyun çok güzel ve okudum kitaplardan alıp yazarak kayıt ediyorum beni etkileyen yazıları sizler le paylaşmak istiyorum
REKLAM
30.11.2016
İMAM-I BİRGİVİ HAZRETLERİNİN HAYATI
İmam-ı Birgivi Hazretleri, 16’ncı asırda yaşamış büyük bir Türk-İslam alimidir. İsmi Muhammed bin Pir Ali’dir. 1522 senesinde Balıkesir’de doğmuştur. Babası müderris Ali Efendi isminde alim ve fazıl bir zattır. İlk tahsilini babasının yanında yaptıktan sonra, İstanbul’a gelerek, önce zamanının tanınmış alimlerinden Ahizade Mehmet Efendi’nin derslerine devam etmiş, bilahare Kazasker Abdurrahman Efendi’ye intisab etmiştir. Tahsilini ikmal ettikten sonra, bazı medreselerde hocalık vazifesinde bulunmuştur.
Bu arada Bayramiye şeyhlerinden Abdurrahman Karamani Hazretlerinden inabe alarak tasavvuf yoluna girmiştir. Hocası kazasker abdurrahman Efendi’nin delaleti ile Edirne’ye Kassam-ı Askeri (varisler arasında terekeyi taksim ve yetimlerin mirasını muhafaza ve idare eden şer-i mahkeme memuru, tereke hakimi) olmuştur.
Kısa bir müddet sonra, memuriyet ve tedris hayatından çekilmek ve kendini tamamen tasavvuf hayatına vermek istemiş, fakat onda din ve şeriat ilimleri sahasında büyük bir kabiliyet ve istidat gören şeyhi, vaaz ve tedristen tamamıyla el çekmesine razı olmamıştır. Rivayet olunur ki, Edirne’deki memuriyetten ayrıldıktan sonra “mahsul-i kısmet”ten (terekenin gelirinden) memuriyetinin meşru ücreti olarak aldığı paraları sahiplerine iade için tekrar oraya dönmüş ve defter mucibince paraları sahiplerine teker teker geri vermiştir.
Padişah ikinci Selim’im hocası Ataullah ile aralarında samimiyet vardı. Ataullah Efendi, şimdi İzmir vilayetine bağlı Ödemiş kazası dahilinde bir nahiye olan Birgi kasabasında büyük bir medrese yaptırmıştı. Bu medresenin müderrisliğini Mehmed Efendi’ye vermiş ve o da ömrünün sonuna kadar burada islami ilimleri yaymıştır. Kendisine Birgivi (bilgili) denmesi bundan dolayıdır.
İmam-ı Birgivi Hayatının son devresinde, din ve devlet idaresinde gördüğü bazı yolsuzluklar hakkında devlet büyüklerine nasihat etmek için İstanbul’a gelmiş ve Sadrazam Mehmed Paşa ile görüşmüştür. Bu görüşmesinde mevki hatırı için şeriata karşı yapılan saygısızlıkları, ortaya çıkan bid’atleri ve türlü yolsuzlukları bir bir anlatarak Sadrazama bunları düzeltmesi için öğüt vermiştir.
İmam-ı Birgivi 1573 senesinde Birgi’de tedris, te’lif, irşad ve vaaz ile meşgulken veba (taun) hastalığından dolayı vefat etmiştir. İmam Birgivi, İslam şeriatının asliyetini muhafaza ederek korunmasını temin maksadıyla her türlü bid’atin şiddetle aleyhinde bulunmuştur. Bu sebepten mütekaddimin ve selef-i salihinin yolunu takip etmiş, dinin ilahi esaslarında yapılmak istenen değişikliklere muarız bulunmuştur.
Şeriatten kıl kadar bile inhiraf edilmesine razı olmayan İmam-ı Birgivi, Kur’an-ı Kerim’in para mukabilinde okunmasının ve okutturulmasının; her hangi bir ibadet için ücret alınmasının aleyhinde olmuştur. Onun bu re’yi, yine zamanın büyük alimlerinden olan Şeyhülislam Ebussud Efendi ile ünlü fakihlerden Bilal-Zade tarafından itiraza uğramıştır. Zira bu hususta Müteahhirin, ücret karşılığı Kur’an-ı Kerim öğretmenin, imamlık, müezzinlik gibi din hizmetlerini görmenin cevazına fetva vermişlerdir.
ESERLERİ
İmam-ı Birgivi’nin en çok okunan eserleri, Vasiyetname, Tarikat-ı Muhammediye isimli ilmihal, ahlak ve vaaz kitaplarıyla; İzhar ve Avamil adlı Arap gramerine dair eserleridir. Bu son iki eser hususi yollarla Arapça öğrenen talebelerin en çok istifade ettikleri kitaplardandır.
Diğer eserleri: Tefsir-i Sure-i Bakara, Ravzatü’l-Cennat, Risaletün fi beyanı Rusumi’l-Mesafihi’l-Osmaniyye, Şerh-i Hadis-i Erbain, Cilaü’l-Kulub, Ma’delü’s-Salat, İkazü’n-Naimin, Metnün ve Şerhun Mine’l Feraiz, Şerhü’l-Maksudü’l-Müsemma Biim’ani’l-Enzar, İnkazü’l-Halikin, Ahval-ü Etfalü’l-Müslimin, Zehru’l-Müteehhilin, Nuru’l-İhya, Ed-Dürru’l-Yetim, Haşiye-i Hidaye, İmtihanü’l-Ezkiya-i Şerhü’l-Lüb Mine’n-Nahv, Kifayetü’l-Mübteda Fi’s-Sarf, Risaletün Fi Usuli’l-Hadis, Talikatün Ala Sadri’ş-Şeria, Emali tarzında Fünun-u Aliyeden bahis risale, Seyf-i Sarim, Risaletün Mine’l Adab, Emsile-i Fazliye’dir
İKTİDARIN BEŞ PARA ETMEZ
|
Lalaleli
Camiini Sultan 3.Mustafa (Padişahlığı 1757-74 yılları arasıdır)
yaptırmıştır. Sultan Mustafa bu camii yaptırırken çevrede Laleli Baba namında
evliya bir zatın yaşadığını öğrendi. İçinde bu zatla görüşmek, söz ve
sohbetinden yararlanmak arzusu doğdu. Cami inşaatını denetlemeye geldiği bir
gün Laleli Baba ile görüşmek istediğini bildirdi. Laleli Baba'ya padişahın
kendisini ziyaret etmek istediği haberi ulaştırıldı, o da buyur etti. Padişah
Laleli Baba'nın sohbetinden gerçekten memnun kaldı. İçinde Laleli Baba ile
daha sık görüşme arzusu uyandı. Ayrılacağı sırada bir soru sordu:
- Efendi hazretleri, bu dünyada en güzel şey nedir acaba? Laleli Baba cevap verdi: - Bu dünyada en değerli şey yiyip içtikten sonra sıkıntısız biçimde def-i hacetini yapabilmektir. Hükümdar bu cevaptan pek hoşnut olmadı. Başından beri hikmetli konuşmalarıyla herkesi etkileyen bir zata bu cevabı pek yakıştıramadı. Hatta bu cevabı biraz kaba bile buldu. Bundan sonra bir şey konuşulmadı, hükümdar maiyetiyle beraber saraya döndü. Padişahın kalben yaptığı bu itiraz Laleli Baba’ya malum oldu, (Yakında görürüz, demek illâ yaşaman lazım) anlamında tebessüm etti. Ziyaretin ertesi günü padişah şiddetli bir kabızlığa yakalandı. Bir türlü kurtulamıyordu. Sarayın bütün ilgilileri ve hekimbaşı seferber oldular, bilinen bütün ilaçları uyguladılar, fayda etmedi. Padişah kıvranıyordu. Nihayet hatasını anladı, bu hâlin Şeyhin sözüne itirazdan dolayı başına geldiğini anladı. Derhal adamları ile şeyhin yanına gitti. Hata ettiğini söyleyip, kendisini affetmesini rica etti. Şeyh, "Karşılık olarak ne vereceksiniz?" dedi. "Senin bölgende yaptırdığım o camii sana hibe edeceğim", "Yetmez" dedi Şeyh. Sultan Mustafa daha bir çok şeyler ekledi, Şeyh, “Bunlar yetmez” diyordu. En sonunda, "Seni affederim, bu halden de kurtulursun ama, karşılığında saltanatı [hükümdarlığı] isterim, yoksa kendin bilirsin" dedi. Padişah kem küm etti ama çaresi yoktu, bir an önce kurtulmak istiyordu, “O da senin olsun" dedi. Şeyh dua etti, sırtını sıvazladı, "Haydi git Allah'ın izniyle kurtulacaksın" dedi. Padişah gerçekten kurtuldu ve çok rahatladı. Fakat saltanat da elden gitmişti. Rahatladı ya, yine daha kötüsü başına gelebilirdi. Saltanatı teslim etmek üzere adamları ile geldi. Laleli Baba sultanın haline bakıp dedi ki: "Bir saltanat ki bir def-i hacete değişiliyor, öylesine ucuz bir saltanat bize lazım değil, al yine senin olsun. Bize sadece caminin adı yeter." |
ENDONEZYA NASIL MÜSLÜMAN OLDU?
Kendi halinde bir tüccardı. Bir gün kumaşları gemiye yükledi. Endonezya’ya gitti, oraya yerleşti. İşini orada devam ettirdi. Kumaşları kaliteliydi. Tam da halkın aradığı cinstendi. Kendisi de kanaat sahibi bir insandı. Kazancı az olsun, temiz olsun düşüncesindeydi. Bir gün geç geldi iş yerine. Eleman iyi bir kâr elde etmişti sattığı mallardan. Merak etti, sordu:
– Hangi kumaştan sattın?
