REKLAM

22.02.2017

BU AKŞAM HİNDİSTAN'DA

    Hz. Süleyman'ın sarayına kuşluk vakti saf bir adam telaşla girer. Nöbetçilere, hayati bir mesele için Hz. Süleyman'la görüşeceğini söyler ve hemen huzura alınır. Hz. Süleyman (a.s) benzi sararmış, korkudan titreyen adama sorar:
    "Hayrola ne var? Neden böyle korku içindesin?  Derdin nedir? Söyle bana..."
    Adam telaş içinde:
    "Bu sabah karşıma Azrail (a.s) çıktı. Bana hışımla baktı ve hemen uzaklaştı. Anladım ki, benim canımı almaya kararlı..."
    "Peki ne yapmamı istiyorsun?"
    Adam yalvarır:
    "Ey canlar koruyucusu, mazlumlar sığınağı Süleyman! Sen her şeye muktedirsin. Kurt, kuş, dağ, taş senin emrinde. Rüzgarına emret de beni buradan ta Hindistan'a iletsin. O zaman Azrail (a.s) belki beni bulamaz. Böylece canımı kurtarmış olurum. Medet senden!"
    Hz. Süleyman, adamın haline acır. Rüzgarı çağırır ve:
    "Bu adamı hemen al. Hindistan'a bırak!" emrini verir. Rüzgar bu... Bir eser, bir kükrer. Adamı alır ve bir anda Hindistan'da uzak bir adaya götürür.
    Öğleye doğru Hz. Süleyman, divanı toplayarak gelenlerle görüşmeye başlar. Bir de ne görsün, Azrail (a.s.) da topluluğun içine karışmış, divanda oturmaktadır. Hemen yanına çağırır:
    "Ey Azrail! Bugün kuşluk vakti o adama neden hışımla baktın? Neden o zavallıyı korkuttun?" der. Azrail (a.s) cevap verir:
    "Ey dünyanın ulu sultanı! Ben, o adama öfkeyle,hışımla bakmadım. Hayretle baktım. O yanlış anladı. Vehme kapıldı. Onu, burada görünce şaşırdım. Çünkü Allah (cc) bana emretmişti ki:
    "Haydi git, bu akşam o adamın canını Hindistan'da al!"
    "Ben de bu adamın yüz kanadı olsa, bu akşam Hindistan'da olamaz. Bu nasıl iştir, diye hayretlere düştüm. İşte ona bakışımın sebebi bu idi."

KAYNAK: TOPBAŞ, Osman Nuri, Mesnevi Bahçesinden Bir Testi Su, Erkam Yayınları Altınoluk Dizisi 20, s. 150-151

