BİRKAÇ SÖZ
Ben, Türk devletlerdeki kardeşlerime karşı vazifesini yapamadığından
dolayı mahcup olan bir Müslüman’ım. 0 yüzden, bir fert olarak, üzerime düşen
görevimi yapmak için ilk adım olsun diye elinizdeki eserimi takdim ediyorum.
Bu
eserimi, beni affetmeleri dileğiyle komünizmin zulmü altında yaşayan tüm
mazlumlara ithaf ediyorum.
Ve
diyorum ki: Bütün işkenceler, adı ne olursa olsun, dinsizliğin ürünüdür!
Allah'a emanet olun can dostlar.
Emine Özkan Şenlikoğlu 18/6/1997 Kahire
Hayale adım adım
1946
yılında başladı her şey.
Çerçek'e
bağlı bir köyde, annem, babam, benden bir yaş büyük olan Turgut ve üç yaş büyük
olan ablam Çiçek ile birlikte, mutlu bir hayat yaşıyorduk.
Köyümüz,
sanki cennete özenmiş bir köydü. Yağmur yağdığında, hava mis gibi hayat kokardı.
Toprağının kokusu hayat iksiri denilen efsaneyi hatırlatırdı. Buram buram toprak
kokusu hiç bir parfümü aratmazdı. Zaten hiç bir parfüm de o kokuyu bulmak mümkün
değildi.
Köyümüzün
yolu, sağlı sollu meyve ağaçlan ve çiçeklerle süslenmişti. Adeta usta ressam
fırçasından çıkmış bir tabloyu andırıyordu.
Hayalimde,
köyümüzü seyrederken ruhumun dinlendiğini hissederdim. Nasıl dinlenmez insan?
İlkbaharda çiçekler açtığı zaman bir alem olurdu köyümüz. Yolun sağında ve
solunda, inci gibi dizilmiş evlerin önündeki meyve çiçekleri, pembe, beyaz,
mavi, yer yer kırmızı açtığında rüya aleminden bir yer alınmış, köyümüze
kondurulmuş hissi verirdi.
Köyde,
birbirimizi seven sekiz arkadaştık. Bir gün gelip de, o arkadaşlarımdan geride
kalacak olanın sadece bir resim olacağını hiç bir zaman düşünmemiştim.
Turgut'la
ben, kasabada liseye başlayacaktık bu sene. Büyük bir heyecanla gerekli
hazırlıkları yapıyorduk. Amman ne mutluluktu o günlerin heyecanı! Sanki rüya
aleminde gibiydik!
Ben
ilk defa şehir görecektim. Bu da heyecanıma heyecan Katıyordu.
Ağabeyimle
ben çok iyi anlaşırdık. Öyle ki, ablam bizi kıskanır gibi yapar, ben de her
seferinde ona izah ederdim: "Turgut benim hem arkadaşım, hem kardeşim. Sen
kızlarla bebekçilik oynarken ben onunla oynardım."
Bir
seferinde yine böyle dediğimde Turgut gururla söze katılmıştı:
—
Ee, bir de ağabeylik var aslanım. Ağabey olmayı es geçme.
Birbirimizi
çok severdik. Sanki, birimiz olmasa, ötekimiz yaşayamazdık. Bize öyle
gelirdi.
Babam
bizim samimiyetimizden öylesine zevk duyardı ki, bizi sanki dinlendirici bir
film izlermiş gibi izlerdi. Sık sık da aynı şeyleri söylerdi:
—
Bugün siz candan iki dost iseniz bunu inanç birliğine borçlusunuz. İnancınız
ayrıldı mı kardeş olduğunuzu bile unutur, hatta kardeş olduğunuzdan dolayı
birbirinizden utanırsınız.
Babamın
bu sözleri üzerine düşünürdüm hop: Ben hiç kardeşimden utanır mıydım? 0 benim
canım kardeşim ve çocukluk arkadaşımdı... Ama babam bu duygumu bilmezdi.
Ertesi
gün gidecektik kasabaya. Annem... Canım annem benim! Hem ağlıyor, hem bize yufka
açıyordu. Nedense ölüme gidiyormuşuz gibi acı içindeydi annem. Ana yüreği...
Evladı tarafından bilinmese de farklı çarpıyordu.
Sevdiğim
kız Aybalam gideceğimin haberini almış, bir bahane ile bize gelmişti. Utana
sıkıla sordu:
— Yarın
gidiyormuşsun, doğru mu?
—
Doğru, dediğimde çok üzüldü, ama bana belli etmemeye çalıştı.
İkimizin
de yaşı küçüktü. İkimiz de birbirimize açılamıyorduk. Ama ikimiz de
birbirimizden emindik. Birbirimizi seviyorduk.
Büyük
ağabeyim evlenmiş, bizden ayılmıştı. Onu hiç sevmezdim. Yağdanlık gibi gelirdi
bana. Küçük bir hatamız olsa ya döver, yada babama söylerdi. Bizimle güzel güzel
konuşmazdı. Ondan bazen de nefret eder;
"Hayatım
boyu özlemeyeceğim tek insan işte budur." derdim. Köyümüzde bana en güzel gelen
ev de bizim evimizdi. Köyümüzün tacı gibi duruyordu sanki. Tahta kapısı her
zaman huzurla açılır, huzurla kapanırdı. Sanki gülümserdi bize evimiz.
Ahşaptı
ama görkemliydi. Eskiydi ama benim için yepyeniydi.
İneğimiz,
koyunlarımız vardı... Ahırımız evimizin arka tarafında olduğu için azıcık rüzgar
esse, hayvan gübresinin kokusu odamıza kadar gelirdi.
Hey
gidi günler hey! kim derdi ki bir gün hayvan gübresinin kokusunu bile
özleyeceğim!
Büyükler
ülke yönetiminden konuşurlardı, ama hiç anlayamazdım. "Çocuk" denir, bize
anlatılmazdı. Sonra da "büyük" diye anlatmaya lüzum görmezlerdi tabi. Fakat
başkaları çocuklara da, büyüklere de kendi inançlarıyla ve sistemleriyle ilgili
her şeyi anlatıyorlardı.
Son
gecemizdi. Yarın gideceğiz diye babamda başka türlü bir telâş vardı. Sebebini
yıllar sonra anladığım bu telâşla babam devamlı konuşuyordu:
—
Ee, yarın gidiyorsunuz balalarım. Nedense ben diken üstündeyim. İşe bakın
çocuklar. Ben harman yaparak para kazanıyor, sizi ilim yoluna gönderiyorum. Ama
bu yol nasıl yolsa beni korkutuyor, ürkütüyor. Böyle ilim olur mu? Evlâdım âlim
mi olup gelecek, zâlim mi?... Bilemiyor, endişeyle yaşıyorum.
Annem
hemen bizi savunmaya geçti:
—
Sen benim belediğim balalarımdan korkma. Ben onlara temiz süt verdim. Onlar
yollarını şaşmazlar!
Zavallı
anacığım. Övünecek başka bir şeyini bulamadığı için emzirdiği temiz sütle
övünürdü.
Babamın
cevabı çok güzelmiş meğer. Bunu şimdi anlıyorum. Çayını içerken, ağır ağır cevap
verdi anneme:
—
Düzen bozuk sultanım, düzen. Ben çocuklarımdan değil düzenden korkuyorum. Onları
aldatmalarından korkuyorum. Zira insanoğlu bozulmaya pek münasiptir.
Sonra
derin derin annemin gözlerine bakıp devam etti.
—
Süt ne kadar temiz olursa olsun, düzenin pisliği sütten ağır basıyor... Baskın
geliyor sultanım, baskın geliyor.
Ben
hemen atıldım:
—
Sen bizden korkma baba, biz Türk’üz, Türk! Bizi kimse aldatamaz!
Babam
kederli gözlerini bu defa bana çevirdi:
—
Komünistler gençleri ustalıkla dinsiz yapıyorlarmış. Gençler öyle çabuk dinsiz
oluyorlarmış ki, arkadaşım anlattı da şaşırdım kaldım oğlum. Komünist olan nasıl
komünist, nasıl dinsiz olduğunu anlayamazmış bile.
Ağabeyim
atıldı bu defa:
—
Kim, kim bizi dinsiz yapabilir? Biz Türk’üz. Damarımızı kesseler kanımız Türk
diye akar... Türk diye atar kalbimiz; Türk, Türk diye çarpar. Bizi kimseler
aldatamaz!
Babam
devam etti:
—
Biliyorum evlatlarım. Ama yine de içimde bir korku var. Türklerden de dinsiz
çıkar yavrum. Irkımız sizi kurtarmayabilir. Sadece ırka güvenmek insanı
yanıltır.
Ablam
Çiçek babamı ikaz etti:
—
Baba, çok karamsarsın. Yarın gidecek olanlara böyle şeyler mi
anlatılır?
Babam
aynı kederli halini sürdürerek cevap verdi:
—
Ne yapayım kızım? İçimdeki ses hiç durmadan "dinsizliğin tehlikesini anlat"
diyor. Adını İster komünizm, ister başka bir İzm koysunlar, dinsizliğin her
türlüsünden korkuyorum; şerrinin bulaşmasından korkuyorum. Türk olmak
yetmez insana. Hayatın bazı kuralları ve o kuralların koyucuları vardır. Gereken
yapılmazsa, Türk derisi taşımak işe yaramaz. Bizim imamı ihbar eden şerefsiz de
Türk’tü, ama İslam deyince nefretinden gözleri döner, rengi atardı.
Turgut
elini kolunu sallayarak itiraz etti:
—
Mümkün değil, onlar Türk değildir. Onların kanı bozuktur baba, kanı. Bizim
kanımız ise saf Türk kanıdır!
Turgut’a
baktı babam; sonra tane tane cevap verdi:
—
Ben kandan çok bilinçli inanmaya güvenirim oğlum. Fakat size yeterince bilinç
veremedim. İşten güçten fırsat bulamadım ki sizinle gereği gibi ilgileneydim. Ha
bugün, ha yarın derken, işte bugüne geldik. İnşallah korkularım yersiz
çıkar.
Annem
bize göz gezdirirken yağladığı yufkalardan bir tane uzattı. Onun yufkasının tadı
ne kadar da güzeldi. Bazen düşünüyordum da, acaba o tat Cennet lezzetlerinden
sızma olabilir miydi? Biliyorum olamazdı, ama anamın yufkasındaki lezzeti başka
türlü de anlatamıyorum.
0
gece Turgut'la güle oynaya sabahı zor ettik. Yatağa yattığımda saatlerce
uyuyamadım. Uyuyunca da rüyalarımda hep şehirde gezindim. Şehirdi ama, yine
yollarında tezekler ve hayvanlar vardı. Meğer şehri hiç görmediğim için,
şehirdeysem de yine köyde dolaşmışım rüya boyunca.
Sabahı
zorla getirdik sanki. Belki doksan defa uyandım.
Sabah
kahvaltısında annem gözleme yaptı. Üzerine taze tereyağı sürüp bize verdi. Ablam
da kahvaltıyı özel olarak hazırladı. Zavallı ablam. Kimseye söylemese de yüreği
yaralıydı. Rusya'da çalışan sevdiğini bekliyordu.