-Şu kumaştan efendim.
-Metresini kaça verdin?
-On akçeye.
-Nasıl olur?” diye hayret etti,
-Beş akçelik kumaşı on akçeye nasıl satarsın? Bize hakkı geçmiş adamcağızın. Görsen tanır mısın onu?
Eleman gitti, müşteriyi buldu, getirdi. Dükkân sahibi müşteriyi karşısında görür görmez, helâllik istedi ve fazla parayı müşteriye uzattı. Müşteri şaşırmıştı. Böyle bir durumla ilk defa karşılaşıyordu.
-Ne demekti hakkını helâl et?
Olay kısa sürede dilden dile dolaştı. Çok geçmeden kralın kulağına kadar vardı. Sonunda kral kumaş tüccarını saraya çağırdı. Kral sordu:
-Sizin yaptığınız bu davranışı daha önce biz ne duyduk, ne de gördük. Bunun aslı nedir?
-Ben, dedi tüccar, bir Müslüman’ım. İslâm dini böyle emreder. Müşterinin bana hakkı geçmişti. Dolayısıyla kazancıma haram girmişti. Ben sadece bir yanlışı düzelttim.
Kral,
-İslâm nedir, Müslümanlık nedir? Gibi peş peşe sorular sordu. Birer birer sorularını cevapladı. Kral ilk defa duyuyordu böyle bir dinin varlığını. Fazla zaman geçirmeden İslâm’ı kabul etti. Daha sonra kısa süre içinde de halk Müslüman oldu.
250 milyonluk nüfusa sahip olan bugünkü Endonezya’nın Müslümanlığı kabul etmesindeki sır sadece beş akçelik kumaştı. Yapılan tek şey vardı sadece: İnandığı gibi yaşamak, sahip olduğu güzellikleri çevresiyle paylaşmaktı. Efendimizin müjdesi herkese açık: “Doğru ve güvenilir tüccar, kıyamet gününde peygamberler, sıddıklar (doğrular) ve şehitlerle beraberdir.” Yani, asıl etkili olan söz dili değil, hal diliydi. Konuşmaktan çok yaşamaktı. Anlatmaktan ziyade davranış dilinin devreye girmesiydi.
BAŞARILI İNSANIN SIRRI
İnsanlar, sahip oldukları kabiliyet ve istidatları, çoğu zaman dikkate almadıkları için, geliştirmeyi de düşünmezler. Fakat uzmanlara göre bu mahâretler, hayatımızdaki başarılarımızın artmasını sağlar. “literatür” isimli tıp dergisi, Temmuz 99 sayısında, başarılı insanların ortak noktalarını değerlendirmiş. İşte başarılı insanların bazı hasletleri:
*Günlük hayatlarında doğru karar verebilen, lüzumsuz detay ve düşüncelerle uğraşmayarak meselelerin özüne inebilen, akl-ı selim sahibi (sayduyulu) kişilerdir.
* Çalıştıkları sâha ile alâkalı en az bir dalda mütehassıstırlar (uzman bilgisine sahiptirler). Bu ihtisâsa sahip olmanın yolunun da, ömür boyu öğrenmekten geçtiğini bilirler.
* Azimli ve çalışkandırlar. Semereli (verimli) çalışma alışkanlığına sahiptirler, planlı ve düzenli çalışırlar.
* Mizah duyguları gelişmiştir. Kendilerine gülerek, kendi hatalarının mes‘ûliyetini üstlenebildiklerini gösterirler. Duygularını açığa vurarak, ictimâî münasebetlerde muhâtaplarına yardımcı olurlar.
* Kendilerini tanıtan şeyin, söylediklerinden çok, yaptıkları olduğunu bilirler. Çevrelerinin itimatlarını kazanarak, bunu kötüye kullanmayacaklarını, her zaman onların fayda ve menfaatlerini kollayıp gözeteceklerini hissettirirler.
* Görünüşleriyle de başarılı olduklarını isbat ederler. Onları her zaman temiz ve düzgün, iş mahalline yakışır kıyâfetler içinde görürüz. Bakımlı olmaları öncelikle kendilerine ve çevrelerine duydukları saygının bir işâretidir.
* Hususi hayatlarına da dikkat ederler. Düzenli bir âile hayatı, onların iş hayatlarında da başarılı olabilmeleri için lüzum eden enerji ve motivasyonu temin eder.
* Üreticidirler. Sıkça unutulsa da hayatın her safhasında üreticiye yer vardır.
* Vücut dilini iyi kullanmanın ehemmiyetini bilirler.
* Tenkit ederken dikkatlidirler; yıkıcı değil, yapıcı olmaya çalışırlar. Bir mesele ile karşı karşıya kalındığında mühim olanın, problemin çözümüne ulaşılması ve bir daha aynı problemle karşılaşmamak için de, îcap eden dersin alınması gerektiğini bilirler.
* Her zaman kazanmaya kararlıdırlar. İşlerini severek yaparlar. Stres altında çalışırken bile kendilerinden kuşku duymazlar.
* Çevrelerindeki insanlarla samimi olarak alâkalanırken, münâsebet kurdukları kişilere karşı saygılı davranmasını bilir ve onların, kendilerini önemli hissetmelerini sağlarlar.
Bilgisayarın zararları ve korunma yolları
: Diğer insanlar ile iletişime geçmeden saatlerde bilgisayar başında duran, saatlerce oyun oynama veya internete girme gibi davanışlar içinde olan asosyal kişilere bilgisayar bağımlısı denir. 1. Bilgisayar bağımlılığının etkileri sonucunda: Uyku düzensizliği, iş yerindeki başarı ve performansın düşmesi, randevulara gecikme, sosyal ilişkilerin zayıflaması, kaygı, tek başına vakit geçirme eğiliminin artması, aile ilişkilerinde bozulma vb. sorunlar tespit edilmiştir. 2. Fiziksel olarak: Disk kayması, Boyun fıtığı, Bel fıtığı, Bilek, diz ve dirsek kireçlenmesi, Omuz ve boyun tutulması, baş, boyun ve sırt ağrıları, yorgunluk, sinirlilik ve göz yorgunluğu görülmektedir. 3. Bilgisayar ekranları genç insanların gözünde perde oluşmasına yol açar; yani, gözün zamanından önce yaşlanmasını sağlar. 4. Bilgisayar ekranı yüz derisinde döküntülere neden olmaktadır. 5. Bilgisayar ekranlarına maruz kalan kişilerde genel olarak bazı kanser türlerine neden olabileceği görülmüştür. 6. Boyun kaslarında tutulma: Belli bir duruşta uzun süre kalmakla boyun kasları kasılır. 7. El Bileği Sendromu: Klavyeyi ve fareyi kullanırken yapılan küçük hareketlerde el bileğinden geçen median sinir sıkışır, yapısı bozulur ve işlevini yapamaz. Elde uyuşukluk ve ağrı, baş parmak hareketlerinde el sıkma gücünde azalma gözlenir 8. Uyku saatleri azalır: Televizyon uyutur, internet kişilerin aktif katkısına ve ilgisine bağlı olduğundan uyanık tutar.
TEKNOLOJİ
TEKNOLOJİ
MESELE KALKMAKTA
"Yarın sabah saat yedi buçukta kalkacağım" dedi genç adam. Sonra ertesi günün programını yaptı.. "Duş.. Kahvaltı.. Evden çıkış.." diye başlayarak.. Önemli bazı ihtiyaçlarını karşılamak üzere alışveriş merkezine gidecekti. Sonra öğle yemeğinde uzun zamandır görmediği bir arkadaşı ile buluşacaktı. Öğleden sonra bir is randevusu vardı.. Saati sabah 7.30'da çalarken "Duş yapmasam da olur" diye düşündü.. "Yarim saat daha kestireyim.." Bir yarim saat daha için kahvaltıdan da vazgeçti.. Alışveriş mi?.. O kadar da önemli değildi canim.. Ertesi güne kalabilirdi. Öğleye kadar uyusa ne kadar iyi olacaktı. O kadar sıcak ve çekici idi ki, yatak.. Öğle yemeğinde arkadaşı ile buluşma mı?.. Bunca zamandır görüşmemişler de ne olmuştu yani.. Birkaç gün sonra yeseler yemeği ne olurdu ki?.. Bir telefon eder, yok canim, yüz yüze konuşmak zor, bir mesaj çeker ertelerdi yemeği.. Oh be.. Artik caninin çektiği kadar uyuyabilirdi.. Uyudu.. Is randevusuna, aç ,alelacele iki fırça ile düzeltilmiş saçlar ve uykudan şişmiş gözlerle girerken, aynaya bakmadığı için, neden basarili olamadığını da anlayamadı.. O gece yatarken gene plan yaptı.. 7.30 kalkış.. Duş.. Kahvaltı.. Gazetelere bakma.. 9.00: Alışveriş merkezine gidiş... 11.30: Arkadaşla buluşma.. 14.00: Is randevusu.. ..Ve sabah 7.30 da saati çaldığında "Canim kahvaltı çekmiyor, duşu da daha dün gece aldım.." diye
mırıldandı, yastığı kafasının üstüne koyup öbür tarafa döndü.
Kim mi anlattığım kişi..
Siz..
İçinizden biri..
Kim bilir kaç kişisiniz orda..
Kaç yüz..Bin..
Basari, yataktan kalkma ile baslar..
Bu kadar basit..
Ama o kadar da zor..
Bir araştırma yapın yakin çevrenizde..
Başarılı olanlar, yataktan kalkmayı bilenlerdir.
Nedir yataktan kalkmayı bilmek..