SODOM ve GOMERE'NİN SON GÜNÜ

    Hz Lût (a.s), Arap yarımadasını puta tapıcılıktan alıkoymak, ortaksız ve tek bir Allah'ı tanıtmaya çağıran ve bu mukaddes yolda büyük başarılar kazanan Hz. İbrahim'in amcasının oğludur. Ömrü ve peygamberliği bugün Ürdün devletinin sınırları içinde bulunan Lût gölü çevresinde geçmiştir. Günümüzde tuzlu suların doldurduğu orta büyüklükte olan su saha, eskiden toprakları oldukça verimli bir vadi idi ve o günün önemli şehirlerini sinesinde barındırıyordu. Bu şehirlerin ikisinin adını bugün de biliyor ve yapılan ilmi kazılar sonunda izlerine rastlıyoruz.
    Şehirler; Şezum (Sodom) ve Omore (Gomore) şehirleridir.
    Hz. Lût (a.s) Şezum şehrinde oturuyordu. Şimdi size bu çevrenin ve bu çevrede dosdoğru Allah yolunun sözcülüğünü ve yılmaz mücadelesini yapan Hz. Lût'un son günlerine ait bir hikayeyi kısaca anlatacağız...
    İnsanoğlu, yolun doğrusundan bir kere çıkmaya görsün; düşmeyeceği sapıklık ve yuvarlanmayacağı uçurum yoktur. Hz. Adem'in oğlu Kabil'e yeryüzünün ilk cinayetini, üstelik öz kardeşinin canına kıydırmak suretiyle işleten şehvet hırsı, Hz. Lût'un kavmini büsbütün başka ve yüz kızartıcı bir ahlak düşkünlüğüne sürüklemiştir.
    Bu sonsuz kavim erkek erkeğe cinsi birleşmeyi (livata) vazgeçilmez, sapıkça bir huy haline getirmişlerdi. Hz. Lût'un dosdoğru yolu temsil eden bir Allah resulü sıfatıyla durmak ve yorulmak bilmez bir gayret göstererek yaptığı bütün ikazlar ve verdiği bütün acı-tatlı öğütler bu ahlak düşkünlerine zerrece bir tesir etmiyordu.
    Nihayet her şeyi daha başından bilen Ulu Allah'ın kesin ve değişmez hükmünün günü geldi. Hz. Lût'un sapık kavmi, Allah'ın başlarına vereceği karşı durulmaz bir felaketle, toptan mahvolacak ve yokluğun karanlıklarına gömülecekti.
    Ulu Allah (c.c) bu kesin kararını bildirmek ve kendisine inanmış birkaç yakını ile birlikte, son günlerini yaşayan günahkar şehirden ayrılmasını söylemek üzere Hz. Lût'a günün birinde üç tane melek göndermişti. Melekler; genç ve yakışıklı erkek kılığına girerek yeryüzüne inmişlerdi.
    Şezum (Sodom) şehrine vardıklarında doğruca Hz. Lût'un evine yöneldiler. Şehvet sapıkları şehre üç tane genç ve yakışıklı delikanlının geldiğini duyunca bir anda yollara dökülerek gelenleri görmek istediler. Meleklerin geçtiği yolun hir iki yanı, ahlak düşükleri tarafından doldurulmuştu. Tap taze erkek kılığına girmiş meleklere bakarken hepsi şehvet kururganlıkları içinde kıvranıyor; ağızlarından salyalar akıyordu. Azgın kalabalığın arasında yollarına devam eden melekler, Peygamber Lût'un evine vardılar. Kudurmuş ahlaksızların hiçbirisi, ele geçirip azgın şehvetlerini bir anlığına tatmin edebilmek için arkalarından kıvrandıkları gençlerin, şehirlerini ve çevrelerini toptan yok etmeyi kararlaştıran Allah'ın emri ile birlikte gelmiş melekler olduğunu bilmiyor ve düşünmüyorlardı.
    Melekler Lût'un evine varınca önce kim olduklarını söylemediler. Arkalarına takılan kalabalık evin kapısına dayanmıştı. Anlaşılmaz sözlerle bağırışıyorlar ve Hz. Lût'un evine aldığı genç delikanlıları ellerine vermesini istiyorlardı. Hz. Lût (a.s) gelen misafirlerinden utanıyordu ve kapıda bağrışan kalabalığın azgın hırslarından endişe ediyordu.
    Bir ara evinin kapısına çıktı; kudurmuş kalabalığa dündü "ey azgınlar, soysuzlar, gelenler benim olduğu kadar kendinize de aziz misafirlerdir; yani hepinizin misafirleridir. Bu kadar da mı insanlığınızı unuttunuz? Bir parça olsun kendinize geliniz." diye söze başladı.
    Kalabalıktan homurtulu gülüşmelerin geldiğini duyunca "size iki tane genç ve güzel kızımı vereyim. Gözlerinizi bürüyen şehvetinizi onlarla tatmin edin de tek beni misafirlerim karşısında rezil etmekten vazgeçerek buradan uzaklaşın" diye teklifte bulundu.
    Fakat kendinden geçmiş kalabalık hiçbir söz dinlememekte ve hiçbir teklife yanaşmamaktadır. Evin kapılarını arka arkaya zorluyor ve içerdeki gençleri istiyorlardı.
    Ağlamaklı bir çehre ile içeriye dönen Hz. Lût'a kapıdakilerin ısrarla istediği genç misafirler; melek olduklarını, Allah'ın emri üzerine geldiklerini bildirdiler ve dediler ki; "Allah'ın emri artık kesindir. Yıllardan beri söz dinletemediğin bu beyinsiz halkın artık sonu gelmiştir. Birkaç saat sonra topuna gökten ateş ve ölüm yağacak ve şehirleri ile birlikte yokluğa kavuşacaklardır. Onların başlarına gelmek üzere olan bu felaket, ısrarla Allah'ın emirlerine karşı gelenlere ve Peygamberler'in verdiği öğütlerine arka dönen sapıklara bütün devirler boyunca ibret dersi olacaktır. Allah'ın sana emri böyledir:
    Gece olunca sana inananları ve yakınlarını alacak ve ölüm kokan şu lanetlik şehirden habersizce uzaklaşacak ve şu sapık halkı lanetlik akibetleri ile baş başa bırakacaksın. Sana bunları söyleme geldik."
    Allah'ın emri üzere Hz. Lût (a.s) ile inanmış yakınları meleklerin dediklerine uyarak Sodam ve Gomere'yi o gece yarısı, sezdirmeden terkettiler. Sabahın ilk ışıkları ile birlikte lanetlik şehirlere ve sapık halkına gökyüzünden görülmemiş bir Allah gazabı boşalmaya başlamıştı. Ahlaksız soysuzlar neye uğradıklarını anlayamadılar. Yüce Allah (c.c.) ulu sabrını iyice kötüye kullanarak günden güne daha da azgınlaşanlara yakıcı kükürt alevleri ile taşlar yağdırıyordu. Bir kaç saniyelik afet ve ölüm saçan bir yağmur sonunda, halkın yekünü ile birlikte bütün şehirlerini ilerdeki insanlığın gözleri önüne bir ibret dersinin örneği olmak üzere harabeye çevirmiş ve yerle bir etmişti.