Bilmiyordu
ki, Rus kızlarının etkisinde kalan sevgililer giderse bir daha geri
gelmezlerdi... Yada binde biri gelirdi. Ama ablam Kubilay a çok güvenir, mutlaka
döneceğinin hayaliyle kısmetlerini geri teperdi.
Yüzünden
okunurdu hüznü. Fakat ben onun bu hüznünü de ancak yıllar sonra anlayabildim.
Bir şeyi görmek için sadece gözlerin olması yetmiyor. Bilginin de, idrakin de,
hayat tecrübesinin de olması gerekiyor.
Kahvaltıdan
sonra yola çıkmak üzere hazırlandık. Evin önüne indiğimizde ağabeyim Turgut bana
döndü:
—
Kaan, dedi. Oğlum, fotoğraf makinemiz var, ailece bir resmimiz yok. Neden bir
resim çektirmiyoruz? Haydi toplu halde resim çektirelim.
Hepimiz
bir araya geldik... Ben söylendim:
— Eee,
şimdi bizim fotoğrafımızı kim çekecek?
—
Sen, dedi Turgut.
—
Olmaz, dedim. Bensiz çekilen fotoğrafın zevki mi olur?
—
Ben çekeyim, dedi Turgut. İtiraz ettim.
—
Hele senin bulunmadığın bir fotoğrafa ben aile fotoğrafı hiç demem.
Ablam
Çiçek atıldı:
—
Nasıl olsa ben kız evladıyım. Pek aile ferdi sayılmam. Verin ben çekeyim de siz
poz verin, dedi.
Vay
benim can ablam. Ne büyük yarayı dile getirmiş de ben anlayamamışım.
Her
zaman boynu bükük dururdu ablam. 0 yüzden şimdi bile sevdiğinin hasretini çeken
bir kız görsem, anlarım derdini. Ablam bana hasreti öğretmiş meğer...
Önce
o bizim fotoğrafımızı çekti. Sonra ben onunla çektirdim. Sonra da
Turgut...
Turgut
sık sık saatine bakıyordu. Ben de söylenmeye başladım:
—
Kırk yılda bir şehre gideceğiz, onda da otobüsün hışmına uğruyoruz.
Turgut
atıldı hemen:
—
Hop hop, aslanım, biraz dengeli konuş. Kendin bu dünyada on altı yıldır
bulunuyorsun. Sen kırk yılı hiç görmedin ki.
Hemen
cevap verdim:
—
Ben yılları kendi aylarıma böldüm. Kendi takvimimce kırk yılı çoktan
doldurdum.
Ablam
Çiçek babama döndü bir ara:
—
Bir de "kız evlâdı erkek evlâdı ayırımı yapmam" diyorsun. Ama beni okutmadın,
erkek çocuklarını okutuyorsun.
Babam
yere bakarak cevap verdi:
—
Ben değil, o ayrımı düzen yapıyor yavrum, düzen. 0 düzen çok iyi biliyor ki,
benim gibi Müslümanlar kızlarının başını açarak erkeklerle aynı sıraya oturtup
okutmaz. Bunu bildiği halde yine tedbir almadı, ben ne yapayım evladım? Bu
düzen, kendisiyle Allah'ın arasında bırakıyor bizi. "Tercihini yap" diyor. Bizde
Allah'ı tercih ediyoruz haliyle. Bedelini de size ödetiyor.
Sonra
korkuyla açtı gözlerini:
—
Sakın ha, bu dediklerimi kimselere söylemeyin! Ablamı teselli etmek
istedim:
—
Sen hiç merak etme ablam. Ben öğretmen olunca önce seni okuturum. Yeter ki biz
Öğretmen olalım. Ne fark eder, ha biz, ha sen! Haa, övünmek gibi olmasın, çok
güzel öğretirim. 0 yüzden diyorum; ha sen, ha biz fark etmez diye.
Ablam,
gözlerini bana çevirip anlamlı anlamlı baktı:
—
Çok şey fark eder. Ama ne yapalım... Ben sizin okumanızdan duyduğum mutlulukla
idare ederim.
Anacığım
bir bana, bir Turgut'a gidip sarılıyor, sıkı sıkıya tembih ediyordu:
—
Aslan evlâtlarım benim. Birbirinize iyi bakın ha!... Benim gözlerimle bakın
birbirinize. 0 zaman birbirinizi hiç üzmezsiniz.
Can
annem! Sultan annem!... Meğer yüreği nasıl da yanıyormuş. Evlâtları o zamanlar
anlayamasa bile...
Şehirde
yurtta kalacak, evimize ayda bir gelecektik. Şehir'e bir gitseydik, gerisi mühim
değildi. öyle büyütmüştük ki şehri gözümüzde...
Otobüse
bindiğimizde annem, babam ve ablam ağlıyorlardı. Ama bizim aklımız havada olduğu
için hüznü tanımıyorduk ki biraz da biz hüzünlenseydik. Evimizin Önünde bize el
sallarlarken öylece bıraktık onları. Otobüste giderken sık sık soruyordum
Turgut'a:
—
Turgut! Biz gerçekten şehre mi gidiyoruz? Yoksa bu bir rüya mı?
Defalarca,
"rüya değil” dedi. Onu bıktırmışım artık. Bir ara dayanamayıp tersledi beni:
—
Kaan! Yeter artık, beni sinirlendirme! Güle oynaya geldik şehre.
Şaşkın
şaşkın arabaların çokluğuna, evlerin büyüklüğüne bakıyordum. Turgut kolumdan
çekiyormuş ama ben hâlâ onlara baktığımdan, Turgut'u duymuyormuşum meğer. Turgut
ise başka şeylere şaşırmıştı:
—
Kaan! Evleri gördün mü? Üst üste nasıl da yapmışlar böyle yüksek binaları. En
tepeye evi nasıl yerleştirmişler... Ah bir ev de bizim olsa bu şehirde. Köyün
tezeklerinden kurtulurduk. Amma mutlu olurduk değil mi Kaan?
Nereden
bilseydim ki, şehirde olmak illâ da mutlu olmak demek değildir. Ama o gün için
bize göre şehirde olanların hepsi mutlu insanlardı. Büyük adamdılar onlar. Hatta
onlar tuvalete gitmez, burunları da akmazdı.
Günler
sonra yerleştik yurdumuza. Okulumuza başladık.
Benim
sıra arkadaşım Çinli Şi isminde bir Budist’ti. Onların inancına çok şaşırmıştım.
Nereden bilseydim ki, Müslümanların tembelliği, tebliğ vazifelerini ihmal
edişleri yüzünden bu insanların hâlâ daha Buda'ya taptıklarını. Turgut'un
yanındaki de Budist’ti. Onun ismi Feng'di. Bir de Ahmet isminde bir arkadaşım
oldu. Onu çok sevdim.
Turgut'tan
sonra en çok sevdiğim ve güvendiğim insandı. Şimdilik iyi gidiyordu derslerimiz.
Fakat bir problem vardı tedrisatta. Anlayamadığımız bir müfredatla karşı karşıya
idik.
Onu
da fazla dert etmedik. Okuldu ya burası! Sanki ne öğretirlerse, bizim için doğru
olan oydu. Veya o olmalıydı. Bu da, bizim devlete çok güvenmemizden
kaynaklanıyordu. 0 zamanlar bilemezdik ki, devlet büyüktür, o halde onun ihaneti
de büyük olur.
* * *
Okula
çabuk alıştık. Zira Sosyalist öğretmenler bize candan davranıyordu. Sanki her
biri ailemizden bir fertti ve bizim yabancılık çekmemize hiç gerek yoktu. 0
sosyalist öğretmenler de kendilerine verilen rolü samimiyetle oynuyorlardı.
Keşke
imkanım olsa da onların her birini arayıp bulsam ve sorsam: "Nasılsınız
öğretmenim? Bütün İnsanlara kin kusturan bilgilerle donatmıştınız bizi. Şimdi
sonuçtan memnun musunuz? "Yarınlarımız" derdiniz hep. Sonra ulaştınız o
yarınlara. Gerçekten mutlu etti mi o yarınlar sizi?”
* * *
İhtilal
Bir
ay sonra evimize geldiğimizde çok heyecanlıydık.
Biz
bahçe kapısından girdiğimizde babam odun kırıyordu. Bizi görünce baltayı bırakıp
hasret dolu ifadelerle bize doğru yürüdü:
—
Canlarım! Can balalarım! Geldiniz mi? Bitmez sandım bir ay. Şükür
kavuşturana!
Annemle
ablam da duymuşlar babamı. Onlar da bahçeye koştular. Annem bana sarılırken beni
kokluyordu. 0 zaman anladım ki, annelere evladından giden bir koku varmış.
Babalar da alır mıydı bu kokuyu? 0 zaman bu cevabı veremezdim.
Sarılma
faslımız biter bitmez ben ahıra koştum. İneğimizi sevdim, öptüm. Ben onu
severdim, o da beni. özlemiş beni, her halinden anladım.
Bir
de köpeğimiz vardı. Çan'dı adı. Ortalıkta göremeyince sordum. Köpek bize
kırgın mıydı neydi, saklanmış bizden. Saatler sonra çıktı ortaya. Eski sevgi
gösterisi yoktu. Onu da şimdi anlıyorum. Demek, "siz nerede kaldınız, neden
yoktunuz?" diye bize kırgınlığını böyle ifade ediyordu.
Ah
gerçek ah! Kim derdi ki, bir gün köpeğimizi bile özleyeceğim de, göz yaşlarımın
içinde onun payına da düşen damla olacak.
Şimdilik
her şey güzel gidiyordu. En azından bizim taraftan Öyle görünüyordu. İki gün
hasret giderdik...
Anacığım
bize özel yemekler yaptı. Elbiselerimizi yıkadı, ütüledi. Kendi elleriyle
yerleştirdi bavullarımıza.
Ne
merhametsiz evlatlarmışız. Kadının onca işi varken çamaşırımızı bile ona
yüklemişiz.
Tekrar
ayrılık günü geldiğinde babam yine aynı şeyleri tekrarladı:
—
Aman ha evlatlarım. Kimse size birdenbire "dinsiz olun" demez. Yavaş yavaş
dinsizleştirirler sizi. Kitap verirler. Altından kalkamayacağınız sorular
sorarlar size. Önce fikrinizi çatallaştırırlar, sonra çatalları orta yerden
ayırır, sizi yanlış yapıp yapmadığınızı düşünemez hale getirirler. Bunu yaparken
Öyle ustalıkla yaparlar ki, ne olduğunu, nereden nereye geldiğinizi
anlayamazsınız bile.
Turgut
da, bende artık bıkmıştık bu sözlerden. İyice kızmıştım babama.
"Baba"
dedim. "Yahu sen bizi çocuk mu sanıyorsun? Bir Türk dinsiz olur mu baba? Biz
Türk kanı taşıyoruz, bunu kaç defa söyledik!”
Babam
daha önceki söyledikleriyle eş anlamlı olan sözlerle cevap verdi:
—
Kan doğru çizgide kalma gücü taşımaz oğlum. Sırf Türk olduğunuz İçin doğru
çizgide kalacağınızı sanmak aldanmaktır. Irkınızı sevin ama Türk olmakla her
şeyin bittiğini sanmayın. Bu defa Turgut atıldı:
—
Biz Çin seddine adımızı yazdırmışız. Bize kim "dinsiz olun" demeye cesaret
edebilir? Onun çenesini dağıtırım!...