Karar verdiğin saatte gözünü açtığın anda, fırlayıp yataktan çıkmak..
Bir dakika bile gecikmeden..
Bir dakika bile yatak miskinliği yapmadan..
Uçak kaçacaksa, yaparız bunu..
Ama hayat kaçarken yapmayız..
Kaçan uçağın yenisi vardır oysa..
Ama kaçan hayatin saniyesi geri gelmez..
Yataktan kalkmayı öğrenmek, kendini tanımakla baslar..
Kendinizi iyi tanırsanız, kalkacağınız saati doğru belirler,
güne doğru, yapabileceğiniz, başarabileceğiniz planla
baslarsınız.. Saat 7.30'da yataktan çıkamadığınızı bile
bile her gece "7.30 kalkış" diye yattınız mı, kendi kendinizi
aldatır, daha kötüsü giderek aşağılık kompleksine düşersiniz..
"Ben ne berbat bir insanım. Verdiğim en basit kararları bile
uygulayamıyorum" diye.
Bakin..
Hayali değil, gerçekçi planlar yapın..
Ama kalkın..
Geceden verdiğiniz kararları, ertesi gün uyguladığınız ölçüde
kendinize güveniniz artmaya, kişiliğiniz oturmaya baslar.
Talebelik hayatında düzenli ve programlı yaşamaya başlarsanız bütün
hayatınız düzenli ve programlı olur
Yapamayacağınızı ezbere bildiğiniz planları her gece yatarken
yapmak, sizi yasarken öldürür.
Durmadan plan yapıp ertelemek, hiç plan yapmamaktan çok daha
hızla çürütür insani..
Yataktan kalkacağınız zamana doğru karar verin ve kalkın..
Hayatınızın nasıl hızla olumlu gelişmeye başladığını göreceksiniz..
"Yarın sabah saat yedi buçukta kalkacağım" dedi genç adam. Sonra ertesi günün programını yaptı.. "Duş.. Kahvaltı.. Evden çıkış.." diye başlayarak.. Önemli bazı ihtiyaçlarını karşılamak üzere alışveriş merkezine gidecekti. Sonra öğle yemeğinde uzun zamandır görmediği bir arkadaşı ile buluşacaktı. Öğleden sonra bir is randevusu vardı.. Saati sabah 7.30'da çalarken "Duş yapmasam da olur" diye düşündü.. "Yarim saat daha kestireyim.." Bir yarim saat daha için kahvaltıdan da vazgeçti.. Alışveriş mi?.. O kadar da önemli değildi canim.. Ertesi güne kalabilirdi. Öğleye kadar uyusa ne kadar iyi olacaktı. O kadar sıcak ve çekici idi ki, yatak.. Öğle yemeğinde arkadaşı ile buluşma mı?.. Bunca zamandır görüşmemişler de ne olmuştu yani.. Birkaç gün sonra yeseler yemeği ne olurdu ki?.. Bir telefon eder, yok canim, yüz yüze konuşmak zor, bir mesaj çeker ertelerdi yemeği.. Oh be.. Artik caninin çektiği kadar uyuyabilirdi.. Uyudu.. Is randevusuna, aç ,alelacele iki fırça ile düzeltilmiş saçlar ve uykudan şişmiş gözlerle girerken, aynaya bakmadığı için, neden basarili olamadığını da anlayamadı.. O gece yatarken gene plan yaptı.. 7.30 kalkış.. Duş.. Kahvaltı.. Gazetelere bakma.. 9.00: Alışveriş merkezine gidiş... 11.30: Arkadaşla buluşma.. 14.00: Is randevusu.. ..Ve sabah 7.30 da saati çaldığında "Canim kahvaltı çekmiyor, duşu da daha dün gece aldım.." diye
mırıldandı, yastığı kafasının üstüne koyup öbür tarafa döndü.
Kim mi anlattığım kişi..
Siz..
İçinizden biri..
Kim bilir kaç kişisiniz orda..
Kaç yüz..Bin..
Basari, yataktan kalkma ile baslar..
Bu kadar basit..
Ama o kadar da zor..
Bir araştırma yapın yakin çevrenizde..
Başarılı olanlar, yataktan kalkmayı bilenlerdir.
Nedir yataktan kalkmayı bilmek..
Karar verdiğin saatte gözünü açtığın anda, fırlayıp yataktan çıkmak..
Bir dakika bile gecikmeden..
Bir dakika bile yatak miskinliği yapmadan..
Uçak kaçacaksa, yaparız bunu..
Ama hayat kaçarken yapmayız..
Kaçan uçağın yenisi vardır oysa..
Ama kaçan hayatin saniyesi geri gelmez..
Yataktan kalkmayı öğrenmek, kendini tanımakla baslar..
Kendinizi iyi tanırsanız, kalkacağınız saati doğru belirler,
güne doğru, yapabileceğiniz, başarabileceğiniz planla
baslarsınız.. Saat 7.30'da yataktan çıkamadığınızı bile
bile her gece "7.30 kalkış" diye yattınız mı, kendi kendinizi
aldatır, daha kötüsü giderek aşağılık kompleksine düşersiniz..
"Ben ne berbat bir insanım. Verdiğim en basit kararları bile
uygulayamıyorum" diye.
Bakin..
Hayali değil, gerçekçi planlar yapın..
Ama kalkın..
Geceden verdiğiniz kararları, ertesi gün uyguladığınız ölçüde
kendinize güveniniz artmaya, kişiliğiniz oturmaya baslar.
Talebelik hayatında düzenli ve programlı yaşamaya başlarsanız bütün
hayatınız düzenli ve programlı olur
Yapamayacağınızı ezbere bildiğiniz planları her gece yatarken
yapmak, sizi yasarken öldürür.
Durmadan plan yapıp ertelemek, hiç plan yapmamaktan çok daha
hızla çürütür insani..
Yataktan kalkacağınız zamana doğru karar verin ve kalkın..
Hayatınızın nasıl hızla olumlu gelişmeye başladığını göreceksiniz..
24.11.2016
Yalan Söylemeyen Çocuk
Seyyid
Abdülkadir Geylâni hazretleri küçük yaşta iken, bir arefe günü çift sürmek için
tarlaya gitti. Bir öküzün kuyruğuna tutunup ardından giderek oynuyordu. O anda
bir ses işitti:
''Ey
Abdülkâdir! sen bunun için yaratılmadın ve bunlarla emir olunmadın''!
Bu
ses, Abdülkâdir Geylâni hazretlerini korkuttu. Eve gelince dama çıktı. Hacıları
gördü. Arafat'ta vakfeye durmuşlardı.
-Anneciğim!
bana izin ver de Bağdat'a gidip, ilim öğreneyim. Sâlihleri, evliyâyı ziyaret
edeyim.
Annesi
de dedi ki: -Ey benim gözümün nûru ve gönlümün tâcı evladım, Abdülkâdir'im!
senin ayrılığına dayanamam. Sensiz ben ne yaparım? Bu bakımdan müsâade
edemiyorum.
Abdülkâdir-i
Geylâni Hazretleri, tarlada olan bitenleri anlattı. Annesi ağladı. Kalkıp
babasından miras kalan 80 altını alıp, kırkını kardeşine ayırdı. Kırkını da
bir keseye koydu ve keseyi elbisesinin koltuğuna dikti. Sonra
oğlunun gözlerinin içine bakarak dedi ki:
-Ey
benim gözümün nuru ve gönlümün tacı evlâdım, Abdülkâdir'im! Hak teâlânın rızâsı
için olmasaydı katiyyen bırakmazdım. Huzur ve esenlik içinde sefere çık! Yolun
açık olsun! seninle belki ebedi olarak ayrılıyoruz. Sana son olarak nasihatım
şudur ki:''Eğer beni memnun etmek istiyorsan, hiçbir zaman yalan söyleme ,
doğruluktan asla ayrılma! Allahü teâlâ her zaman ve her yerde doğrularla
beraberdir''.
Abdülkâdir-i
Geylâni hazretleri annesine söz verdi ve ağlayarak elini öptü. Bağdat'a gitmek
üzere bulunan bir kervana rastgeldi ve aralarına katıldı. Hemedan'ı
geçmişlerdi. Bir müddet yol aldılar. Arz-ı Tetrenk denilen mahalle
geldiklerinde kervanda bir bağırıp, çağırma koptu. Önlerine aniden bir sürü
eşkıya çıkıp kervana saldırdılar. Bir anda sandıklar yere yıkıldı. Eşyalar
yağma edilmeye başlandı. Eşkıyalar, kervandakilere birer birer sual edip,
üzerlerinde her ne buldularsa aldılar. Sıra Seyyid Abdülkâdir-i Geylâni
hazretlerine geldi. Eşkıyalardan biri latife olsun diye bunu önüne çekip sordu:
-Fakir çocuk, söyle
bakalım senin neyin var?
-Üzerimde yanlız 40
altınım var.
Eşkıya inanmamıştı.
Bırakıp gitti. İkinci bir harâmi sual edip, o da aynı cevabı alınca vaziyeti
reislerine bildirdiler.
''Bu çocuk 40 altınım
var'' diyor dediler.
Bu defa da reisleri
sordu:
-Senin üzerinde ne var?
-Hırkamda dikili 40
altınım var.
Reisleri adamlarına
dönerek dedi ki:
-Açın
bakın, bakalım! Adamları üstünü aradılar, içinde 40 altın bulunan keseyi bulup
reislerine verdiler.
Eşkıya
reisi hayretle sordu:
-Peki
evlât, sen neden üzerinde altın olduğunu söyledin? Abdülkâdir-i Geylâni
hazretleri dedi ki::
-Ben
evden ayrılırken anneme asla yalan söylemiyeceğime söz vermiştim. 40 altın için
sözümü bozar mıyım?