    Esirgeyici Allah (c.c.) cümlemizi görünür, görünmez ve aniden bastıran felaketlerden korusun, amin!..

KAYNAK: Ermişlerden Osman Efendi, Seçme Dini Hikayeler, Seda Yayınları, İstanbul 2000, s. 1122-128
    BÖYLE ÖRNEK OLUYORDU İNSANLIĞA!
    Onun ideali, insanlığa hizmetti, yoksa insanlığın kendisine hizmeti değildi. O sebepten eline geçeni yemek yedirir, içmez içirir, yönettiği insanların mutluluğuyla mutlu olurdu.
    Yine adeti üzere bir miktar imkan biriktirmiş, çevresine de münadiler göndermişti.
    Sesleniyorlardı Medine sokaklarında münadiler:
    - Resulüllah mescidin önünde muhtaçları bekliyor. Miskin derecesinde ihtiyaç sahibi olanlar gelsin, hisselerine düşecek yardımı alsın, kimse mahrum kalmasın!
    Az sonra mescidin önüne muhtaçlar toplanmışlardı. Mutluydular. Çünkü kasıp kavuran ihtiyaçlarının hiç olmazsa bir kısmını karşılayacak imkana kavuşacaklardı.
    Nitekim düşündükleri gibi de oldu. Efendimiz gelenleri şöyle bir gözden geçirdikten sonra mevcudu da hesap ederek önünden geçenlere hisselerini veriyor, onlara tebessümle bakarak mutluluğunu da açıkça hissettiriyordu.
    Mutluydu. Çünkü O'nun en büyük mutluluğu insana yardım, insana hizmetle meydana geliyordu. İşte o anda da insana hizmette bulunuyor, ihtiyaç sahiplerinin sıkıntılarını gideriyordu.
    Nihayet elindeki mikan bitti, yardım isteyecek insan da bitti. Demek ki hesap iyi yapılmıştı.
    Ne var ki çok sürmedi, ötelerden kan ter içinde koşup gelen bir bedevi görüldü. Adama hem ufkuna bakıyor, hem de nefes nefese koşmaya devam ediyordu. Nihayet geldi, şöyle bir nefeslendikten sonra söylendi.
    - Yardım dağıttığınızı söylediler onun için nefes nefese koştum; ama yine de yetişemedim! Zaten hep şanssızım ben.
    Çok üzgündü yoksul adam. Anlaşılan ihtiyacı da fazlaydı. Böyle bir fırsatı mutlaka değerlendirme niyetiyle koşmuştu; ama yine yetişememişti.
    Sordular:
    - İhtiyacın çok mu fazlaydı?
    Saymaya başladı yardım alabilseydi neler alacağını.
    Hepsi de zaruri ihtiyaçtı. Demekki adamın ihtiyacı şiddetliydi. Ama Rasulüllah'ın imkanı da bitmişti. Elinde avucunda olanı tümüyle vermiş, geriye tek dirhem bile kalmamıştı. Şimdi ne olacaktı?
    Efendimiz şefkatle baktı bedeviye. Sonra da beklenmeyen teklifini yaptı yoksul adama:
    - Üzülme ihtiyaçlarını yine alacaksın. Hem de hiçbirini bırakmaksızın!
    - Nasıl? Diyerek heyecanlandı yoksul adam. Efendimiz kelimelere basa basa konuştu:
    - Şimdi buradan kalk, şehrin içine dal, ihtiyaçlarını nerede bulursan al ve aldığın satıcılara da de ki:
    - Mal bana ait, parasını ödemek de Resulullah'a! Allah'ın Resulü ödeyecektir. İstediğimi verin!
    Resulüllah (sas) böylece verecek parası olmayınca muhtaçların borcunu yükleniyor, bir fırsatını bulup da ödeyeceğini düşünerek insanına böyle yardımda bulunuyor, insana hizmeti böyle en öne alıyordu.
    Adam sevinçle çarşının yolunu tuttu. Zihninde neleri alacağının hesabını yaparak heyecanla gidiyordu.
    Olaya şahit olan Hazreti Ömer, fedekarlığın bu kadarına razı olamamış gibiydi.
    Nihayet düşüncesini dile getirmekten kendini alamadı da dedi ki:
    - Ya Resulellah! Sen gücünün yettiğiyle mükellefsin, yoktan da vermekle değil. Elinde  olanı tümüyle dağıttın, geriye bir şey kalmadı. Neden başkalarının borçlarını da yükleniyor, onların ihtiyaçlarını da karşılamak zorunda bırakıyorsun kendini? Bu kadarı da fazla değil mi?
    Bu sözlerden hiç de memnun olmayan Resulüllah'ın yüzündeki tebessümün kaybolduğu görüldü. Halbuki o ana kadar çok mutluydu, tebessümü hiç eksik etmemişti.
    Bu defa da masum bir adam söze karıştı;
    - Ya Resulallah sen Ömer'e bakma ver, Allah da sana verir, dedi.
    Bu söze memnun olan Resulüllah'ın tebessümü tekrar yüzünde belirdi, 'fedekarlığa devam et' sözünden memnun olduğu anlaşılıyordu.