Babam
bizi sıktığını anlayınca kapının önündeki odunların üzerine oturup devam
etti:
—
Biliyorum, sizi iyice sıktım. Bağışlayın evlatlarım. Ben Rusya'da kaldığım
yıllarda dinsizliğin canileştirdiği gençleri gözlerimle gördüm. Ah evlatlarım,
ah! Bilemezsiniz, dinsizlik ile şartlanma birleşince insan nasıl insanlıktan
çıkar.
Babam
ikimizin yüzüne baktıktan sonra devam etti:
—
Son olarak şunu söyleyeyim evlatlarım. Dinsizlik insanın merhametini alır. Öyle
hale getirir ki, kendi kardeşinin derisini şarkı söyleyerek yüzer hale gelir
insan. Bunu unutmayın yeter.
İkimiz
de dudak büküp geçtik. Yine otobüsümüzü bekliyoruz.
Anacığım
yine bize börekli çörekli bir şeyler hazırlamış. Ablam da yanımızdan ayrılmıyor,
o da hasretle bakıyordu bize. Bir ara yanına gidip kulağına
fısıldadım:
—
Abla! Sana bir şey söyleyeyim mi? iki yıldır bir mektup dahi göndermeyen sevgili
bence olmuş bir el gibi. Onu bekleme, sonra pişman olursun. Şaka yollu
vurdu bana:
—Seni
cin fikirli seni... Sus bakalım! Sana söz düşmedi.
Otobüse
bindiğimizde bir de baktım, sevdiğim kız Aybalam da gelmiş, elini fazla
kaldırmadan bana parmaklarını sallıyordu. Ama onun bunu el sallamak niyetiyle
yaptığını, etraftan çekindiği için elini kaldıramadığını ben
biliyordum.
Tekrar
okula başladığımızda biz aynıydık. Ama bize uygulanan plânlar aynı değildi.
Turgut'la ikimize birer roman verdiler. Aslında öğretmenimiz veriyormuş, ama
kendi elini kullanmamış, arkadaşımızın elini kullanmış.
İlk
roman sıradan bir macera idi. Hoşumuza gitti. Tekrar roman istedik, verdiler.
Onları da okuduk. Böyle sıradan romanlarla, arkadaş kaynaşmalarıyla ikinci
ayımız da geçti. Sonra bizi gezdirmeye başladılar. Öyle eğleniyorduk ki, bu
ilginin altında bir tuzak olabileceği, aklımızın ucundan bile geçmiyordu. Üçüncü
ay, derken dört, artık bize, biz büyük adammışız gibi sorular sorup bizden
cevaplar bekliyorlardı. Önemsiyorlardı bizi. Adam yerine konuyorduk. Şimdiye
kadar böyle saygı görmemiştik. Beşinci ayımızda ailemizin cahil olduğuna
inandırıldık. Altıncı ayımızda anne ve babamızı iyice yobaz görmeye ve "Allah
var mı, yok mu?" diye düşünmeye başladık. Bize Allah'ı inkar etmemiz için birden
inanma dememişlerdi. Dolaylı yoldan sorular soruluyor, bizde cevap veremediğimiz
yerde eziliyorduk. Bu ezilme sonunda önce Allah'ın kulunu imtihan etmesini ve
suçsuz yere adam öldürenin öldürülme prensibine, yani kısas hükmüne karşı
çıktık. Farkına varmadan bu duruma gelmiştik.
Her
şeyi öyle ustalıkla ayarlamışlardı ki, altı ay gibi kısa bir sürede Allah'ın
varlığını tartışmaya başlamıştık. Nerede Müslüman kılıklı hatalı yobaz birini
görseler, "işte Müslümanlar böyledir" diye bizi Müslümanlardan soğuttular. Bizi
devamlı takip edip fikirlerini işliyorlardı. Her hafta 2-3 kitap bitiriyorduk.
öyle çok çalışıyorduk ki...
Bir
yılı geride bıraktığımızda, biz artık Allah din tanımaz olmuştuk. Ama henüz bunu
ailemizden gizliyorduk. Nasıl olmuştu da biz Allah tanımaz olmuştuk? Hâlâ
düşünüyorum da, bize dinsizlik telkini verenlerin ustalıklarına akıl
erdiremiyorum. Öyle hale geldik ki, ne Türk oluşumuzu, ne de Müslüman oluşumuzu
hatırladık. önce sosyalist ayaklarıyla bize yaklaşıldı, sonra Komünizmde
netleşti tavırlar.
İkinci
yılımızda tam bir militan olmuştuk. Hayallerimde bombalama, adam öldürüp
gazetelere çıkma vardı. Dünya umurumuzda değildi. Asardık, keserdik; bizce, biz
her şeyi yapardık. Faşistlere dünyayı dar edecektik. Bir yandan da bize,
komünizm gelirse bütün insanlığın rahat edeceği telkin ediliyordu. Bütün
gayretimizle komünizmin gelmesi için uğraş vermeye başladık.
Babam
kuşkulanmıştı halimizden. İnanmak istemese de, bir şeyler sezinlemişti. Biz de
saklamaya lüzum görmüyorduk artık. Hele Turgut iyice kararını vermişti. Sık sık
söyleniyordu:
—
Ben artık dayanamıyorum. Babama da, anneme de söyleyeceğim. Hâlâ örümcek kafalı
olduğumuzu sanmasınlar!
Köye
gittiğimizde Turgut babama üstüne basa basa sordu:
—
Baba! Senin Allah dediğin nerede durur? Babam, kısa bir şaşkınlık ve şoktan
sonra cevap verdi:
—
Kuran'ın ifadesiyle "kendi Arş'ının üstünde.” Anlar mısınız bu ne
demektir?
İkimiz
birden atıldık:
—
Bırak be baba. Bu eski kafaları bırak. öyle şeye inanma. Çağdaş ol biraz. Bu
çağda Tanrıya inanmak olacak iş mi?
Babamın
gözleri âdetâ yuvalarından fırladı, ağzı açık kaldı bizi dinlerken. Sonra
gözyaşları içinde mırıldandı:
—
İşte korktuğum buydu. Yandım Allah'ım!
Yorgun
yorgun tahta merdivenleri çıkarken, durdu. Gözyaşlarını silip bize cevap
verdi:
—
Belki yüz bin, belki bir milyon yıl önce Hazret-i Nuh'un oğlu da inanmıyordu. O
halde o sizden bir milyon defa daha çağdaş olmalı. Ayrıca şunu unutma oğlum.
İnançsızlık bu çağda çıkmış bir şey değildir. Milyonlarca yıl öncesinde de,
inanan ve inanmayan hep vardı.
Sonra
annem öğrendi düşüncelerimizi, derken köylümüz... önceleri bizi yadırgadı
köylüler. Sonra gençlik bize daha çok özendi. Aldığımız telkine göre zaten boş
durmuyor, aydan aya eve geldiğimizde gençleri enseliyorduk.
Babam
içten içe yansa da bizimle muhatap olmuyor, mümkün mertebe konuya girmekten
kaçınıyor, bizi savunmaya geçirmiyordu. Meğer babam iyi biliyormuş ki, bir
militanı savunmaya geçirirsen, fikrinde daha çok pekişirmiş.
Bizim
tanrımız da, canımız da Lenin ve Marks olmuştu artık. Stalin de küçük ilahımız
gibi bir şeydi.
Biz
böyle devam ederken, derslere ilgimiz de azalmıştı. Meğer bazı mihraklar,
öğrenci enerjisini örgüt çalışmalarına versin diye onları derslerden
soğuturlarmış. Biz kendi aramızda çok ders çalışana "köpek gibi ders çalışıyor"
derdik. Bize de aynı şey deneceğinden korktuğumuz için çalışmayı aptallık gibi
görürdük. Bu arada hiç akıl edip düşünmezdik bile, "köpek gibi ders çalışıyor"
da ne demekti? Ders çalışan bir köpek mi vardı ki, bize bu söylenmiş ve
söylettirilmişti?
Yine
aynı hızla çalışırken aylar geçti üstümüzden Ve derken... Derken olanlar
olmuştu...
Dilim
varmıyor söylemeye, ama biz tam bir dinsiz olmuştuk. Hem de babamızdan da nefret
eder hale gelmiştik!
Evimize
gittiğimizde babamızın yüzüne bile bakmıyorduk. Bir defasında beş ay geçmiş, biz
eve gitmemiştik. Beş ay sonra gittiğimizde annemize bile özlem duymadığımızı
fark ettik. Zaten bizim için ana-baba da kim oluyordu? Varsa yoksa davamız...
Dünyayı afyon olan dinlerden kurtaracaktık! Özellikle de İslam'dan...
Biz
her birimiz ayrı bir gurubun başkanı seçildik. Mutluyduk. Başkan olmak ne
demekti? Bir ayrıcalık, bir üstünlüktü!
Bir
yandan insanlar eşit olsun diye çalışıyoruz desek de, başkan olma yoluyla
başkalarından üstün olmak bizi mutlu ediyordu. Bunu kimseye söylemesek
bile...
Eşitlik
konusunu çok işlerlerdi. Biz de işlerdik taşradan yeni gelen öğrencilere.
Komünizm gelince mutlu olacaktık... Halk eşitliği sağlanacaktı. Özgürlük
gelecekti. Bunun gibi daha pek çok vaatler verilmişti.
Çok
çalışıyorduk. Bazen Örgüte yeni giren gençlere birer eylem yaptırıyorduk, sonra
"örgütten ayrılırsan bu eylemini ihbar ederiz" diyorduk. Böylece onları örgüte
bağlıyor, sonra da dilediğimiz gibi kullanıyorduk. Bu arada bizden üsttekiler de
bizi kullanıyormuş da haberimiz yokmuş.
Devamlı
mutluluk vaat ediliyordu. "Yaşasın devrimciler" deniyordu, biz de "yaşasın
devrimciler" diyorduk.
Yaşasın!...
Herkesin
yaşama hakkı vardı. Ama herkes haksızlık yapmadan yaşamalıydı. İnsanlık buna
mecburdu. Fakat sadece devrimciler yaşamalıydı, bize göre.
Çin'de
devrim oldu olacaktı... Mao gelecek, faşizm bitecekti. Aman Allah'ım! Ne kadar
çok çalışıyorduk öyle!...
Aklıma
geldiğinde burnumun direğini sızlatan olayların biri de, o masum annemize, o
yaralı ablamıza bile eski sevgimizin kalmayışıydı. Ama yine de konuşuyorduk
annemizle, ablamızla. Gözlerine bakmadan, sevgi ve şefkat
sunmadan....
Ne
sevgi veriyorduk, ne de onlardan sevgi bekliyorduk.
Sonradan
öğrenecektim ki, hasret, inanç birliğinin devamından kaynaklanır.
* * *
Sonunda,
artık ailemize karşı bir hasretimiz kalmamıştı. Hasretten öte, özellikle
babamızdan nefret bile ediyorduk. Babamıza karşı gelirken kahramanlık yapıyor
gibi hissederdik kendimizi. Zira bize "devrim uğrunda babanı öldürmen gerekse,
öldüreceksin" telkini yapılmıştı!
Zavallı
annem, zavallı babam! Kahroluyorlardı! Ama bu bizim umurumuzda bile
değildi.