Bu
sözleri duyup hakikate şahit olan eşkıya başının gözleri yaşardı. Abdülkâdir-i
Geylâni hazretlerinin hakikat dolu gözlerine bakıp onunla kendi yaşını ölçtü.
Kendisinin bu yaşa kadar nice hiyanet ve zulümler işlediğini, birgün Hakka
yönelmediğini acı acı düşündü ve o güne kadar yaptıklarından pişman olup,
ellerini başına vurarak şöyle haykırdı:
-Eyvah!
biz de Allahü teâlâ söz vermiştik.::Bunca zamandır şeytana uyup ahdimizi
bozduk. Fenalık yaptık. Yarın Hak huzurunda acaba bizim halimiz ne olacak?
Sonra arkadaşlarına dönerek dedi ki:
-Ey
arkadaşlarım! Bana bakınız, beni dinleyiniz! Ben, bunca senedir Hak teâlâ karşı
olan ahdimi bozdum. O'na isyan ettim. İçimden gelen bir pişmanlıkla bütün
günahlarıma tövbe ile Rabbimin yoluna iltica ediyorum. Bundan böyle inşaallah,
Hak teâlânın râzı ve hoşnut olmadığı bir şeyi yapmıyacağım. Reislerine pek
ziyade bağlı olan eşkıyalar hep bir ağızdan dediler ki:
-Efendimiz,
reisimiz! Biz de sizden ayrılmayız. Eşkıyalıkta reisimizdin, hidâyette de
reisimiz ol!
Bunun
üzerine kervan ehlinden ne alınmışsa sahiplerine iâde edildi. Bir sürü eşkıya Seyyid
Abdülkâdir-i Geylâni hazretlerinin önünde tövbe etti. Kendisi tekrar yoluna
devam ederek Bağdat'a vardı.
KUREYŞ SÛRESİNİN ESRARI
Eyüp Sabri Paşa Mekke'de olan bir veba salgınını Mir'âtü'l- Haremeyn kitabında Şeyh Ahmed Duhani isimli zattan naklen şöyle anlatıyor:
Bundan evvel Mekke'de gayet dehşetli veba hastalığı olmuştu. Gerek hacılar ve gerek ahali yollarda gidip gelirlerken birdenbire düşüp vefat ederlerdi. Cenazelerin çokluğundan yollarda yürümek, Mescid-i Harâm'a gitmek imkânsız bir hale geldi.
Hastalığın en ziyade dehşet verdiği günlerde beni de korku sardı ve namazlarımı evde kılmaya karar verdim. Fakat ikindi cemaatini feda edemeyip Harem-i Şerife gittim ve namazdan sonra Safâ kapısından çıkıp güçlükle Safâ dağı eteklerine kadar gidebildim. Yolun iki geçesinde birçok kimseler yatıp kalmış ve Müslüman cenazelerinden sa'yetmek imkânı kalmamış idi. Cenazelerin çokluğundan ürküp daha ileri hareket edemedim, cansız bir ceset gibi Safâ'ya dayanıp kaldım. Bir müddet sonra kulağıma şöyle bir ses geldi:
"Sen utanmaz mısın? '.ecelleri geldiği vakit artık bir saat geri de kalamazlar, ileri de gidemezler.' (mealindeki Yunus Sûresinin 49.) âyet-i celîlesine inanmaz mısın? Oldukça âlimsin, epeyce tefsir ve hadis kitapları okudun, îmân ağacı gönül bahçende kök tutup karar kıldı. Li-îlâfi kureyş sûre-i celîlesini okumaya devam edersen hiçbir şeyden korkmazsın. Ve bu sırrı her kime söylersen vehim belâsından onu da kurtarmış olursun. Vah vah ayıptır, hem de günahtır." Sanki o saate kadar cansızmışım da bu ses kulağımdan bana bir üflemiş gibi titreyen vücuduma taze bir hayat geldi, vesveseden hiç eser kalmadı. Sesin ilhâm olduğunu anlayıp Kureyş Sûresini okuyarak evime döndüm, aileme "Li-îlâfi." sûre-i celîlesine devâm etmelerini tenbih eyledim.
Korku ve dehşetin ehl-i beytimden dahi zâil olduğunu görünce artık her kime tesadüf ettim ise emrolunduğum üzere bu sûreyi okumalarını tavsiye ederdim. Elhamdülillâh, bu mübârek sûreye devam edenlerin hiçbirinde vehimden eser kalmadı.
DİNİ MESELE
BAŞARILI OLMANIZ İÇİN ÖNERİLER
- Öğrenmeyi ders anında gerçekleştirin. Dersi derste anlayın ve öğrenin.
- Derslere önceden hazırlanın.
- Planlı çalışın.
- Ders dışı zamanlarda konuları biriktirmeden günü gününe çalışın.
- Derste aktif olun, derse katılın. Olumlu eleştirilerde bulunun. Anlaşılmayan konuları anında sorun. Öğretmeninizden veya iyi bilen arkadaşlarınızdan yardım isteyin.
- İşlenen konuyu o günün akşamı tekrar edin.
- Verilen ödevleri zamanında ve başkalarından yardım almadan yapın.
- Dersle ilgili notları doğru ve tam olarak kaydedin.
- Geçer not almak için değil, tam öğrenmeyi gerçekleştirmek için çalışın.
- Ders çalışırken başka şey düşünmeyin.
- Hep aynı yerde çalışın. Burada mecbur olmadıkça başka bir şey yapmamaya özen gösterin.
- Etütleri iyi değerlendirin.
- Konuyla ilgili fazla örnek yapın.
- Zayıf olduğunuz konuları tespit edin, bu eksikleri giderin.
- Başarma isteği ve morali içinde olun.
- Dinlenme ve uykuyu düzenli bir şekilde yürütün.
- Gece yatağınıza uzandığınız zaman o gün neler yaptığınızı ve yarın ne yapacağınızı kendi kendinize sormadan uyumayın.
- Dersi masa başında çalışın. Koltukta, yatakta uzanarak değil.
- Hepinize başarılar ve muvaffakiyetler dileriz
13.11.2016
MÜNACAÂT
Münacât: Lügatte bir kimsenin kulağına bir şey
söylemek, fısıldamak; Allah’a yalvarmak, yakarmak, niyaz ve dua etmek
manalarına gelmektedir.
· Edebiyatta,
Allah Teâlâ’ya yalvarmak, yakarmak, dua
ve niyaz etmek gayesiyle nazm edilen menzumeler nadiren mensur münacâtlar da
vardır. mensur münacâtlara TAZARRUNAME adı da
verilmiştir. Manzum münacâtlar, İslamiyyetin zuhurundan sonra ortaya çıkmış X-XI. Asırlarda İran edebiyatında ve bilahare
de Türk edebiyatında görülmüşlerdir.
Divan
edebiyatı şairleri divanlarına, tevhid, münacât ve na’atlerle başlarlardı. Bu
durum islamî eserlerde ve bil hassa divanlarda adetâ bir adet haline gelmiş ve
hemen hepsinde münacât yer almıştır.
Şair münacâtlar da diğer manzumelerde de olduğu gibi âyet ve
hadislerden iktibaslar yapmakta ve bazen de bunlara telmihlerde bulunmaktadır.
Ana
mevzu şudur : Allah Teâlâ en büyük güç, kuvvet, kudret ve azamet
sahibidir. Buna mukabil olarak kullar, çaresiz, küçük, fakr-u zaruret içinde ve
son derece âcizdir. Bu durumda kulların her türlü işlerinde Allah’a
yalvarmaları ve dua etmeleri gerekmektedir.
Münacâtlar az olmakla
birlikte dînî Türk mûsikîsinde de bir
form olarak göze çarpmaktadır. Bunlar, manzum münacâtlardan bestelenen
formlardır.
MÜNACÂAT
İlahî cihan-aferin zül-celalim
Şuhud-u rububiyyetinde evalim
Temasil-i erteng-i pür
hikmetindir
Kerim u kerem dide mazlum u
zalim
Huzurunda mahsul-i kalb-ü
lisanım
Hurûşan sirişkim perîşan
mekalim
Ne hacet var izhar-u acz ü niyaza
Bütün iftikârım bütün
ibtihâlim
Muammâ-yı dil bir garip
aferîde
Ne mecnun ne âkil ne cahil ne
âlim
Bilen varsa sensin nasıl
hüshayım ben
Bana verdi
hayret gumuz-i evalim
Nasıl îtimad edeyim mâ sivâya
Ki her bir demimdir demi
intikâlim
Bekâ yoksa dünyada ukbâda
vardır
Benim var mı yoktu demek
ihtimâlim
Eder ruh-ı Naci şu ikrârı
tekrar
Masûnu z-zevalim masunu
z-zevalim
Senin lütf-i belanı gözler
ümidim
Senin kurb-i âlânı gözler
hayalim
Şu halim olur belki gufranı
calip
Olur belki gufranı calip şu
halim.