KAYNAK: Şahin, Ahmed, Yaşanmış Örnekleriyle Aradığımız İslam, Zaman Cep Kitapları, 3, Feza Gazetecilik, İstanbul 2001

14.02.2017

HADİS

: إِنَّ الَّذِى لَيْسَ فِى جَوْفِهِ شَىْءٌ مِنْ الْقُرْآنِ كَالْبَيْتِ الْخَرِبِ [1]
Kalbinde Kur’an-ı Kerim’den hiçbir şey bulunmayan kimse, harabe bir ev gibidir



[1] Sünen-i Tirmizi, Kitâbü Fezâili’l-Kur’ân  

10.02.2017

sohbetimiz:
       helal ve temiz lokma hakkındadır.
          Yemek ve içmek, hayatın gayesi değil, gaye olan hakiki kulluğun vasıtasıdır. Onun için kişi önüne gelen ve eline geçen her şeyi  değil, dinin müsaade ettiği şeyleri yiyip içmelidir. 
          Yenilen şeylerin ve alınan gıdaların, insanın maddi vücut yapısında ve teşekkülünde olduğu gibi, manevi terakkisinde de çok büyük te’siri vardır. 

          Peygamber Efendimiz bir hadis-i şeriflerinde: Hz Allah güzeldir. Ancak güzel şeyleri kabul eder. Allah peygamberlerine emrettiğini müminlere de emretti. Hak Teala şöyle buyurur:
          “Ey Rasüller! Temiz ve helal olan şeylerden yiyin ve salih amel işleyin.”[1] Yine:
“Ey iman şerefi ile müşerref olan ehli iman! Size rızık olarak verdiklerimizden en temiz olanlarından yiyin.[2]
Bu ayetleri okuduktan sonra Efendimiz: Uzun yolculuğa çıkmış, dağınık, üstü başı perişan ve: Ya Rabbi! Ya Rabbi!, diye dua etmekte olan bir adamı zikrederek, “Onun yediği haram, içtiği haram, giydiği haram, ve haram ile beslenmiş. Böyle bir kimsenin duası nasıl kabul olunur.”,[3] buyurmuşlardır.
Haram gıda ile beslenen uzuvlar, bir fesat makinesi gibi şerre çalışırlar. Haram yiyenlerin uzuvlarında günah ve kötülükler ortaya çıkar. Bu durum kişinin sulbünden meydana gelecek olan çoluk çocuğuna dahi sirayet eder. Helal ve temiz yiyen insanların azalarında hayırlar, faziletler ve güzellikler tezahür eder. Helal ve temiz yiyenin bünyesi sağlam, karakter ve seciyesi metin, kalbi huzurlu, ibadeti güzel ve duası makbul olur.