Hayret
ettikçe edesim geliyor. Dinsizleştikten sonra annemi de, babamı da çok çirkin
görür olmuştum. İkisi de bana korkunç geliyordu!
Aman
Allah'ım! Meğer nefretin sonucu ne çirkinmiş!
Babam
zaman zaman bizi Allah'a davet etmeye kalkıyordu. Bizim komünizm fikrindeki
kararımızı gördükçe de daha çok kahroluyordu.
Arkadaşım
Şi de komünist oldu. O zaten fikren Komünistti. Fakat Buda'ya inanmasından
dolayı pek saygın devrimci sayılmıyordu.
Bizi
Allah'tan vazgeçiren zihniyet, onların Buda'sına merhamet mi
edecekti?
Şi
Buda'dan çok zor koptu. Biz bile Allah inancından koparken onun kadar
zorlanmamıştık.
Aman,
neler gördü gözlerim. Nice canlara kıydık "faşiste ölüm" diye. Zaten bizce
devrimci olmayan herkes faşistti.
Yaşamak
bizim hakkımız,
Biz
olmayanındır ölüm!
Yaşamak
için öldüreceksin,
Ölmen
gerekirse, yaşatman içindir.
Karanlık
dünya aydınlanacak,
İnsanlık
mutlu yarınlara kavuşacak!
Ah,
gözü kör olası şartlanma ah! Nasıl da girdin kanımıza! Ne Türk kanı ayırt ettin,
ne de kan ilgilendirdi seni.
* * *
Yıl
1949'du. Bir sabah Mao'nun ihtilal yaptığını, özlediğimiz komünizmi ilân
ettiğini duyduk.
Bayramımızdı
o gün. Çıldırmıştık sanki. Evet evet, o bir çılgınlıktı!
Turgut'la
ben birbirimize sarılıp dakikalarca ağladık sevinçten. Sonra oynamaya
başladık.
İkimiz
de ermiştik muradımıza. Devrim de yapılmıştı işte.
Şimdi
sıra mutlu olmaya gelmişti. Anayı babayı kaybetmiştik, ama mutlu olmayı
arıyorduk.
"Çin'e
komünizm gelince Türkistan ikiye bölünecek" sözlerini sık sık duyardık. Batı
Türkistan'ı Rusya, Doğu Türkistan'ı Çin alacakmış. Bizim topraklarımız onların
pastası olmuştu. Dileyen dilediğini yapıyor, ses çıkaran olsa ânında
öldürülüyordu.
Bizim
için insan öldürmek kuş öldürmekten daha basit ve daha zevk verici olmuştu.
Vallahi aynen dediğim gibi olmuştuk. Dinsizlik ve şartlanma bir araya gelince
insan ne kadar kör oluyor, aman Allah'ım!
Gözümüzün
önünde öldürüyorlardı Doğu Türkistanlı Müslümanları. Sonra da "bu faşist
köpekler yurdumuzu Rusya'ya satacaklardı, o yüzden öldürdük" diyor, halkı da
buna inandırıyorlardı. Meğer o canlar Müslüman diye öldürülürmüş de bize yalan
söylenirmiş "vatan hainidir" diye. Biz de aptallar gibi inanırmışız.
Aman
Allah'ım! Nasıl unutulur o vahşi günler! Caminin imamını öldürmüşlerdi de, sonra
minareye çıkıp, "ey insanlar! Bu imam tabutun içine silah ve ülkemize ait
plânlar saklamış. Biz de ele geçirdik. O yüzden bu vatan haini faşist köpeği
sizin İyiliğiniz için hemen öldürdük" demişlerdi. Namussuzlar!
Yalanı
ve iftirayı nasıl da beceriyorlardı. Bir de ilâve ediyorlardı:
—
Hiç kimse İslam dinine zarar veremez. Kimse Türk'ün kılına dokunamaz. Türk
özgürdür. Rusya'nın güdümü altına girmez. Siz hiç korkmayın... Biz varız...
Köpekler!...
Şerefsizler!... Keşke bu kadarla kalsaydılar.
Meğer
o İmam ne güzel Müslüman’mış!
Tabuta
uydurma evraklarla silahları kendileri koyup halka göstermişler. Biz de haberi
duyduğumuzda, "faşist köpeği vatan satmanın ne olduğunu gördü" diye onun ölümüne
seviniyorduk. Asıl vatan satan namussuzları da dost biliyorduk, yoldaş
biliyorduk...
Bana
ve Turgut'a önemli görevler veriliyordu.
Mutluyduk.
Yıllar
sonra anlayacaktım ki; Hasret, inanç birliğinin devamlılığıdır.
Benim
ilk uyanışım o gün başladı.
Turgut'la
ikimiz eve geldiğimizde annem bize sarıldı. Ablam da... Oturduk pencerenin
Önüne. Baktım babam geliyor. Turgut babama baktı. Gözlerini kısarak, nefret dolu
sözlerle babam için söylendi:
—
Faşist köpek geliyor! Bak Kaan bak. Babamız denilen adam nasıl da domuza
benziyor değil mi?
Birdenbire
tepemden aşağı kaynar sular döküldü sanki. Başım dönmüştü. İşte bu, benim
uyanmamın ilk adımı oldu.
İlk
defa "aldatıldık" diye düşündüm. İlk defa başladım düşünmeye.
Turgut'a
dönerek sordum:
—
Turgut! Biz babamıza neden köpek diyoruz? Babamız ne yaptı da biz ondan bu kadar
nefret ediyoruz? Asıl önemli olanı, biz bu hale nasıl geldik?
Yüzüme
soğuk ölü bakışıyla baktı.
—
Ulan, faşistlik yapma şimdi. Israrla tekrar sordum:
—
Bu sorumun cevabı değil Turgut. Babamdan nasıl oldu da bu kadar nefret
ettik?
Gözlerini
açarak kin dolu bir sesle haykırdı:
—
Onda faşist ruhu var yoldaş. Sakın faşistlere merhamet etme. Duygusallığı
bırak.
Bırakamadım
duygusallığı. Düşünmeyi bırakamadım. Tekrar Urumçi'ye giderken hep düşünüyordum.
İçim dolu dolu olmuştu. Birisiyle dertleşmek istiyordum. İçim kan ağlıyordu.
Turgut'a seslendim:
— Yoldaş!
— Ne
var, dedi buz gibi sesiyle
—
Bir şey yok, dedim.
Nasıl
olsa beni anlayamayacaktı. Ona hiçbir şey söylemedim. Artık kendime sakladım
düşüncelerimi. Kavgamı kendimle yapıyordum. Ne kavgaydı o!
Bir
başka gün Turgut'a yine sordum:
—
Turgut! Bize "Allah tesadüfen nasıl oldu?" diyorlardı ya, kendi kendime
düşündüm. Allah sonradan yaratılmadı, o hep vardı İnancımıza göre... Ama akıl
onu tartacak kapasitede değil. Farz edelim ki Allah tesadüfen var. O halde
Allah'ın varlığında bir tek tesadüf söz konusu. Ama alemin şu matematiksel
düzenine bak! Milyarlarca tesadüf, milyarlarca kez, tesadüfen bir araya
gelmişler, tabiat kanunlarını oluşturmuşlar. Bir kere tesadüfte yine mantık var
da, milyarlarca kez tesadüf milyarlarca defa bir araya mili metrik hesaplarla
gelir mi? Bir kez tesadüf olur, iki kez olur; ama milyarlarca kez tesadüf olur
mu? Benim kafam karıştı.
Yine
aynı bakışla baktı yüzüme. Aynı kelimeleri tekrar etti:
— Faşistlik
yapma yoldaş. Sonra yolda kalırsın. Evimize tekrar geldiğimizde annem sofrayı
kurdu. Bizi çağırdı. Turgut anneme döndü, beni göstererek konuştu:
—
Ben bu faşistle aynı sofrada oturmam!
Şaşırmıştım.
Şimdiye kadar ona sadece iki soru sormuştum. İki sorumun yüzünden bana “faşist”
diyordu ve benimle aynı sofrada oturmuyordu. Ben de avaz avaz bağırdım.
—
Çok ileri gidiyorsun sen! Aklımı kullanmama, düşünmeme bile tahammülün yok. Sen
delirdin mi Turgut? Hani komünizm gelirse biz daha çok özgür olacaktık? Bu nasıl
özgürlük yoldaş? Ben kardeşime aklımın ürettiği soruyu bile soramıyorum. Bu işte
bir yanlışlık var Turgut. Ne olur uyanalım! Galiba biz aldatıldık! Mutlu
olacağımız her şeyi elimizden aldılar. Baba sevgisine varıncaya kadar... İnsan
böyle mutlu olur mu? Bu işler sana da yanlış gelmiyor mu? Ne olur düşün, düşün
biraz Turgut.
Bana
akıl vermeye başladı:
—
Sen bu gidişle hain olursun, faşist olursun. Aklını başına al. Böyle köpeklik
yapma. Sonra...
—
Sonra ne olur yoldaş?
—
Seni vatan haini diye götürür, ellerimle teslim ederim.
Bu
defa buz gibi bakmak benim payıma düştü:
— Bunu
gerçekten yapar mısın?
—
Yaparım. Ben vatanım için, milletim için her şeyi yaparım!
Doğruydu.
Yapardı da... Zira komünistlere göre, "gâye vasıtayı meşru kılardı”. Ne vatanı,
ne milletiydi? Vatan, bağımsızlık adı altında Çin'in eline teslim edilmiş, başta
inancımız olmak üzere elimizden her şeyimiz alınmıştı.
Bir
gün Şi'ye rastladım. Sordum:
—
Bu gidişten memnun musun? Komünizmden beklediğin bu muydu? O da aldanmıştı.
—
Evet, memnunum, dedi.
Her
gün binlerce insan Rusya'ya kaçıyor, binlercesi öldürülüyordu. Kana doymuyordu
komünizm. Ama şartlanmış beyinlere bu durumu izah etmek için de bir kılıf
bulmuşlar; "bu bir süreçtir, vatan hainlerini temizliyoruz" gibi sözlerle halkı
aldatıyorlardı.
Artık
sürekli kendi kendime düşünüyor, gerçeklere ulaşmaya çalışıyordum. Bir arkadaşa
derdimi açamıyordum. Korkuyordum, casus olur da beni ihbar eder diye. Herkes
herkes için casusluk yapıyor, üstelik bunu ulvi bir görev sanıyorlardı.
Başı
kesilmiş tavuk gibi çırpınıyor, kendimi yerden yere atılmış gibi
hissediyordum.
Artık
köyümüze gelirken, Turgut otobüsün önünde, ben arkasında geliyorduk. Omuz omuza
çarpıştığım yoldaşım, kardeşim Turgut, iki sorumdan ötürü benimle pek konuşmaz
olmuştu. göz göze gelmekten bile
kaçıyordu.
Evimize
geldiğimizde, kapıda Aybalam'a rastladım. Yüreğim cız etti. Beni bekliyordu.
Oysa ben, komünizm sevdasına düşeli onu unutmuştum. Bana baktı soru dolu
gözlerle, birkaç kez yutkunduktan sonra sordu:
—
Nasılsın Kaan? Bayağı büyümüşsün. Yüzünü de hiç göremiyoruz artık. İnsan
köylüsüne bazen görünmez mi?