MUALLİM NACİ
AHLAKİ ÇÖKÜŞÜN ÇÖZÜMÜ : KUR’AN AHLAKI
Adım
Adım Çöküşü Hazırlayanlar
Bazı insanlar dünyayı yaşayabilecekleri tek yer olarak görmektedirler. Bu yanlış ve sapkın inanış ise hayatın gerçek amacından uzaklaşmalarına ve bir süre sonra manevi değerlerini de kaybetmelerine de neden olmaktadır. Hem kendilerinin hem de diğer insanların ölümle birlikte yok olacaklarını zanneden bu kişiler manevi yönden de bir çöküş içine girerler. |
|
Bu tarz çarpık
yaşam felsefelerine sahip insanların oluşturdukları toplumların manevi yönden
büyük bir boşluk içinde olması kaçınılmazdır. Böyle toplumları oluşturan insanlar
dünyada kendileri için mümkün olduğunca fazla çıkar sağlamaya, kendi istek ve
tutkularını tatmin etmeye, kısa bir hayat süresini sorumsuzca geçirmeye
çalışırlar. Ahlaki yönden bir güzellik elde etme konusunda ise çabaları
olmaz. Çünkü bunun kendileri için bir çıkar sağlamayacağını düşünürler. Hatta
aksine yardımsever, şefkatli, merhametli, hoşgörülü, vicdanlı insanları kendi
çarpık bakış açılarıyla "saf" kişiler olarak değerlendirirler.
Onların hayat felsefeleri, kuvvetli olanın zayıf olanı ezmesi, güçlü olanın
hiç kimsenin hakkını gözetmeden insanlara dilediği şekilde zulmetmesi üzerine
kuruludur.
Allah Kuran'da, ahirete ve hesap gününe inanmayan bu insanların günah konusunda da sınır tanımayacaklarına dikkat çekmiştir: "O gün, yalanlayanların vay haline. Ki onlar, din gününü yalanlıyorlar. Oysa onu, 'sınır tanımaz, saldırgan', günahkar olandan başkası yalanlamaz." (Mutaffifin Suresi, 10-12) Dinden uzak yaşayan bu insanlar hayatları boyunca hep daha fazla şey elde etme hırsı içinde olurlar. Ve çevrelerindeki insanlara da bu yönde telkinlerde bulunur, onları da Allah'ın sınırlarını tanımadan yaşamaya teşvik ederler. İçinde yaşadığımız dönemde birçok toplumda din ahlakını tamamen terketmiş ve çevrelerini de böyle karanlık bir yola çekmek isteyen insanlar vardır. Bundan dolayı günahta sınır tanımama, saldırganlık, manevi çöküntü, ahlaki değerlerin yitirilmesi, bir ayette geçen ifadeyle "çirkin hayasızlıkların" yaygınlaşması, fuhuşun, sapkın cinsel ilişkilerin, uyuşturucu bağımlılığının, kumarın, kısacası her türlü ahlaksızlığın teşvik edildiği bir dönemdir. (Harun Yahya, Çözüm Kuran Ahlakı) Ahlaksızlık Telkini Dinsiz veya Allah'a ve ahirete inancı zayıf olan bir insan, Allah'ın haram kıldığı fuhuş, kumar, hırsızlık gibi eylemlerde bulunmaktan, insanların haklarına tecavüz etmekten çekinmez. Çünkü dinsizliğin temelinde, insanların tesadüfler sonucunda oluştukları ve dolayısıyla kendilerini Allah?a ve O?nun emirlerine karşı sorumlu hissetmek zorunda olmadıkları inancı vardır. Ayrıca dinsizliği besleyen evrim teorisine göre ise, insan gelişmiş bir hayvandır ve diğer hayvanlar gibi ihtiyaçlarını karşılamak dışında bir kaygısı olmamalıdır. Nefsani ihtiyaçlarını karşılama konusunda ise kendisine herhangi bir kısıtlama getirmek zorunda değildir; bu durumda hayvanlar gibi davranabilir. Nitekim ünlü materyalistler ve Darwinizm'in savunucuları dinsizliğin ahlaka bakış açısını tüm açıklığı ile dile getirmişlerdir. Darwinizm'in önde gelen çağdaş savunucularından ve Cornell Üniversitesi profesörlerinden William Provine materyalizmin ahlaka bakış açısını şöyle ifade eder: "Modern bilim ortaya koymaktadır ki, dünya tümüyle ve sadece mekanistik prensiplerle işlemektedir. Doğada hiçbir amaç ve prensip yoktur. Rasyonel olarak bulunabilecek tanrılar ve düzenleyici güçler de yoktur? İkincisi, modern bilim ortaya koymaktadır ki, insanoğlu için hiçbir 'daimi ahlaki kanun' ya da 'mutlak yol gösterici prensip' yoktur? Üçüncüsü, şu sonuca varmamız gerekir ki, öldüğümüz zaman ölürüz ve bu bizim mutlak sonumuzdur." (Philip Johnson, Darwin On Trial, 2. b. Illionis: Intervarsity Press, 1993) Bu materyalist bilim adamının da belirttiği gibi, dinsizlikte ahiret inancı yoktur ve insanlar ölümden sonra yok olacaklarına inanırlar. İman etmeyenlerin bu sapkın inanışları Kuran'da da şöyle haber verilmiştir: "O (bütün gerçek), yalnızca bizim (yaşamakta olduğumuz bu) dünya hayatımızdan ibarettir; ölürüz ve yaşarız, biz diriltilecekler değiliz." (Mü'minun Suresi, 37) Öldükten sonra dirileceğine inanmayan insanlarda, sınır tanımayan, her türlü aşırılıkta ve ahlaksızlıkta bir sakınca görmeyen, nefsinin ve tutkularının her emrettiğini yapan, iradesini kullanmak için bir sebep görmeyen, aksine her türlü iradesizliği geçerli sayan bir anlayış gelişir. Bu nedenle, dinsizlik ahlaki bozulmanın en önemli sebebidir. Nitekim Provine'in yukarıdaki sözleri de dinsizliğin bu sınır tanımazlığına, ahlak üzerindeki bozucu etkilerine bir örnek teşkil etmektedir. Bu sözlerde dinsiz bir insanın nasıl çarpık bir düşünce ve ahlak yapısına sahip olduğunu görmek mümkündür. Örneğin 60'lı yıllarda dünya gençliği arasında ortaya çıkan özgürlük anlayışı tamamen bu sınır tanımazlığın ve aşırılığın sonucuydu. Serbest cinsellik, uyuşturucu kullanmak, başıboşluk, asilik gibi her türlü ahlak dışı tavır bu dönemin en önemli özelliği idi. Bugün tüm dünyada bu dönemin yetiştirdiği insanlar ya ülkeleri yönetmekte, ya da okullarda öğretmenlik yapmaktalar. Ayrıca günümüzün genç neslini yetiştirmiş olan anne babalar da yine aynı dönemin insanlarıdır. Bugün tüm dünyada ahlaki dejenerasyonun tarihte görülmediği kadar ilerlemiş olmasının bir sebebi de din ahlakından uzak yetişmiş bir kuşağın, giderek daha da dejenere olarak yetiştirdiği bir neslin mevcut olmasıdır. Allah bir ayette babaları din ahlakını bilmedikleri için kendileri de "gafil" kalan topluluğu şu şekilde bildirmektedir: "Babaları uyarılmamış, böylece kendileri de gafil kalmış bir kavmi uyarman için (gönderildin)." (Yasin Suresi, 6) Bu ayette de dikkat çekildiği gibi, bu gibi insanların yetiştirdikleri nesiller de kendileri gibi din ahlakından uzak ve "kötülükte sınırı aşan", yani ahlaki değerlerden yoksun insanlar olmaktadır. |
|
Şeytanın Ahlaksızlık Telkini Dinsizliğin ahlaksızlığı getirdiği kesin bir gerçektir. Ancak dinsiz olduğu halde ahlaksız olmadığını, yukarıda sayılan ahlaksızlıkların hiçbirini yapmadığını düşünen insanlar da olabilir. Gerçekten dinsiz bir insan da hayatı boyunca kesinlikle rüşvet almamış olabilir ve almamak konusunda kesin kararlı da olabilir. Ancak bu onun güzel ahlak sahibi olduğunu göstermez. Herşeyden önce Allah'tan korkup sakındığı için güzel ahlak gösteren bir insan her konuda bu ahlakını devam ettirir. Buna karşın hayatı boyunca asla rüşvet almadığını söyleyen dinden uzak bir insan çıkarları için kolaylıkla yalan söyleyebilmektedir. Veya oğlunun hastane masrafları için paraya ihtiyacı olduğunda gözünü kırpmadan rüşvet alabilmekte, yani şartlar değiştiğinde "mecbur kaldığını" söyleyerek, hiç yapmayı düşünmediği bir şeyi yapabilmektedir. Örneğin bir insanı öldürmeyi asla düşünemeyen din ahlakını yaşamayan bir insan, bir gün aşırı sinirlendiğinde kendini tutamayarak cinayet işleyebilmektedir. Oysa güzel ahlak sabır ve irade gerektirir. Şartlar ne olursa olsun güzel ahlaktan taviz vermemek gerekir. Bu iradeyi ve sabrı gösterebilmek içinse insanın önemli bir amacının olması şarttır. Müminler Allah'ın rızasını, rahmetini ve cennetini kazanmayı amaç edindikleri için karşılarına çıkan her türlü şartlarda güzel bir ahlak gösterirler. Ama dinsiz ve amaçsız bir insanın böyle bir irade ve sabır göstermesi için bir neden yoktur. Örneğin fuhuş yolu ile para kazananlar bunu aç kalmamak için yaptıklarını söylerler. Oysa Allah'a ve ahiret gününe iman ediyor olsalar, böyle bir hayasızlığa asla yeltenmezler. Ahirette hesabını veremeyeceklerini bildikleri için büyük bir korku ile sakınırlar. Allah'ın Kuran'da, "Şeytan, sizi fakirlikle korkutuyor ve size çirkin -hayasızlığı emrediyor. Allah ise, size kendisinden bağışlama ve bol ihsan (fazl) vadediyor. Allah (rahmetiyle) geniş olandır, bilendir." (Bakara Suresi, 268) ayetinde bildirdiği gibi, insanların büyük bir kısmı fakirlik korkusuyla türlü ahlaksızlığa başvurabilmektedir. Halbuki Allah'ın rahmetini uman kişi bunları aklından dahi geçirmez. Toplum İçinde Ahlaksızlığın Özendirilmesi Günümüzde gençler ,dünyanın hızla değişiminin ve sözde gelişiminin bir getirisi olarak insanlara sunulan ?modernlik?,?