          Ashabın büyüklerinden Sa’d bin Ebi Vakkas(ra)  Peygamberimize (sav) gelerek: “Ya Rasülallah! Dua buyurunuz da ben duası makbul olanlardan olayım.” der. Peygamberimiz de O’na: “Ya Sa’d! Helal ve güzel(olan, haramdan arınmış olanı) ye. Duan kabul olur.”[4] buyurdular. İyilikler daima iyiliği, kötülükler de daima kötülüğü celbeder. Bütün günahlar kalbi karartır, katılaştırır ve ibadet yapma zevkine mani olur. Ancak buna en çok müessir olan da haram lokmadır. Helal lokma ise başka hiçbir şeyin te’sir edemeyeceği şekilde kalbe te’sir eder. İyiliğe ve ibadet yapma zevkine sebep olur. 

          İbrahim bin Ethem Hazretleri: “Kemale erenler, ancak midelerine girenlere dikkat etmekle kemale ermişlerdir.”, der.
          Yahya bin Muaz Hazretleri: “Taat ( kulluk vazifelerini ifa )bir hazinedir. Anahtarı, dua; anahtarın dişleri ise helal lokmadır” der.
          Abdullah bin Abbas (ra): “Midesinde haram lokma olan kimsenin ibadetlerini Allah kabul etmez.” buyurmuştur.
Hutbemizin başında okuduğumuz hadisi şerifde Peygamberimiz (sav) şöyle buyurmuşlardır: Helaller bellidir, haramlar bellidir. İkisinin arasında müştebihat (yani haram olup olmadığı belli olmayanlar) vardır. Bunları insanların çoğu bilmez. Kim şüpheli şeylerden kaçınırsa, ırzını ve dinini korumuş olur. Kimde şüpheli şeylere dalarsa, harama düşmüş olur...” [5]



[1] Müminûn 51
[2] Bakara 57
[3] Şârâni, Levâkıhu’l-Envâr s.301 Daru’l-Kalem Halep
[4] Gazali, İhya, c.2  s.114 Müesseset-ül Halebi 1967- Kahire
[5] İmamı Nevevi, Kırk Hadis, Muhtasaru’l-Ehadis, hadis no:545

20.01.2017

ALLAH-Ü TEÂLÂ’YI ZİKR VE TESBİH ETMENİN EHEMMİYETİ VE KEYFİYETİ

استعيذ بالله : يا ايها الذين امنوا اذكروا الله ذكرا كثيرا
قال رسول الله صلى الله عليه و سلم : الدنيا ملعونة ملعون ما فيها إلا ذكر الله و عالم أو متعلم
            Muhterem Mü’minler