Yani,
bana demek istiyordu ki, "seviyorsan neden benimle ilgilenmiyorsun?" Haklıydı
kız.
—Seni
yakında babandan isteteceğim, dedim ona.
Gözlerime
baktı, sonra acı bir tebessümle sordu:
—
Senin yakın dediğin kaç yılın ifadesidir? Şaşırmıştım. "En kısa zaman" dedim.
Ama o kısa zamanın da bir ölçüsünü arıyordu.
Bu
defa babama çok acımaya başlamıştım. Gözlerim onu takip ediyordu. Babam artık
bizden korkuyordu. Resmen evlatlarından korkuyor, "belki beni uyurken veya tenha
bir yerde öldürürler" diye tedbirli hareket ediyordu.
Vah
benim masum babam, vah! Müslüman olmaktan başka hiçbir "suçu" yoktu. Okumaya
gönderdiği evlatları ona yılandan daha yılan yapılıp öyle gönderilmişti. Ona
Öyle acıyordum ki... Sonunda kararımı verdim. Turgut'un görmediği yerde ona her
şeyi, artık doğruya döndüğümü anlatacaktım.
Nihayet
onu dere kenarında yakaladım. Beni görünce korktu. Onu öldüreceğimi zannetti.
Bir baba nasıl bu hale gelirdi?! Aman Allah'ım! Babamın bana o günkü bakışını
hiç unutamıyorum. Rengi sararmış, tarifini yapamayacağım kadar acı bir korku
kaplamıştı bakışlarını... Canım babam! Bizi bu hale getirenler kahrolsunlar! Hiç
kımıldamadan bana bakıyordu. Gözleri dolu dolu olmuştu.
—
Biliyorum, dedi. Beni öldüreceksin! Onun için takip ediyorsun. Dur! Eğer
öldüreceksen, bari müsaade et, abdest alıp iki rekat namaz kılayım, öyle öldür!
Çocukluğumda bir hikaye okumuştum. Bir evlat babasını dağa götürmüş, "seni
öldüreceğim" demiş. Babası da "dur evladım. İki rekat namaz kılayım. Sağıma
selam verdikten sonra, soluma selam verirken öldür beni" demiş. O da beklemiş.
Aynen denileni yapmış. Çocuk babasına vurmak için baltayı kaldırınca, elindeki
baltayla birlikte taş olmuş. Biliyorum, sen taş olmayacaksın. Ama bana iki
rekatlık namaz izni verirsen, ben namazdayken Allah'ın huzuruna çıkmış
olacağım!
Bunları
anlatırken gözlerindeki yaşlar sicim gibi akıyordu.
Ben
babamı dinlerken şaşkınlıktan şoke olmuştum. Babamı bu düşüncelere ne sevk
etmişti böyle? Ciğerlerimin yandığını hissettim. Ona doğru yavaşça bir adım
attım. Bana yalvarmaya başladı:
—
Dur evladım! Ne olur, baba katili olma yavrum! Ben seni beni öldürmen için
büyütmedim. Bunun için okutmadım.
Gözlerimden
yaşlar dökülmeye başladı.
—
Sen ne diyorsun can babam! Ben sana kıyar mıyım? Hızla boynuna atılıp yüksek
sesle ağlamaya başladım.
—
Sana kıyar mıyım canım babam? Bunu nasıl düşünürsün? Seni böyle nasıl
düşündürttüler?
Sıkı
sıkı sarılıp hıçkırıklarla ağladım.
—
Bizi aldattılar baba!... Biz aldandık!... Bize tuzak kurdular. Ama ben uyandım
baba. Gerçeğe döndüm, doğruya yöneldim artık! Beni affet!...
Dakikalarca
sarılı kaldık birbirimize. O da şoke olmuştu. Bana sımsıkı sarılmış, yüksek
sesle ağlıyordu.
—
Oğlum! Balam, canım yavrum! Yıllardır bu sözleri duyacağım hayaliyle yaşadım.
Ben ölmeden bana bunu duyurdun yavrum... Artık ölsem de gam yemem!
Allah'ım! Sana şükürler olsun Allah'ım!
Babam
yüzüme bakıyor, sarsıla sarsıla ağlayarak bana tekrar tekrar sarılıyordu.
—
Demek uyandın yavrum. Anladın aldatıldığını.
Ağlamaktan
artık cevap veremiyordum... Babamsa durmadan yüzümü, gözlerimi öpüp beni
kokluyordu.
—
Yavrum! Kokunuza bile hasret kalmıştım. Kokun hiç değişmemiş.
İlk
defa o zaman anlamıştım ki, babalar da evlat kokusu koku alırlarmış.
Bana
göre sanki dünyalar babamın olmuştu. Yıllar sonra ilk defa gözlerinde mutlu bir
ifade görülüyordu.
Birbirimize
sarılı halde dakikalarca ağlaştık. Nihayet aylardır dolup taşan içimi en
yakınıma korkusuzca dökmüştüm. Ne casus olabilir şüphesi taşıyordum, ne de bir
korkum vardı. Meğer İnsanın düşüncelerini korkusuzca anlatabilmesi ne büyük
nimetmiş! Fakat bu nimetin kıymetini bu duruma düşmeyenler bilemezler...
Ağlamalarımız
ne kadar sürdü bilmiyorum. Sonra oturduk bir taşın üzerine. İçimdeki çocuğun
arzusuyla babamın dizlerine başımı koymak istedim.
Babamın
yüzüne bakıp tekrar ağlamaya başladım.
—
Canım babam. Çocukken olduğu gibi yine dizlerine yatmak istiyorum. Yıllardır bir
sevgi görmeyen ruhumun buna ihtiyacı var.
Başımı
babamın dizlerine koyduğumda; "İşte" dedim. "En büyük mutluluklardan birisi
bu!"
Ne
kadar güvenli bir yerdeydi başım. ömrüm boyunca bana öylesine bir zevk verecek
bir şeyi başım bir daha hiç göremedi. Bunu dünya gençliğine keşke
anlatabilseydim. Anlatamam ama. Ben onlara ulaşamam. Çünkü önümüze set çektiler.
Kimine göre ben faşisttim, kimine göre siyasal ümmetçi, aşırı dinci falan.
Çektiğim hasreti, acıyı bilemezler, İnanamazlar ki sesime kulak verseler.
Sonra
babama her şeyi anlattım. Ağacın altında karşılıklı oturarak sohbet ettik. O
sohbetin tadı bir başkaydı... Tatmayanın bilemeyeceği bir şeydi. O, rüyalarda
bile bulunamayacak bir şeydi.
Bir
ara çalılıkların arkasında beyaz pantolonlu birini fark ettim. Hemen yerimden
kalkıp ona doğru gittim. Beni görünce koşmaya başladı. Arkasından baktım.
Ağabeyim Turgut'tu bu. Eve doğru koşuyordu. Ben de hemen eve gittim. Baktım
sedirin üzerine oturmuş kitap okuyor. İçeri girdiğimde öylesine bir baktı bana.
Geçip karşısına oturdum:
—
Demek bizi takip ettin?
Hiç
cevap vermedi. Bu defa ben ondan korkuyordum.
—Söylesene,
bizi neden takip ettin? Hiçbir şeyden haberi yokmuş gibi davrandı.
—
Ne takibi! Ben kimseyi takip etmedim.
—
Yalan söylüyorsun! Seni gözlerimle gördüm.
Israrla
inkâr ediyordu. Ben de ısrarla "yalan" diyordum. Sonunda itiraf etti.
—Evet,
takip ettim. Faşist köpekle birlik olacağını tahmin etmiştim.
Ona
ağlayarak yalvardım.
—
Ne olur anla. Biz aldatıldık!... Biz yanıldık. Biz kurban seçildik. Din dediler,
gerçek dinimiz yerine kendilerinin istediği dini sundular. Vatan dedik,
vatanımızı elimizden aldılar; üstelik de "hakkınızı daha çok verdik" diye
aldattılar. Bizi kendi milletimize düşman yaptılar. Anamızı babamızı aldılar
elimizden. Artık bunları sen de gör Turgut.
Yüzüme
nefretle bakıp hakaretlerini sıraladı.
—
Namussuz! Hain köpek! Faşist domuz! Hâlâ konuşuyor musun?
Donmuştum.
Yine ısrarla uyanmasını, gerçekleri görmesini, hakikate dönmesini
istiyordum.
—
Hatırlar mısın babamın sözünü? "Dinsizlik" demişti; "şartlanmayla birleşirse,
kişi kardeşinin derisini şarkı söyleyerek yüzer hale gelir." İşte biz bu hale
geldik Turgut. Hâlâ neden uyanmıyorsun? Neden düşünmüyorsun?
Hızla
kalkıp çeneme bir yumruk indirdi.
—
Namussuz hain! Senin gibi kardeşin derisini yüzerken tabi şarkı söylenir. Sen
bir faşistsin!...
Hıncını
alamamış, tekmelemeye başlamıştı.. Bense onu kurtarma gayreti içindeydim, ona
vurmuyordum. Kan içinde kalmıştım. Ama benden akan kan önemli değildi. Benim bir
arzum vardı. Kardeşimi ve çocukluk arkadaşımı kurtarmak, ona uyanması için her
fırsatta bir şeyler söylemek. Yerde uzanmış olduğum halde ona sordum:
—
Bir insan ya komünist-devrimci, yada illa faşist mi olur Turgut? Üçüncü bir
düşünce modeli yok mudur? Bunu düşünmek çok mu zor Turgut?
Hıncını
alamamış, hâlâ vuruyordu. Ağlayarak devam ettim nasihatlerime.
—
Vur kardeşim, vur. Bir defa düşünmen için senden bin defa dayak yemeye
razıyım... Ne olur anla artık. Bunlar bize dost değil. Bunlar cani! Bunlar
gençliği aldatan sihirbaz! Yılan bunlar Turgut, yılan!
Bavulunu
aldı, kapıya doğru giderken yine nefretle bana baktı.
—
Faşist domuz! Değil derini yüzmek, etini yesem senden hıncımı alamam! Kapıyı
vurup çıktı. Yıllarca onu bir daha görmedim.
Ertesi
gün büyük ağabeyimin hanımı gelmişti bize. Beş yaşında bir oğlu, kucağında da
iki aylık bebeği vardı. Annem bahçede ateş yakmış, üzerine saç koymuş bize yufka
açıyordu. Biz de yeğenimle oynuyorduk.
Birden,
kapıda resmi bir arabanın durduğunu fark ettim. Çinli devrim muhafızları bize
doğru geliyorlardı. "Tamam" dedim. "Turgut ihbar etti, bunlar beni almaya
geldiler. Derimi kendisi yüzmedi ama başkalarına sipariş verdi!"
Galiba
on kişiydi gelenler. Babamı çağırdılar. Babam korkuyla geldi. Birisi hışımla
sordu:
—
Sen hâlâ İslam diyormuşsun, doğru mu? Ablam ayakta, annem oturduğu yerde,
hepimiz şaşkın şaşkın bakıyorduk babama. İşte bu, babamın en büyük imtihanıydı.
Allah ile komünist rejim arasında kalmıştı. "Hayır. İslam'dan vazgeçtim" dese
dinine ihanet etmiş olacaktı. "Evet" dese canı gidecekti.