çağdaş olma?, ?cesurluk? ve ?özgürlük? kılıfları kullanılarak, ahlaksızlığa özendirilmektedir. Sadece birkaç on yıl öncesine kadar insanların konuşmaya dahi çekindikleri konular, bugün toplumda meşru olarak kabul edilmektedir. En yaygın iletişim araçları olan televizyonlarda, gazete ve dergilerde her türlü ahlaksızlık sergilenmekte, yolsuzluk yapanlar, homoseksüeller, fuhuşla geçimini sağlayanlar, kumarbazlar, düzgün konuşmaktan aciz, cahil kişiler ?özenilecek kişiler?miş gibi lanse edilmekte ve yaşadıkları hayat çok cazipmiş gibi anlatılmaktadır. Yapılan bu ahlaksızlıkların ?cesurluk?, ?medeniyet? ve ?modernlik? sıfatıyla topluma sunulması ise durumu daha da tehlikeli bir hale sokmaktadır. Örneğin son yıllarda dünya genelinde erkeklerin kadınsı bir üslupla konuşup, kadınsı giyinmeleri bu telkinin bir sonucudur. Toplumların önemli bir kesiminin kendilerini küçük düşüren bu tavra özenmeleri de elbette ki akılsızlıklarının bir göstergesidir. Veya evlilik dışı ilişkiler ve uyuşturucu kullanmak da dünyaca ünlü, "medyatik" kişiler tarafından özendirilmektedir. Cahil olan insanlar ise bu kişileri kendilerine örnek alıp, onların giyimlerinden mimiklerine, hayat felsefelerinden konuşma üsluplarına kadar herşeylerini taklit etmektedirler. Halbuki özendikleri kişilerin büyük bir bölümü ruhsal çöküntü içinde yaşayan, cahil, çevresindeki insanlar tarafından sürekli aşağılanan insanlardır. Ancak birçok insan bunları göremeyecek kadar akıldan yoksundur. Ayette şöyle buyrulmaktadır: "Size verilen herşey, yalnızca dünya hayatının metaı ve süsüdür. Allah Katında olan ise, daha hayırlı ve daha süreklidir. Yine de, akıllanmayacak mısınız?" (Kasas Suresi, 60) Oysa toplum, Allah'tan korkup sakınan, düşünen, akıl sahibi, vicdanlı, kültürlü, dürüst ve aydın kimselere özendirilse, ahlaksızlıklar yerilerek küçük düşürülseler, hiç kimse ahlaksızlık yarışına giremeyecektir. Genç insanların zihinleri boş konular yerine hem kendilerini geliştirecek hem de çevrelerine fayda vermelerini sağlayacak konularla meşgul olsa, şüphesiz bu insanlar çok daha bilinçli bireyler olacaklardır. Böyle kişilerin de her zaman için çevrelerindeki insanlara, içinde yaşadıkları topluma ve hatta tüm dünyaya fayda getirecekleri açıktır. Öncelikle bu insanlar her zaman doğru olanı araştıran, fikri saplantılardan uzak kişiler olacaklardır. Çevrelerinde gördükleri olayları dinsizliğin getirdiği önyargılarla değil, açık zihinle değerlendirecek, dünyada bulunuş amaçlarını fark edebileceklerdir. Ve kendilerini Allah'ın yarattığını ve O'na karşı sorumlu olduklarını bildikleri için, güzel ahlakı yaşayabileceklerdir. Kuran'a uydukları için de kendilerine yalancı, sahtekar, ahlaksız insanları değil, samimi, güzel ahlaklı, akıllı, bilinçli insanları örnek alacaklardır. Toplumda güzel ahlaklı kimselerin ön plana çıkartılmaları, güzel ahlakın övülerek kötü ahlakın yerilmesi, insanların ahlaksızlığa özenmelerini tamamen ortadan kaldıracaktır.
HAZIRLAYAN: MEHMET EMİN LAYIK
|
OSMANLI DEVLETİNİN İLK BORÇLANMALARI ÜZERİNE BİR TETKİK MÜNASEBETİYLE
18.yy’dan itibaren uzun
süren savaşlar neticesinde siyasi yönden zayıflamaya başlayan Osmanlı Devleti,
mali yönden de zayıflamaya başlamıştı. Halktan alınan şer’i ve örfi vergiler
yeterli olmayınca savaş zamanında halka yeni vergiler ihdas edilmiş ve zamanla
bu vergiler sürekli bir hal almıştı. Yeniçerilere ulufe dağıtabilmek için
maliye bazen, sarayın ve diğer devlet erkanının altın ve gümüş gibi madenlerden
eşyalarını eritip sikke darb ettiriyordu. Bazı eyalet sancakların başında
bulunan beylerbeyi ve sancak beyleri topladıkları vergilerin ancak cüz’i bir
kısmını İstanbul’a gönderiyorlardı.
III. Selim’in devletin
gelir kaynaklarını iltizamdan kurtarmak, harp hazinesi ihdas etmek gibi mali
fikirleri fiiliyata geçemedi.
Devlet hazinesinin köklü
mali tedbirlerle ıslah olunması gerektiği halde işleri daha da zorlaştıran ve
içinden çıkılmaz bir duruma düşüren günlük tedbirlere tevessül eden bir
zihniyet maliyenin başında bulunuyordu. Hazine hemen hemen boş olduğu için
devlet masraflarını karşılamanın yollarını aramaya başladı. İlk olarak hükümet
borçlarını uzun vadeli senetlerle ödemeye başladı. Ayrıca darphanede basılan
sikkelerin ayarı düşürülüyordu. Masrafları karşılamanın bir diğer yanı da kağıt
para ihraç etmekti. Bu tedbirler yetersiz kaldığı zaman ise ekseriyetini
Rumların oluşturduğu Yahudi Ermeni ve İtalyanlardan da oluşan Galata Bankerleri
diye bilinen bankerlere müracaat edilerek yüksek faizli nakit para girişi
sağlanmaktaydı.
Tanzimat Fermanı’nın ilanıyla
birlikte vergide eşitlik, para basımının kontrol edilmesi ve denk bütçe
oluşturulması gibi mali ıslahatlar yapılmış ama bunlar da akim kalmıştır. En
haşmetli dönemlerinde olduğu gibi duraklama ve gerileme dönemlerinde de Osmanlı
Devleti kendisini Avrupalı devletlerden üstün tutmuştur. Herhangi bir sebepten
dolayı bu devletlerden yardım talebinde bulunulması devletin itibarını
zedeleyecektir. Bunun için çok uzun yıllar Avrupa’dan dış borç alınmamıştır.
Sultan I. Abdülhamit, II. Selim ve III. Mahmut dönemlerinde zaman zaman borç
alma teşebbüslerinde bulunulduysa da bu teşebbüsler neticesiz kalmıştır.
Ancak Kırım Savaşı’nın kapıya
dayanması bu savaş için yapılacak harcamaların artması ve diğer iç ve dış
harcamalar için daha fazla dayanılamamış ve 1854 yılında ilk defa Osmanlı ile
İngiliz-Fransız ortaklığı ile dış borçlanma başlamıştır. Bu ilk borçtan sonra
korkunç derecede bir hızla borç alınmaya devam edilmiş ve ilk borçtan sadece 21
sene sonra hükümet 1875 yılında Muharrem Kararnamesi’yle borçların faizlerini
dahi ödeyemeyeceğini ve iflas ettiğini açıklamıştır.
Bunu fırsat bilen Avrupalı
devletler borçlarını tahsil etmek için
iptidası “Rüsum-i Sitte idaresi olan ve daha sonra Düyun-ı Umumiye idaresi
adını alan teşkilatı kurmuşlardır. Bu teşkilât kısa zamanda Osmanlı Devletinin
bütün gelirlerini ve vergilerini kontrol altına almış hatta devlet memurlarının
maaşlarını bu teşkilât ödemeye başlamıştır. Zamanla birer birer Osmanlıdan
kopan ve bağımsızlıklarını kazanan devletler arasında paylaştırılan bu borçlar (Lozan
Anlaşmasında paylaştırılmıştır). 1954 yılına kadar peyder pey ödenmiştir.
Osmanlı İmparatorluğu,
borçlanma yoluyla elde ettiği paraları iki şekilde harcamıştır. Bunlardan ilki;
devlet bu paraları mutat masraflarında yani bütçe açığını kapatmakta
kullanmıştır ki en çok bunun için borç almıştır. Diğer bir şekil ise sanayi,
ticaret ve ziraat gibi ileriye dönük yatırımlardır. Bu ikinci kısım için çok
fazla harcama yapılmamıştır. Bu yöndeki en önemli yatırımları Rumeli
demiryolları projesi ve çoğumuzun farkında bile olmadığı ancak yurdumuzun hemen
sahil tarafındaki karşısında bulunan ve şimdi askeri fabrika olan Zeytinburnu
silah ve makine fabrikasıdır.
* Bu Makale, 09-06-2003 Tarihinde Prof. Dr. Ali İhsan
Gencer’e Sunduğum Ve Onun Tarafından Kabul Edilen “Tanzimat Döneminde İlk
İstikrazlar” Adlı Mezuniyet Tezinin Bir Hulasası Mahiyeti Taşımaktadır.