Akl-ı selim sahibi her insan,  bu âlemin mükemmel bir nizam içerisinde yaratıldığını, milyarlarca yıldızı ve binlerce ahenkli sistemi barındıran uzay da dâhil, canlı-cansız her mahlukun, harika bir intizama sahip olduğunu tefekkür edip anlamaya çalışmalı, ve yine bu tefekkürü sayesinde ibret alıp Halık-ı Alem olan Allah’a boyun eğerek, O’nu zikir ve tesbih etmelidir.
Zikir kelimesi lügatte "bir şeyi kalple veya dil ile anma, hatırlama, akılda tutma" manasına gelir. İslam Istılahı’nda ise "Allah'ı anmak, hatırlamak, dilde ve gönülde tutmak, O'nu unutmamak, gaflet halinde olmamak" mânasında kullanılır. Daha hususi olarak Allah ismini ve esmâ-i hüsnâyı, "lâ İlahe illallah" gibi diğer dinî ifadeleri dil ile tekrar etmeye de zikir denir. Dil ile zikir olmakla beraber kalbî zikir afdal olarak kabul edilmiştir.
Al-i İmrân Suresi’nin 190 ve 191. Ayet-i Kerimeleri’nde mealen şöyle buyruluyor: “Göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün birbiri ardınca gelip gidişinde akl-ı selim sahipleri için gerçekten açık ibretler vardır. O akl-ı selim sahipleri ki, ayakta dururken, otururken, yanları üzerine yatarken (her vakit) Allah’ı zikrederler, göklerin ve yerin yaratılışı hakkında tefekkür ederek (şöyle derler): “Rabbimiz sen bunu boşuna yaratmadın. Seni tesbih ederiz. Bizi cehennem azabından muhafaza et” 
Bu ayet-i kerimelerin tefsirinde şu ifadelere yer veriliyor: “Göklerin ve yerin yaratılışı ve gece ile gündüzün değişip durmasında sayılamayacak kadar ayet ve deliller vardır ki bu deliller Kâinatın bütün mülkünün Allah’a mahsus olduğuna ve Allah’ın kudretine, Kibriyâ ve azametine delalet ederler. Fakat bu ayetler herkes ve her akıl için değil temiz ve tam akıl sahipleri demek olan ülül-elbâb içindir”[1]
Peygamber Efendimiz (s.a.v.) bir gece sabah namazı vakti gelinceye kadar ibadet edip gözyaşı dökmüşler, namaz için gelen Hz. Bilal kendisine “Ya Rasülallah, Allah geçmiş ve gelecek bütün günahlarını affettiği halde niçin böyle ağlıyorsunuz” şeklinde süal edince de “Ya Bilal, şükreden bir kul olmayayım mı? Nasıl ağlamayayım. Allah bu gece şu ayetleri inzal buyurdu” diyerek mealini verdiğimiz ayetleri okumuşlardır. Ardından da “Yazıklar olsun bu ayetleri okuyup da sonra tefekkür etmeyenlere” buyurmuşlardır.
Bu itibarla Allah’ın ayetlerini tefekkür etmek ve ibret alıp Allah’ı zikir ve tesbih etmek dinimizin emir buyurduğu kulluk vazifelerindendir.
Kur’ân-ı Azimü’ş-Şân’da Allah’ı zikr ve tesbih etmeye teşvik eden daha birçok ayeti kerime vardır. “Ey İman edenler, Allah’ı çok zikredin. Sabah akşam O’nu tesbih edin.”[2] “Allah’ı çok zikredin ki kurtuluşa eresiniz”[3], ve “Siz beni zikredin ki ben de sizi zikredeyim”[4] meallerindeki ayeti kerimeler zikrin ehemmiyetini anlamamız için kâfidir.
Peygamber Efendimiz (s.a.v.) de bir hadis-i şeriflerinde şöyle buyuruyorlar : “Bir topluluk Allah’ı zikretmek üzere bir araya gelirse melekler onların etrafını sarar, Allah’ın rahmeti onları kaplar, üzerlerine sekinet iner ve Allah-ü Teâlâ onları kendi katındakilere medh eder.”[5]
Muhterem Mü’minler
Kur’ân-ı Kerim’de zikrin nasıl yapılması icap ettiği de bizlere öğretilmiştir. A’raf Suresi’nin 205. Ayeti kerimesinde mealen şöyle buyruluyor: “Kendi kendine, yalvararak ve ürpererek, alçak sesle sabah akşam Rabbini zikret, gafillerden olma”
Bu âyet-i Kerime’de Allah'ı dil ile zikrederken aynı zamanda kalben ve ruhen de zikir halinde olmak, kulluk şuuru ve edebiyle, Allah'a hürmetten dolayı ürpererek yakarış hali içinde O'nu zikretmek gerektiği ifade edilmektedir. İmam-ı Gazâlî Hz. bu mevzuyu izah ederken zikrin bütün ibadetlerin en yücesi ve en faydalısı olduğunu, fakat böyle olabilmesi için zikreden kişinin kalbinde ünsiyet ve muhabbet bulunması gerektiğini; böyle bir ruhî halin olmadığı, sadece dilde kalan zikrin insanın manevî hayatına ve ahlâkî tekamülüne hiçbir tesirde bulunmayacağını ifade etmektedir. Nitekim âyetin sonundaki "Gafillerden ol­ma!" ikazı da bu hususa işaret etmektedir.[6]



[1] Elmalılı, Hak Dini Kur’ân Dili
[2] Ahzâb Suresi, 41-42
[3] Cum’a Suresi, 10
[4] Bakara Suresi,152
[5] Müslim, Zikr 39
[6] İhyay-ı Ulumid-Din, cild 1, 293-304

18.01.2017

SİYER

                                                                      
SİYERİ NEBİ; Peygamber efendimizin 63 senelik hayatını anlatan bir ilimdir.