Babam
önce benim gözlerime baktı. "Dinen hangisi doğruysa onu yap baba. Bu
namussuzlara taviz verme" dedim içimden. Ama dışımdan aynı şeyi söyleyemedim.
İman güçlü değilse can korkusu çok büyük olur.
Babam
cevap vermeden bir müddet durdu. Çinli komünist köpeklerden biri gelip babamın
suratına doğru şiddetli bir cop indirdi. Zavallı babam, "ah anam!" diye bağırdı.
Annem ve ablam bağırarak babama koştular. Babamın burnu kırılmış, ağzından da
kanlar akıyordu.
—
Söyle, İslam mı, biz mi?
Babama
tekrar tekrar vurmaya başladılar. Üst üste iniyordu coplar, dipçikler. Onu
kurtarmak için atıldım. İki komünist köpeği gelip kollarımdan tuttular. Üçüncü
kişi de devamlı bana vuruyordu.
—
Faşist köpek! O... çocuğu seni! Demek devrime ihanet ettin, şimdi de bize karşı
geliyorsun.
Annemle
ablamı da tartaklamışlardı. Yengem ise bir köşeye sinmiş, çocuğu kucağında.
korkudan donmuş gibi oturuyordu. İçlerinden biri emir verdi.
—
Kadınları alın götürün. Trene bindirin, birini kuzeye, birini güneye, birini de
doğuya gönderin. Bir daha bu diyarları bulamayacaklarını, birbirlerini asla
göremeyeceklerini bilsinler.
Babamla
beni birer kişi tutuyordu. Aynı görevli ötekilere seslendi pis pis:
—
Durun. Şunlara güzel bir sahne sunalım.
Yengeme
sokulan Hakanı çekip aldı.
—
Bu çocukla mı yapalım o sahneyi? Yok, bu işimize yarar. Onu büyütüp yoldaş
yaparız.
Yengemin
kucağındaki çocuk ağlamaya başlamıştı. Birden Hakan'ı yoldaşlarına veren köpek,
yengemin kucağından bebeği alıp yere fırlattı. Çocuk katıla katıla ağlıyordu.
Aynı köpek söylene söylene bebeğin yanına yaklaştı.
— Ağlama
faşist piç. Şimdi Öteki dünyaya gideceksin. Babama seslendi:
—
Şimdi bana iyi bak domuz.
Annemle
yengem feryat ederek bağırıyorlardı. İkisini de döverek ağızlarını bağladılar.
Babamla bana acı vermek bu sadistleri çok.mutlu ediyordu.
Çocuğun
başını ayağının altına alıp ezmeye başladı. Öyle sıkı sıkı bastırıyordu ki,
acımak diye bir duygusu yoktu bu cânînin. Çocuk sesini kesmişti. O durmadan,
bütün hıncıyla çiğniyordu küçücük çocuğun başını. Bağırdım avaz avaz:
—
Hainleeer! Namussuzlaaar! Allah belanızı versin sizin!
Gelip
tekme-tokat tekrar giriştiler bana. Yengem ve annem bayılmıştı. Babamla biz bu
vahşet dolu sahneye bakamıyorduk... Başımıza gelip "ya bakarsınız, yada
gözlerinize mil çekeriz " dediler. Tarifi imkânsız acılar içindeydik.
Bebeğin
başını ezen alçak, bu defa yüzünü, boğaz kısmını eziyordu. Bebeğin başından
derisi, yüzünden kaşı gözü soyulmuş, kanlar içinde, paramparça olmuştu.
Yıllardır
"İnsanlık" edebiyatı yapıla yapıla, yavaş yavaş kendileri gibi düşünmeyen
insanlara karşı yoldaşlarını bu hale getirmişlerdi dinsizler.
Bebeği
çiğneyerek öldürmek ona yetmemişti. Sonra belinden keskin kılıcını çıkarıp
bebeğin kulaklarını kesip bize doğru yürüdü:
—
Şimdi bu kulakları yiyin de insan etinin tadını bize anlatın.
Aman
Allah'ım! Bu neydi böyle?... Bu insanlar bu hale nasıl gelmişlerdi?
Babam
da, ben de yemedik kulak parçasını. Bizi saatlerce dövdüler.
Ağzımıza
zorla kulak parçasını sokuyorlardı. Aman Allah'ım! Ben bunları gördüğüm halde
nasıl çıldırmadım! Hâlâ aklım almıyor dostlar.
Kadınları
arabaya bindirmek için çekiştirirlerken yengeme kaydı gözlerim. Gülüyordu... Hem
de hiç bu kadar neşeli güldüğünü görmemiştim. İçimden "kahpe" dedim. "Demek
onların casusuymuş." Meğer kadın aklını oynatmış. Ben anlamadım ama devrim
muhafızları anlamışlar.
—
Bu kafayı yedi. Sıkın şuna iki kurşun. Aklı olmayan işimize yaramaz.
Yengemin
ağzını açarak, sırf zevk olsun diye kurşunu ağzına sıktılar...
Sevinmiştim.
Hiç olmazsa o kurtulmuştu. İçimden, "ablama ve anneme de kurşun sıksınlar" diye
dua ettim. Onların elinde kalırlarsa başlarına nelerin geleceğini biliyordum.
Yollarda tecavüze de uğrarlardı. Bir ömür boyu akla hayale gelmedik işkence
çekeceklerdi. "Bir anlık imkânım olsa da annemle ablamı bunların elinden
kurtarmak için öldürsem" diye düşündüm. Ama imkânım yoktu. Öldürmenin iyilik
olduğunu düşündüğüm o gün, fırsat bulsam annemi ve ablamı öldürecektim! O
sahneyi yaşamayanlar bu düşünceyi anlayamazlar tabi.
Sonra
annemle ablamı sürükleyerek hücre tipi taşıta götürdüler. Annem ağzındaki bağı
açmış avaz avaz bağırıyordu:
—
Kaaan! Kurtar beni yavrum, kurtar beni! Size hangi kelimelerle oradaki acılı
duygularımı anlatabilirim? Yok yok... O acıyı anlatabilecek kelimeler yoktur
lügatlerde. Hâlâ kulaklarımda annemin çaresizlik ve ıstırap dolu o sesi
çınlıyor... Beni her gün kahrediyor:
—
Kaaan! Kurtar beni yavrum! Kurtaramadım. Canım anamı kurtaramadım. Seyirci
kaldım karşısında...
İşte
o an ilk defa Cehennemin varlığına sevindim. Bunların hakkını Cehennemden başka
ne verebilirdi? Ya şu "öldükten sonra Cehennem yok" diyenler, bu insanların
cezasını çekmesini istemiyorlarmış edasıyla hümanist kesilenler... Güya
"Cehennem yok" diyerek kendi ölçülerine göre Allah'ı daha merhametli gösterme
gayretlerine girerler. Acaba benim gördüklerimi görselerdi, canları gözlerinin
önünde kıyılsaydı o zalimlere karşı ne diyeceklerdi? Cehennemin yokluğuna
inansalar bile, eminim ki Allah a "ne olur, bunlar için Cehennem yarat diye
yalvaracaklardır. Bu sözüme inanın.
Annemle
ablam arabaya doğru sürüklenirken, ablamın ağzı bağlı olduğu için gözleriyle
yalvarıyordu bana.
Seni
de kurtaramadım abla. Hâlâ yaşıyor musun acaba, onu bile bilemiyorum. Keşke
yaşıyor olsan da, benim de yaşadığımı bilsen ve bulsak birbirimizi; doyasıya
sarılsak, yılların hasretini gidersek seninle!
Biliyorum,
yüzün buruş buruş olmuştur. Ama göz çekirdeğin buruşmadığı için seni bir tek
gözünün çekirdeği kalsa, onunla bile tanırım. Eminim, o bakışların hüznü kat kat
artsa da, kırışıklıklar arasında göz kapakların gömülü olsa da, ben seni yine
tanırım abla!
Onları
arabaya bindirirken öteki gurup da babamla beni köy meydanına götürdüler. Bütün
köylüyü topladılar köy meydanına.
Dindarlardan
nefret etme duygusu uzun zamandan beridir yavaş yavaş verildiğinden, dindarlar
hakkında kötü bir şey söylendiğinde hemen inanıyordu halk. Komünist yönetim,
kendisini ve Mao'yu melek, dindar Müslüman Türkleri yılan gibi göstermişti.
Zaten komünizm Türk'e karşı değildi. Yoldaşlar da Öyle. Onlar, Türk'ün bilinçli
Müslüman’ına karşıydılar. Dünyanın her yerinde ve her ırkta olduğu
gibi.
Kadınıyla
kızıyla bütün köy halkı meydana toplanmıştı. İçlerinde Çin komünizminin hilesini
yutmayanlar vardı, ama çok azınlıktaydılar.
Ellerimiz
bağlı olarak gitmiştik köy meydanına Çinli köpeklerin üst rütbelisi masanın
üzerine çıkıp konuşmaya başladı:
—
Sevgili yoldaşlar! Bugün sizi buraya toplamamızın nedeni şu iki vatan hainidir.
Biz sizi Rusya'nın sömürüsünden kurtarmaya çalışıyoruz, bunlar sizi Ruslara
satıyorlar!
Cebinden
bir mektup çıkarıp tekrar halka döndü.
—
Bakın, şimdi size Kaan'ın üzerinde bulduğumuz mektubu okuyorum.
"Sayın
K.G.B. yetkilileri,
Emirleriniz
üzere ben ve babam görevimizi büyük bir gayretle yerine getiriyoruz. Sizlere
ülkemizde olup bitenleri bildirmek bizim için bir şereftir. Bu görevi büyük bir
aşkla yerine getiriyoruz. Size hizmet ettiğimizi kimseler bilmiyor. Aptal
köylülerimiz bizi anlayacak kapasitede değiller zaten..."
Kulaklarım
uğulduyordu. Artık okunanları duyamaz hale gelmiştim. Bir ara kendimi
kaybetmişim. Sonra kendime gelir gibi olduğumda, köylülerimizin bize
tükürdüklerini, vurduklarını fark ettim.
Avaz
avaz bağırdım, "bunlar yalan, inanmayın" dedim. Ama bize değil onlara
inanıyorlardı. Dindarlara karşı oluşturulan kin çok ustaca işlenmişti. Yıllardır
yavaş yavaş, sindire sindire yapılmıştı bu nefret işlemi.
Bir
ara baktım, sevdiğim kız Aybalam da bana tükürüyor. Onun tükürmesi hepsinden
ağır geldi bana. Yanıma yaklaşıp;
—
Domuz! Vatan haini, diye saçlarımdan tuttu. Sonra kulağıma eğilip
fısıldadı:
—
Hayır. Bunları mecburen yapıyorum. Ben sana inanıyorum Kaan.
Sanki
dünyayı bana hediye etmişti. Çok sevinmiştim. O andan itibaren hiç acı duymamaya
başladım. Her gelen "hain" diye vuruyordu. Etrafımdaki insanlardan babamı
göremez olmuştum. Sonra tekrar kendimi kaybetmişim.
Saatler
geçmiş üzerinden. Gözlerimi açtığımda güneş batmak üzereydi.
Hemen
babamı aradı gözlerim. Babam da bağlı olduğu sandalyede yığılmış halde
duruyordu.
Ahh
aldatılış ah!... Senden daha dehşet bir şey var mı acaba?