ORHAN BEY
Orhan
Gazinin, beyliğin toprak genişliğini altı kat arttırarak 95 bin kilometrekareye
çıkardığını, devletin nüfusunu 3 binden 3 milyona vardırdığını, 0n bin kişilik
bir ordu beslediğini ve bu ordunun sefer anında 100 bine ulaştığını, ilim
adamlarıyla el ele vererek devleti imar ettiğini, hristiyan halkın,
idarecilerin zulmünden bıkarak Orhan Gazi’nin adaletine sığındıklarını, küçük
bir beylikten koca devletin temelinin
nasıl atıldığını biliyor muydunuz?
Osmanlı Padişahlarının ikincisi olan Orhan Bey 1326-1360 yılları
arasında saltanat sürmüştür.
Sultan Osman Gazi'nin oğlu olup, dedesi Ertuğrul Gazi'nin vefat
ettiği 1281 senesinde Söğüt'te doğdu. Küçük yaştan itibaren tam bir disiplin ve
intizam ile istikbalin beyi olacak şekilde yetiştirildi. Şeyh Edebali ve Dursun
Fakih gibi alimlerden ilim öğrenip, feyz aldı. Gençliğinden itibaren Bizans
tekfurlarıyla olan gazalara katıldı. Kumandanlık ve devlet idaresi konularında
bilgi ve tecrübe kazandı. Babasının yaşlılığı dolayısıyla 1324'ten itibaren
devlet idaresinin başına geçti. Osman Gazi, onu Bursa'nın fethiyle
görevlendirdi.
Orhan Bey'in 1326'da Bursa'yı fethi sırasında Osman Gazi vefat etti. Babasının naşını Bursa'da Gümüşlü Kümbet'e naklettikten sonra Osmanlı Devleti'nin ikinci sultanı olarak tahta geçti ve devlet merkezini Yenişehir'den Bursa'ya nakletti.
Orhan Bey'in 1326'da Bursa'yı fethi sırasında Osman Gazi vefat etti. Babasının naşını Bursa'da Gümüşlü Kümbet'e naklettikten sonra Osmanlı Devleti'nin ikinci sultanı olarak tahta geçti ve devlet merkezini Yenişehir'den Bursa'ya nakletti.
Bundan sonra fetih ve gaza hareketlerine hız veren Orhan Gazi,
1329'da Bizans kuvvetlerini Pelakanon'da ağır bir yenilgiye uğrattıktan sonra
1330'da İznik'i aldı. Devletin geçici merkezi haline getirilen İznik şehri imar
edilerek, İslamî eserlerle süslendi. Orhan Gazi, İznik'in en büyük kilisesini
camiye çevirerek burada Cuma namazı kıldı.
Fetih
hareketlerine devam eden Orhan Gazi, 1331'de Taraklı, Mudurnu ve Göynük
kasabalarını, 1333'de Gemlik, 1336'da Kirmastı, Mihaliç ve Ulubat kasabalarını
zaptetti. 1337'de İzmit'in fethi ile Kocaeli yarımadasının tamamı Osmanlıların
eline geçti.
1353'te Bizans'taki iç karışıklıklardan faydalanan Orhan Gazi,
Gelibolu'da Çimbe kalesine sahip oldu. Bu, Osmanlıların Rumeli'ye geçerek
bölgeyi tanımaları ve gelecekteki fetihleri bakımından önemli rol oynadı.
Nitekim oğlu Süleyman Paşa'yı Rumeli'deki kuvvetlerin başına tayin eden Orhan
Gazi, Bolayır'dan Tekirdağ'a kadar olan bölgeyi fethettirdi.
Diğer taraftan Anadolu'da da birliği sağlama çalışmalarına hız veren
Orhan Gazi; Karesioğullarından 1345'te Balıkesir'i, 1350'de ise Bergama ve
Edremit'i, Eretna beyliğinden de 1354'te Ankara'yı aldı.
Orhan
Gazi, büyük oğlu Süleyman Paşa'nın 1359'da bir av sırasında attan düşerek vefat
etmesi üzerine üzüntüsünden hastalandı ve 1360 yılında vefat etti. Bursa'daki
Gümüşlü Kümbet'e defnedildi. Yerine oğlu I. Murat geçti.
Şahsiyeti nesillere örnek mahiyette olan Orhan Gazi, halim-selim olup, son derece merhametliydi. Kolay kızmaz, kızınca da belli etmezdi. Askerlerini ve tebeasını kendisinden fazla korurdu. Çok adildi. "Adaletin en kötüsü geç tecelli edenidir. Sonunda hüküm isabetli olsa geciken adalet zulümdür." buyururdu. Orhan Gazi'nin İslam ahlakına hayran olup, adaletine gıpta eden hıristiyanlar kendi soyundan ve dininden hanedanların yerine, Osmanlı idaresini tercih ederlerdi.
Şahsiyeti nesillere örnek mahiyette olan Orhan Gazi, halim-selim olup, son derece merhametliydi. Kolay kızmaz, kızınca da belli etmezdi. Askerlerini ve tebeasını kendisinden fazla korurdu. Çok adildi. "Adaletin en kötüsü geç tecelli edenidir. Sonunda hüküm isabetli olsa geciken adalet zulümdür." buyururdu. Orhan Gazi'nin İslam ahlakına hayran olup, adaletine gıpta eden hıristiyanlar kendi soyundan ve dininden hanedanların yerine, Osmanlı idaresini tercih ederlerdi.
Orhan Gazi devrinde fethedilen beldeler ilmî, mimarî ve sosyal
tesislerle süslendi. İznik fethedilince, manastırını medreseye çevirterek ilk
Osmanlı medresesini kurdu. Yine İznik'te yaptırdığı imaretin açılışında kendi
eliyle fakirlere ve gazilere aş dağıttı. Ahalisinden müslim ve gayr-i müslim
hiç kimsenin aç kalmamasına gayret etti.
Cihattan vazgeçmez ve emri altındakileri devamlı Allahü tealanın
dinini yaymaya teşvik ederdi. Oğlu Murat Gazi'ye "Oğul! Cennet mekan babam
Osman Gazi Han bir avuç toprağı beylik yaptı. Biz Allah'ın izniyle beyliği
sultanlığa çevirdik. Sen daha da büyüğünü yapacaksın! Osmanlı'ya iki kıta
üzerine hükmetmek yetmez. Zira İ'la-yı kelimetullah (Allahü tealanın ismi
şerifini yüceltmek, İslamiyet'i yaymak) azmi iki kıtaya sığmayacak yüce bir
azimdir." diyerek son vasiyetini yapmıştır.
12.11.2016
FIKRA TARİHİ
Öküz
lakabıyla meşhur Sadrazam Mehmet Paşa
bir doğu seferinde serdar iken, çadırına emrindeki kumandanları toplamış harp
durumunu konuşuyorlardı. Son derece
normal hallerden,sadrazam otağının girişinde bulunan araba öküzlerinden biri
kazığından boşanmış ve her nasılsa çadırın kapısından başını uzatarak acı acı böğürmüştü. Kumandanlar sadrazamın lakabını
hatırlayarak bıyık altından gülmeye başlayınca Öküz Mehmet Paşa:
--“Evet
banageldi ve bana seslendi. Fakat ne dedi biliyor musunuz?”diye kumandanlara
sordu. Kumandanlar hayretle:
--“ne
sordu efendim” derler.
Paşa:
-“seni
tanıdım ; bendensin ama,bu eşeklerin içinde işin ne ? diye sordu” der
İBRAHİM HAKKI’NIN SAĞLIK İLE İLGİLİ ÖĞÜTLERİH
· Yazın
güneşten sakınmak,
· Gölgeli
yerlerde gezmek ve oturmak,
· Safra
maddesini mahveden soğuk yiyecek ve içeceklere alışmamak,
· Isıtılıp
kurutulan yemeklerden sakınmak,
· Salatalık,
kavun gibi sulu meyveleri bol yemek,
· Beyaz ve
ketenden yapılmış elbiseler giymek,
· Sabahın
soğuğundan, öğle vaktinin sıcağından çekinmek,
· Kışın
yünlü elbise giyip yağlı yemekler yemenin vücut için faydası vardır.
Vücudun
her organını özelliğine göre işletmek faydalıdır, mesela; eller, eşyayı
kaldırıp indirmekle, ciğerler bol ve temiz hava almakla, gırtlak güzel şeyler
söylemekle, kulak hoş sesleri dinlemekle, göz meşru ve güzel şeyleri
seyretmekle, ayak yürümekle, hafıza okuma ve ezberleme ile kuvvet kazanır ve
gelişir.
Ata
binmek bütün vücudu harekete geçirdiği için faydalıdır. Vücudu işleten yarışlar
çok faydalıdır.
Gemiye binmek, deniz seyahati yapmak, kan, safra gibi sıvıların akımını
kolaylaştırdığı ve çoğalttığı, mideye de tesirli olduğu için faydalıdır.
İnsan sağlığını korumak için
yemekten iki üç saat sonra yatmalı,
Yoğurt insanını uykusunu arttırır.
Kabuslu rüyaları önlemek için ağır
yemeklerden ve tıka basa yemekten kaçınmalı.
Sıhhati korumak için buğday
ekmeği, hafif tatlılar, tavuk ve kırmızı et yemeli, küçük lokmalar almalı ve
fazla çiğnemeli.
Meyvelerden incir, üzüm ve bunlara
benzer sulu meyveler yemeli, kuru meyvelere iltifat etmemeli.
İştahı yokken kesinlikle yemek
yememeli, iştaha gelince de hemen yemeli, geciktirmemeli. İştahı varken de tam
doymadan yemekten kalkmalı.