 HANİFLER:Araplar içerisinde İbrahim a.s’ın dini üzere devam eden insanlardır.

 FİL VAK-ÂSI:571miladi yılı resülüllah efendimimzin dünyaya teşriflerinden 50 gün önce Ebrehe’nin komutasında kâbeyi yıkmak üzere planlanmış fillerinde kullanıldığı bir vakâdır neticede ebrehe helak olmuştur fil süresi bu vakayı anlatır.

KURANI KERİMDE İSMİ GEÇEN PEYGAMBERLER;Adem İdris Nuh Hud Salih İbrahim Lut İsmail İshak Yakup Yusuf Eyyüp Şuayp Musa Harun Davut Süleyman İlyas Elyesa Zülkifl Yunus Zekeriya Yahya İsa Üzeyir Lokman Zülkarneyn bu üçüne bazıları velidir demişlerdir Ve Hazreti Muhammed A.S. 

DÜNYAYA GELİŞLERİ;Miladi 571 yılı Rebiûl-Evvel aynın 12’ci pazartesi gecesi sabaha karşı mekke’de Haşim oğulları mahallesinde dünyaya geldi

DOĞDUĞU GECE MEYDANA GELEN HADİSELER;1- Melekler annesini tebrike geldi. 2-kabedeki putlar yüzüstü yere serildi. 3-Hükümdarların sarayları sarsıldı. 4-Mecusilerin 1000 seneden beri yanan ateşleri söndü. 5- save gölü battı. 6- sema vadisi sularla dolup taştı.

ÂİLESİ:Annesinin adı amine babasının adı Abdullah dedesinin adı Abdulmüttalip süt annesinin adı Halime süt kardeşi Şeyma ebesi Şifa Hatun amcaları Ebu Talip, Hz.Hamza,Hz.abbas ve Ebu Lehep’tir.

ANNESİNİN VEFATI:Peygamberimiz 6 yaşında iken Medine yakınlarında Ebva köyünde 21 yaşında iken vefat etti

GÜZEL İSİMLERİ:Güzel isimleri çoktur fakat 4’nü bilmek lazımdır.Bunlar Muhammet,Mustafa,Ahmet,Mahmut.

DEDESİNİN VEFATI:6.ve 8 yaşları arasında iki yıl dedesinin himayesinde kaldı.Dedesinin vefatından önce amcası Ebu Talibi yanına çağırarak onun himayesine teslim etti.

HİLFÜL FÜDUL:Peygamberimiz 20 yaşında iken Mekke’de Fadılların (güvenilirlerin) yemini adıyla bir cemiyet kuruldu,Peygamberimiz kurucuları arasındaydı.Gayesi yerli ve yabancıların mal ve can emniyetini temin etmekti.                                                                                                                                                                                          
EVLİLİĞİ;Miladi 596 yılı 25 yaşında iken Hazreti Hatice(40 yaşında) Validemizle evlendi.

İLK VAHİY:610 Yılında Ramazan ayının 17 sinde Mekke’de Hira Dağında geldi.Alak suresinin ilk ayeti indi.

AŞEREİ MÜBEŞŞERE:1.)Hz.Ebu Bekir.2.)Hz.Ömer 3.)Hz.Osman 4.)Hz.Ali 5.)Hz.Talha 6.)Hz.Zübeyr bin Avam 7.)Hz.Abdurrahman bin Avf 8.)Hz.Saad Bin Ebi vakkas 9.Hz.Said bin zeyd 10.Hz.Ebu Ubeyde bin cerrah   

 İLKMÜSLÜMANLAR:Kadınlardan;Hanımı Hz.Hatice,Erkeklerden;Arkada şı,Hz. Ebu Bekir,Çocuklardan;Hz.Ali,Kölelerden;Zeyd bin Haris R.A.hüm.