Daha
sonra tekrar halka dönen aynı soysuz, açıklamalarına devam etti. Bize
yaptıklarıyla halka gözdağı veriyorlardı aslında; fakat halka bunu
hissettirmiyorlardı.
—
Sevgili yoldaşlar! Bu vatan hainlerini ne yapalım? Kararı siz verin.
Köylüler
hep bir ağızdan bağırdılar:
—
Öldürün! Türk milletine ihanet edenin cezası ölümdür!
Gür
sesler içinde cılız çıkan sesler de vardı. İnsanların gözlerine baktım.
Bazılarının gözlerinde yaşlar birikmişti. Buna çok sevinmiştim. Demek ki
umduğumdan fazlaymış onlara inanmayanların sayısı. Bu da demek oluyordu ki, bir
gün bu azlar dirilecek, çok büyük işler yapacaklar. Komünizmin iç yüzünü dünyaya
tanıtacaklar.
Babamı
bağlı olduğu sandalyeden kaldırdılar.
—
Kalk ayağa! Mao için eğil, manevi selamını ver! Birazdan öleceksin!
Babam
artık ağlamıyordu. Önce bana baktı. Sonra köy halkına... Kararlı ve cesur bir
edayla kestirip attı:
—
Ölsem bile, Allah'tan başkasının huzurunda eğilmem!
Kahraman
babam. Sana helâl olsun. Ben de aşka gelip bağırdım:
—
Baba, sakın eğilme! Seninleyim... Babam, bana bakarak devam etti:
—
Merak etme yavrum. Kırk yıldır mânâsını bilerek Allah'a secde eden baş, kırk yıl
sonra kula secde etmez!
Sonra
tekrar köylülere döndü:
—
Size gelince... Allah'tan başka edindiğiniz bir ilahın elinden, şimdi bir başka
ilahın eline düştünüz. Allah'tan başkasını ilah edinenler ömür boyu kulların
ilahlığına boyun eğerler. Onlara işte böyle aldanırlar. Sizin yüzünüze tükürmeyi
bile iltifat sayarım. Sizi Öteki âlemde göreceğim inşallah! Bugünkü günü de
hatırlatacağım. Oraya gitmek için uzun zaman var sanmayın. Ben bugün gidiyorum,
siz de belki yarın orada olursunuz. Kaçınılmaz son, ebedî âlemdir. Orada
görüşmek üzere...
Sonra
yüksek sesle tekbir getirmeye başladı.
—
Allahu ekber, Allahu ekber!
Daha
fazla konuşturmadılar babamı. Gözlerini bile kapatmadan karşımdaki kazığa
bağladılar.
—
Gözleri açık kalsın ki, kurşunların kendisine doğru gelişini görme zevkini
tatsın, dediler.
Eline
silahını almış iki canavar babamın on metre kadar uzağında hazır vaziyette
bekliyordu. Babam bana baktı, ben babama... Donmuştum... Kilitlenmiştim...
Babamın gülümseyerek bana seslendiğini duydum:
—
Oğlum Kaan! Hadi Allah’a ısmarladık balam. Öteki memleketimizde görüşürüz. Benim
için sakın üzülme. Sen döndün ya balam, bu ölüm bana hiç geliyor.
Birden,
o vahşi sesle irkildim:
—
Ateş! Babam bağlandığı kazığın dibine yığılmıştı.
Oh,
ne kadar rahat etmiştim. Üzülmüyordum. Onların işkencesini bildiğim için,
babamın ölümüne çok sevinmiştim.
Allah
sana rahmet etsin babacığım! Cennette senin yanına geldiğimde, bir deste Cennet
gülüyle seni tebrik edeceğim. Dünyadan kalan hayranlığımı orda anlatacağım
sana.
* * *
Çağdaş İşkence
Babamın
ölüsünü orda bırakıp beni annemin içinde olduğu o kâbus gibi duran arabanın
arkasına bağladılar.
Arabayla
köyün içinde bir aşağı, bir yukarı süründürdüler beni. Annem sesimi duymasın
diye bağıramıyordum da. Kan revan içinde kalmıştım. Bu halimi gören bazı
köylüler bağırıyordu:
—
Geber pis casus!
—
Namussuz Kaan! Sürün de aklın başına gelsin! Köylüler aldanmıştı. Bu
tamam.
Ancak
ben hep şunu merak ederim. Casus olmadığımı bu Çinli köpekler biliyorlardı. Peki
onlar ne düşünüyorlardı acaba? Daha sonraki yıllarda pişman oldular
mı?
Devrim
heyecanı geçtikten sonra şöyle bir düşünüp, "biz ne yaptık" demişler midir? Hâlâ
bunu merak ederim.
Arabanın
arkasında beni kilometrelerce süründürdüler. Yeni yapılmıştı yolumuz ve ben bu
yolda sürünüyordum. Kendimi iyice bırakmıştım. Kollarım yerinden çıkmaz da beni
bırakmazlarsa, böyle gidecektim.
Araba
durduğunda hava kararmıştı. Ölü gibi arabanın arkasında yığılmış kalmıştım. Ayak
seslerini duyuyordum ama göz kapağımı dahi açacak halim kalmamıştı. Arabanın
içinden de hiç ses gelmiyordu.
Canım
annem!
Ne
yapıyor acaba? Oğlunun saatlerdir kendi bulunduğu arabanın arkasında olduğunu
bilse her halde çıldırırdı.
En
son bunu düşündüğümü hatırlıyorum.
* * *
Gözlerimi
açtığımda önce bir kuyunun içindeyim sandım. Karanlık, ama kapkaranlık bir
yerdi. Elimi nereye uzatsam parmaklarıma duvar çarpıyordu.
Meğer
hücredeymişim. Aradan bir hafta geçmiş. Ben bunu gardiyan Chu Yui'den
öğrendim.
Hayret
bir şey doğrusu. Dile kolay, bir hafta... Yememişim, içmemişim, uyanmamışım,
hiçbir ihtiyaç hissetmemişim. Kafam yerinden zor kalkıyordu.
Nerede
olduğumu anlamaya çalıştıktan sonra ilk işim su istemek oldu. Bana iyi davranan
gardiyan Chu Yui getirdi bir tas su. Karanlıkta, açılan hücre deliğini zor
gördüm.
Suyu
alıp hemen içtim. Aman Allah'ım! İçtiğim neydi öyle? Acaba bana idrar mı
içirdiler? Bu sorunun cevabını hiçbir zaman öğrenemedim. Yemekte aklıma gelse
midem bulanıyordu.
Sonra
"açım" dedim. Yine ne olduğunu görmediğim bir yemek geldi. Tadı nasıldı, onu
hatırlayamıyorum. Ama ekmek denen şeyi el yordamıyla tuttuğumda kiremit
sanmıştım. Sonra ekmek olduğunu anladım.
özgürlükçü(!)
sosyalist ülkeler...
Aydın
ve çağdaş(!) rejimler...
İlerici(!)ve
modern(!) düşünce...
Gelsinler...
Gelsinler de kendilerini bana anlatsınlar.
Bu
hücrede Chu Yui'den başka beni hiç kimse sormuyor... Ne mahkeme, ne hakim... Ne
avukat, ne yargıç...
İki
ay kendime gelemedim. İki ay sonra hücremde oturup kendi kendime düşündüm.
—
Anlaşıldı Kaan. Seni buradan çıkarmayacaklar... Gardiyan Chu bile bunu söyledi.
Bu Çin işkencesinin bir numaralı modeliymiş. Tek gayeleri insanı böyle
çıldırtmakmış. Aklını başına al Kaan. Sakın seni çıldırtmalarına izin verme.
Aklını koru ve bir program yap kendine.
Kendimle
anlaştım.
Sonra
aklımın yerinde olup olmadığını düşünmeye başladım. Acaba aklım başımda mıydı?
Kendi kendime konuşuyordum. Delirmiş olabilir miydim? Oturup aklımı kontrol
ettim.
Benim
adım neydi? Kaan. Babamın adı Tuğrul. Anamın adı Hürmüz. Vay! İki aydır annem
babam ilk defa aklıma geldi. Sonra ötekiler ve derken Turgut geldi aklıma.
Bütün
bedenimin titrediğini hissettim. Ben Turgut'u da iki aydır hiç hatırlamamıştım.
Sonra tek tek olayları hatırlamaya başladım.
Annemi,
babamı, gördüğüm acıları hiç düşünmüyordum. Kendime acı verecek hiçbir şeyi
hatırlamamalıydım. Kendimi yönlendirdim. Bana acı verecek hiçbir şeyi
düşünmeyecektim.
Fakat
ne yaptımsa Turgut'u aklımdan çıkaramadım. Dünyada en çok merak ettiğim şey,
onunla karşı karşıya gelip gelemeyeceğimdi. Yüzüme bakarken nasıl bir tavırla
bakacaktı acaba? Babamı öldürttüğünü, annemin ve ablamın başına gelenleri
öğrendiği zaman ne düşünmüştü? Ah, bunu bir öğrenebilsem. Aklım fikrim bu
noktada kilitlenmişti.
Birkaç
gün sonra hücremin kapısı açıldı. İki adam geldi. Bu alçakların birisi Türkistan
Türklerindendi. Acaba aklımı oynatmış mıyım, iki aydır çektiğim sıkıntılarda
neler hissetmişim, bunları Öğrenmek İçin beni kontrole gelmişler. Dosyaya
aklımın yerinde olduğunu yazdılar.
Türk'e
sordum:
—
Hayatından memnun musun?
—
Tabii, dedi. Sizin gibi dincilerin hesabını görmek bir hizmettir.
Hücre
kapısını kapatırken onun suratına tükürüp bağırdım.
—
Namussuz!... Gardiyan Chu bana çok kızdı.
—
Bak, böyle yaparsan seni öteki hücreye atarlar. Şimdi seni dövmem lazım ama ben
bunu yapmıyorum. Bir daha böyle taşkınlık yapma. Şunu da unutma, benden iyisine
hiç rastlamayacaksın.
Ertesi
günü cellat ruhlu, elinde cop olan biri, yanında başka bir caniyle hücreme
geldi. Sert bir ses tonuyla bağırdı:
—
Faşist casus, ayağa kalk! Zaten yatan kim?
—
Ayaktayım, dedim.
—
Şimdi söyle bakalım, fikirlerinde bir değişme oldu mu?
—
Hangi fikirlerimde?
Daha
soru sorar sormaz coplar sırtıma, başıma, yüzüme, nereme rastlarsa inmeye
başladı.
—
Seni faşist seni! Bizi aptal yerine koyuyorsun öyle mi? Sen bilmiyor musun hangi
fikirde olduğunu? Söyle, fikrinde bir yenilik oldu mu?
—
Benim fikrim bozuk değildi. Ben vatanıma ve milletime ihanet etmedim. O kadar
alçalmadım.
—
Öyleyse neden buradasın?
Nasıl
anlatabilirdim neden burada olduğumu? Buraya gelen herkesin mutlaka suçlu
olmadığını, hatta suçlu muamelesi görmek için dindar olmanın yeterli olduğunu...
Kısık bir sesle mırıldandım:
—
Birincisi, "biz neden babamızdan nefret ettik?" diye sorduğum için. İkincisi de,
Allah hakkında düşündüğüm için. Bütün suçum bu. Beni biraz daha dövüp
gittiler.