Hazım olmamış yemekler üzerine
kesinlikle yemek yememeli, biri hazım olurken diğerini üzerine atmamalı.
Çok çeşitli yemek yememeli. Çünkü
hazım müddetleri farklıdır.
Günde iki defa yemek vücuda sıhhat, ruha hafiflik
verir. Çünkü bir çok hastalıklar çok yemekten ileri gelir.
Suyu, yemekten önce içmek iyi
değildir. suyu yemek esnasında ve yemekten iki üç saat kadar sonra içmek
faydalıdır.
Yemek arasında su içmek
hastalıkları önler. Sabah mide boşken, terli iken, meyve yedikten sonra su
içmek zararlıdır.
İBRAHİM HAKKI ERZURUM
Büyük bir Allah âşığı,
sosyolog, psikolog, astronom, sağlıkçı, fen adamı ve şair olan İbrahim hakkı 18
mayıs 1703 tarihinde Erzurum’un Hasankale ilçesinde dünyaya geldi. Babası
derviş Osman annesi ise Hz. Peygamberin soyundan gelen Mahmut kızı Şerife
Hanife hatundur.
9 yaşındayken Tillo’ya gitti. Şeyh İsmail
Fakirullah’dan dersler almaya başladı. Babasının vefatından sonra(1719)
Erzurum’a geldi. Erzurum müftüsü Hazik Muhammed’den Arapça ve Farsça öğrendi.
Bir müddet sonra tekrar Tillo’ya döndü. Şeyhinin büyük oğlunun kızıyla evlendi.
15 yıl orada kaldı, 1750’de Hicaz’a 1766’da İstanbul’a gitti. 1. Mahmut’’un
davetiyle saraya girdi, ikinci ve üçüncü defa hacca gitti.(1764-1768).
Arabistan’ı Mısır’ı gezdi. Nihayet 1780'de Tillo’da vefat etti. Ve vasiyeti
üzere mürşidi olan Şeyh İsmail Fakirullah’ın ayak ucuna gömüldü.
İbrahim Hakkı 40’tan fazla eser bırakmıştır. Eserleri
içinde 1754’de tamamladığı “ilahiname” adındaki divanı en meşhurlarındandır.
Ondan daha meşhuru ise “Marifetname”dir.
Meşhur Eser “Marifetname”: Marifetname eskiyle yeniyi birleştiren eski bir
ansiklopedi mahiyetindedir. Marifetullah (Allah’ı tanıma)’dan, gökyüzünden,
yıldızlardan, aydan, güneşten, dünyadan, ay ve yıldızların hareketlerinden ay
ve güneş tutulmalarından dini emir, inanç gelenek ve göreneklerden
Nakşibendilik tarikatının esaslarından bahseder.
Eskiyle yeniyi birleştiren Marifetname, 1 fihrist ve
mukaddime, 3 fen ve 1 hatimeden meydana gelmektedir. Her konuda kendi arasında
bölümlere ayrılmaktadır.
İbrahim
Hakkı, önsöze başlamadan önce alemi kebir dediği kainatı ve onun sırlarını
belirtmektedir. Marifetname’sine şu cümlelerle girmektedir:
“Allah
bütün cihanı insan için ve insanı da kendi ulu varlığının bilinmesi için
yaratmıştır. İnsanın bilinmesi, nefsimizin bilinmesine bağlıdır. Nefsimizi
bilmek beden yapımızı bilmeye bağlıdır. O da alemi bilmeye, bu da ilimleri
bilmeye bağlıdır.”
Bu
bölümde İbrahim Hakkı alem-i ekber’den alemi asgar dediği insanı ele alırken,
marifetullah’a kapılar açmaktadır.
Marifetname’de Anatomi:
Marifatname’de anatomi ve fizyolojiye de geniş ölçüde yer verilmiştir.
İbrahim
Hakkı anatomiyi “bedenlerin yapılışını bildiren ilim” diye tarif eder.
Günümüzde bu tarif değerini korumakla birlikte sadece biraz genişletilmiştir.
İbrahim hakkı aynı yerde imam-ı şafiinin anatomiyi diğer ilimlerden daha üstün
gördüğünü belirtmekte, “anatomi ilmi, doktorların sermayesi Allah’ı anlamanın
bir vasıtasıdır.” demektedir. Doktorların sırf meslekleri yönünden bu ilmi
öğrendikleri, halbuki bu ilmi öğrenmede ilk planda Allah’ı bilmek, O’nun kudret
ve büyüklüğünü öğrenme hedefinin gözetilmesi gerektiğini anlatır. Anatomi
öğrenmenin faydalarını da şu şekilde anlatır:
1.
Aklın şaştığı ve hayret ettiği bu eseri (bedeni)
seyretmekle bütün eşyanın benzerini yaşayan bu binayı, bu parlak yapıyı en
güzel ve en mükemmel şekilde yaratan cenab-ı hak karşısında acizliği anlamak ve
o büyük sanatkarın sonsuz kudretini “ilmel yakin=kesin bir ilim” ile idrak
etmek,
2.
Bu harika eseri, bu incelikleriyle terkip eden
ve süsleyen yaratıcının ne kadar ilim ve hikmet sahibi olduğunu, yapının
şahadetiyle “aynel yakin=gözle görme derecesinde” anlamak,
3.
Cenab-ı hakkın bize lütuf ve yardımlarını şefkat
ve merhametini idrak edip ondan Allah’ın zaman zaman bizi terbiye ettiğini
“hakkal yakin=hakikatine ererek” idrak etmek,
Çünkü
cenab-ı hak vücut binasının yapımında ve işleyişinde en ufak bir eksiklik
bırakmamış onu en mükemmel şekilde korumuştur.
FIKRALAR
BEN BİLİDİM1
Elazığlı şöfer Mehmet, malı fazla olan Ahmet Dayının zivirine girip:
- Ahmet Dayı, sen bu tarla ne gazanisin? Sat bi otobüs al. Bi sefer İstanbul’a git gel, goy cebine bi milyarı.
Bu fikir Ahmet Dayı’nın aklına yatar. Malını satıp bir otobüs alır. Şöfer Mehmet’i de de şöferi olarak işe başlatır. Ahmet Dayı mal sahipliğinin verdiği havayla hostes koltuğuna oturur ve İstanbul’a ilk seferlerine çıkarlar.
Tam boğaz köprüsüne girerken, fabrika hatasından olacak ki vites kolu şöfer Mehmet’in elinde kalır. Yüreğinin yağı eriyen Ahmet Dayı başlar bağırmaya:
- Mehmet oğlum, ben bilidim bele bi halt yeceksin! Elaziz’den çıdıh çıhalı sen bu zıkkımla oynisin, ta ki buraya kadar...
Patlak lastik
Üniversitede okuyan 4 öğrenci sabah uyanamamışlar ve hukuk
finalini kaçırmışlar. Profesöre gidip bindikleri arabanın lastiği patladığı
için sınava katılamadıklarını ve kendilerini tekrar sınav yapmasını
söylemişler. Profesör kabul etmiş. Ertesi günü onları bir sınıfta sınava almış.
Herbirini sınıfın ayrı köşelerine oturtmuş ve üç soru sormuş. 1 ve 2.soruların
değeri 15, sonuncu sorunun ise değeri 70 puanmış son soru ise şuymuş:
"Arabanın hangi tekerleği patladı?"
"Arabanın hangi tekerleği patladı?"
RAHMETLİNİN SON SÖZLERİ
- Kim
bekleyecek şimdi yeşil ışığın yanmasını...
- Bak
şimdi nasıl balıklama atlıycam...
- Gönder
gönder ben tutarım...
- Ay!
Ne Cici! Isırır mı?
- Yapma
abi, şeytan doldurur...
- Yav
bu prizde elektrik var mı?
- Hala
karlı mı gösteriyor hanım? (Anten düzeltirken).
- Allah
Allah! Bu tuttuğum da ne?
- Bekle
beni. Bi dalıp çıkacağım...
- Aaa şu iki motorun arasından geçeyim.
(far ışığında)
- Bak şimdi ibreyi sona dayandıracağım.
- Çavuş bu fitilin uzunluğu ne kadardı?
- Demek daha önce motora binmedin. Atla
arkama biraz dolaşalım.
- Virajda hangi tarafa yatacaktık?
- Bunun önü nasıl kalkıyor?
- Motor bozuldu, sen beni şu iple çek.
BAŞARI+BAŞARISIZLIK
Basarili insan
daima cozumun bir parcasidir.
Basarisiz ise daima sorunun bir parcasidir.
Basarili insanin her zaman bir programi vardir.
Basarisizin ise her zaman bir mazereti vardir.
Basarili insan, “isine yardim edeyim” der.
Basarisiz, “bu benim isim degil” der.
Basarili insan her soruna bir cozum bulur.
Basarisiz, her cozume bir sorun bulur.
Basarili insan, en olumsuz durumda bile cikis noktasini gorur.
Basarisiz insan, en olumluya bile engel olur.
Basarili insan “zor olabilir, ama imkansiz degil” der.
Basarisiz insan, “mumkun olabilir ama cok zor” der.
Basarisiz ise daima sorunun bir parcasidir.
Basarili insanin her zaman bir programi vardir.
Basarisizin ise her zaman bir mazereti vardir.
Basarili insan, “isine yardim edeyim” der.
Basarisiz, “bu benim isim degil” der.
Basarili insan her soruna bir cozum bulur.
Basarisiz, her cozume bir sorun bulur.
Basarili insan, en olumsuz durumda bile cikis noktasini gorur.
Basarisiz insan, en olumluya bile engel olur.
Basarili insan “zor olabilir, ama imkansiz degil” der.
Basarisiz insan, “mumkun olabilir ama cok zor” der.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)