 HÜZÜN YILI:619 Yılı kafirlerin Müslümanlara uyguladığı baskılar kalktıktan 8 ay sonra Amcası Ebu Talip,ondan 3gün sonra Hz. Hatice’nin vefatı Rasülüllah Efendimizi ve Müminleri çok üzdü.Bu acı sebebiyle İslâmın 10.cu senesine rastlayan bu yıla “Hüzün Yılı” adı verildi.Bu sıkıntıların mükâfatı olarak Efendi miz Miraca davet edildi.

AKABE BİÂTLARI:İki Akabe Biâtı vardır.1-İslamın 11.yılında Hac merasimin de Âkabe denilen yerde Peygamberimize gelerek 12 kişi biât etti.2-İslamın 13.yılın da Hac merasiminde Peygamberimiz ile buluşup biât eden aralarında iki kadında bulunan Müslümanların sayısı 75’e ulaştı.  

 BÜYÜK MUCİZELERİ:1-Kur’an-ı Kerim 2-Miraç;621 yılında Recep ayının 27 sinde Cuma gecesi Miraç Mucizesi meydana geldi.3-Şakk-ul Kamer

HİCRET: Milâdi 622 yılının nisan ayına rastlayan Muharrem ayı başlarında Hz. Ebu Bekir’in yanına vararak hazırlıklarını tamamlayıp yola çıktılar.Mekke’nin güneyinde bulunan Sevr dağındaki mağaraya vardılar.Müşrikler hicreti haber alıp gizlendikleri marağanın kapısına kadar geldiler.Hz. Ebu Bekir (R.A.)a “Korkma , Allah’ü Teâla bizimle beraberdir.” Diye teselli ettiler ve Hz. Ebu Bekir (R.A.) Efendimizden ilk vazifeyi tarif buyurdular 3 gün 3 gece mağarada kaldılar bu zaman içerisinde Hz. EbuBekir RA’ın oğlu Abdullah haberleri, kölesi Amr bin Füheyr de sütleri getiriyordu üç gün sonra arama işi gevşeyince kılavuz seçilen kişi kafir olmasına rağmen güvenilir bir kişi ve yolu iyi bilen bir adamdı getirdiği develere binilerek Medine’ye yola çıktılar sapa ve kestirme yoldan yürüdüler.

MEDİNEDE İLK 7 AY MÜSAFİR OLDUĞU HANE;Halid bin Zeyd Ebu eyyub-el Ensari Hz.nin evinde kaldı kabri İstanbul eyyüp sultan camindedir

 SERİYE ve GAZA;Peygamber efendimizin iştirak edip hazır bulundukları savaşlara gaza hazır bulunmadıklarına da seriye denir

 BEDİR HARBİ;M.624 hicretin 3.yılında Medine’ye 8 kilo metre mesafedeki Bedir köyünde yapılan bir gazadır.Kafirler 950 kişi,müminler 313 kişi idi 14 şehit verildi

 UHUT MUHAREBESİ;M.625 hicretin 4.yılında uhut dağında yapıldı. Müşrikler 3000 kişi Müslümanlar 700 kişi idi.Müminlerden 70 kişi şehit verildi. mübarek dişi burada şehit edildi

HENDEK HARBİ:M. 627 hicretin 5.yılında oldu.Müşrikler 10.000 kişi müminler 3000 kişi idi.Müminler 5 şehit verdi. sahabilerden Selman R.A. teklifi ile  hendek kazılarak farklı usul tatbik edildi.Adına da hendek harbi denildi.

 MEKKENİN FETHİ:M.630 Hicri 9.yılında peygamberimiz 10.000 kişilik bir ordu ile Ramazan-ı Şerif’in içerisinde yola çıkmıştır.Ramazanın 20’sinde islam ordusu dört koldan tekbirlerle Mekke’ye girdi.Kâbe’de bulunan 360 put kırıldı. Beytüllah temizlendi.Müminler topluca namaz kıldı. 

 VEDA HACCI:M.632 Hicri 10. yılında Peygamberimiz (S.A.V.)10.000 kişilik bir mümin topluluğu ile Hac etmek üzere Mekke’ye gitti.Etraftan gelenlerle birlikte 120.000 kişiyi bulan mümin topluluğuna hutbe okudu.

 İRTİHALİ:13 gün süren rahatsızlığından sonra hicretin 11.yılında Rebiûl-Evvel ayının 12. gecesi Milâdi 632 yılında 63 yaşında irtihal buyurdu.Medine’de Ravza-i Mutahhara’dadır.