Dört
beş saat sonra hücremin tavanından bir damla su damladı. Aldırış
etmedim.
Sonra
damlalar sıklaşmaya başladı. Soba borusu kadar bir tuvalet ihtiyacını giderme
yerim vardı. Onun üzerindeki kapağa vuruyordu damla. Öyle tuhaf ses çıkarıyordu
ki, o sesi daha önce hiç duymamıştım.
Tınnn...
Tınnn... Tınnn...
Bu
damlalar o gece sabaha kadar devam etti. Gece nöbetçisine yalvardım:
—
Ne olur bu sesi kesin! Dayanamıyorum!
Chu
gibi değildi bu köpek. Ne zaman hücre deliğinden bir soru soracak olsam, hücre
deliğinin kapağını açıp içeri tükürürdü. Dindarlara olan kininin bir
göstergesiydi bu.
Ben
de tam dindar olsam bari. Alnım secde görmemiş, ama adım dinciydi. Dinsizler
takmıştı bu ismi bize..
Gardiyan
Chu gelince öğrenecektim bu damlaların ne zaman kesileceğini. Sabaha kadar
beynim şişti.
Gardiyan
Chu gelince hemen ona anlattım durumu. Sordum "bu nedir, ne zaman kesilecek?"
diye. Yüzüme bakıp cevap verdi:
—
Aslında ben faşistlerle hiç konuşmak istemem. Onlardan nefret ederim. Ama sana
acıdım.
—
Ben o nefreti biliyorum. Sen soruma cevap ver.
—
Nereden biliyorsun?
—
Aynı tezgâhtan geçtim... Ismarlamadır bu nefret ve hep aynı boyuttadır. Aynı
eserleri okuduk. Aynı telkinlerden geçtik. Ben de bir zamanlar devrimci olmayan
herkesten nefret ederdim. Dünyanın en iyiliksever insanı bile olsa benim için
fark etmezdi. Onun için seni anlıyorum. Anlayamadığım bir şey var. Neden
acıdığın için bana iyi davranıyorsun? Doğrusu anlamak isterim.
—
Çok merak ettinse anlatayım. Galiba hücreye gelişinin beşinci günüydü. "Seni
kurtaramadım, beni affet annem" diye inledin. Anne acısını bilirim. 0 yüzden
faşist de olsa, ana için yanan yürek beni etkiler... Anladım ki senin anneni de
götürmüşler.
Hemen
hücre deliğine yaklaştım.
—
Sen nereden biliyorsun?
—
Onu bilmeyen mi var? Vatan hainlerinin hepsine devlet yeni bir bölme politikası
uyguluyor. Ailelerin her ferdini ayrı ayrı bölgelere götürüyor. Hiç kimse
akrabasını bir daha bulamayacak. Ne kadar zekice bir buluş değil mi?
Yıllar
sonra öğrenecektim ki, beni hain diye taşlayan köylüm de meğer komünist-dinsiz
rejime yaranamamış. Onları da alıp çil yavrusu gibi dağıtmışlar.
Chu'dan
bazı haberleri alıyordum.
Fakat
hücre beni her geçen gün sıkmaya başlamıştı. Bunalıyordum. Bir ışık... Bir çizgi
kadar ışığa bile hasret kalmıştım. Meğer ışık ne büyük nimetmiş. Bunu bu hücre
öğretti bana.
Karanlıkta
insan ruhu bir tuhaf oluyor. Bu damla sesi de karanlıkta çıldırtıyor insanı.
Sonunda
Chu bana onu da söyledi.
—
Bu damla sesi, mahkumu çıldırtmak için ayarlanmış. Yani sen bir ayı bulmaz
çıldırırsın.
Gardiyanın
umurunda değildi dünya. Boş vermiş edasıyla konuşuyordu:
—
Daha iyi olur. Aklın gidince derdin de biter, insan derdi de akılla anlıyor,
Öyle değil mi?
Yüksek
sesle cevap verdim:
—
Demek ki Allah aklı çok mükemmel yaratmış. Birden ses tonu değişti Chu'nun.
—
Biz de bir zamanlar Buda'ya inanırdık. Sen de inanıyorsun. Aklı kimsenin
yarattığı yok. O tesadüfen oluştu.
—
Tesadüfen oluşan şey bir düzensizliğe uğrayınca yıkılmaz Chu. Tesadüfün düzeni
olmaz ki yıkılsın.
Bana
kızarak hücre deliğini kapattı. Yine kendi kendime kaldım.
Ne
yapsaydım şimdi? Bu ses, bu karanlık beni delirtecek. Mutlaka bir yolunu
bulmalıyım. Aklımı oynatmamalıyım. Aklım giderse ben de giderim. Biterim...
Chu
benimle konuşmaz olmuştu. İnsanın konuşacak kimsesi kalmayınca hepten bunalıyor.
Bir insan sesiyle bile dünyada olduğunu anlıyor insan.
Bir
program yapmalıyım. Saatlerce düşündükten sonra karar verdim.
Birincisi,
her sabah kalkıp spor yapacağım. İkincisi, kendi kendime konuşup kelime hazinemi
kaybetmeyeceğim. Konuşmayı unutmamak ve dilimi çalıştırmak için konuşmalıyım.
Aksi taktirde dilim konuşmayı unutacak. Üçüncü olarak, düşünme egzersizi
yapacağım. Ufkumu körletmeyeceğim.
Bunlar
güzeldi ama bu ses bütün gayretime rağmen beni çıldırtmaya yeterdi. Daha
şimdiden beni strese sokmuştu.
Betondu
yatağım.. Üzerimdeki kıyafetim artık leş gibi kokuyordu. Hâlâ kanlı pantolonum
üzerimdeydi. Aman Allah'ım! Damarımda taşıdığım kan böyle pis mi kokuyordu. Bunu
ilk defa düşünmüştüm.
Aylardır
yıkanmadığım bir yana, bitlenmiştim de.
—
Allah'ım! Bana sabır ver!
Her
şeye dayanırdım belki. Ama bu sese dayanmam hiç mümkün değildi.
Nerdeydim?
Burası neresiydi? Hücre deliğinden Chû'ya sordum.
—
Ne olur Chu, bir kelime soracağım, aç kapıyı. Saatlerce yalvardıktan sonra hücre
deliğini açtı.
— Ne
var, ne oldu?
— Bana
söyler misin Chu, burası neresi? Şaşkın şaşkın baktı yüzüme.
— Hücre!
Yoksa içerden saray gibi mi görünüyor?
— Hayır
hayır. Belde olarak ben nerdeyim? Türkistan'da mıyım, Çin'de miyim?
—
Senin için ne fark eder? Çok değil, bin kilometre yol geldin.
Hayret
etmiştim. Demek ki ben çok kötü bir durum atlatmıştım ki, bu kadar uzun
yolculuktan haberim olmamıştı. Tekrar hücremle baş başa kaldım.
O
geceyi de geçirdik... Ses beni korkunç bir duruma sokmuştu. Sabaha kadar
uyuyamadım. Sabahtan sonra uyumuşum.
Kalkınca
spora başladım. Ayaklarımı yürüyormuş gibi hareket ettirerek biraz hızlandım.
Gardiyan Chu seslendi:
—
Hey, orda kim var? Bu sesler ne? Ona biraz farklı cevap verdim:
—
Ben ve iki bacaklarım var. Bir şey mi oldu?
—
Eylem yapıyormuş gibi ses gelince...
—
Evet evet, buradan kaçma plânlarımız var. Bacaklarımla konuşup bu kararı
aldık.
İşi
gırgıra vurmak istiyordum ama olmuyordu. Ne yapsam boştu. Bu ses galiba aklımı
almaya yetecekti.
Düşündüm
"ne yapsam" diye. Sonunda bir çare buldum.
—
Damlanın her düşüşünde "Allah" diyeyim. Böylece hem zikretmiş, Rabbimi anmış
olurum. hem de bu sesin üzerimdeki sinir edici etkisinden kurtulurum.
Düşüncemi
uygulamaya başladım. Damla düştükçe kalbimden "Allah... Allah... Allah..."
diyordum. Gece gündüz bu böyle devam ederken, artık sesi hiç duymaz olmuştum.
Kalbim daima Allah demeye alıştığı İçin o sesi duymamı engelliyordu.
Bu
arada her ay gelip soruyorlardı:
—
Düşüncelerin değişti mi? Hep aynı cevabı veriyordum:
—
Ne düşüncem vardı ki benim? Ben sadece aldatıldığımızı anlamıştım. Ve iki soru
sormuştum. Hem de bu soruyu yabancılara değil, kardeşime sormuştum. Bunlar nasıl
değişebilir?
Bakıyorlardı
aklım yerinde, bu defa onlar çıldırıyorlar, "nasıl olur, hâlâ bakışları nasıl
bozulmaz" diyorlardı.
Üç
ay sonra bir elbise verdiler. Yazın sıcağında, kalın kumaştan bir
elbise.
Programımı
harfiyen uyguluyordum. Aklıma kötü bir şey gelecek olsa hemen düşüncelerimi
başka alanlara götürüyor, asla kendimi üzmüyordum.
Hücre
yine karanlıktı. Artık ışığı unutacaktım neredeyse. İlginçtir, rüyalarımda bile
karanlıkta oluyordum.
Yemekler
yal gibiydi. Kendime telkin yoluyla o yemekleri yedim. Her şey artık ölmemek
içindi.
Su
biraz normale dönmüştü. Damla yine devam ediyordu. Ve yine yatağım betondu... Bu
hep böyle devam etti.
Hiçbir
suçum yokken bu hücrede ne kadar kaldım dersiniz? Tam üç yıl sekiz
ay...
Dile
kolay.
Üç
yıl sekiz ay bir hücrede ve betonun üzerinde yaşadım. Zaten beni cezaevi
yönetimi de unutmuştu. 0 kadar mahkum vardı ki, zavallı devlet(!) hangimizle
ilgilensin yetişemiyordu. Gelip kayda alınmayacak tuhaf sözler ediyor, sonra
gidiyorlardı.
Üç
yıl sekiz ay hiç ışık görmedim. Sadece hücre deliği açıldığında geceyle gündüzü
ayırt edecek kadar fark ediyordum.
Evet,
ışık görmedim üç yıl sekiz ay. İlk bakışta pek önemli değil gibi geliyor insana
değil mi? Ama işin aslı öyle değil. Meğer ışık bizim tanıdığımızdan daha başka
bir şeymiş. Çok başka...
Üç
yıl sekiz ay çıldırmadan hücrede kaldıktan sonra, bir gün üç görevli
geldi.
—
Hazırlan, gidiyorsun. Neyim vardı ki hazırlanacak? Zaten ben hep hazırdım.
Kollarıma
kelepçe bağlayıp beni hücremden çıkardılar. önce uzun bir salona çıktık. Burada
ışık tam değilse bile tepedeki pencerelerden sızan ışık bile aydınlatmaya
yetiyordu. Hele hücreye göre...
Birden
gözlerime mil çekilmiş gibi oldum. Can havliyle bağırdım.
—
Of anam, yandım!
—
Geber, diye bağırdı biri. Ulan domuz canı mı taşıyorsun sen? Hâlâ normal insan
gibi nasıl yürüyorsun?
Meğer
hücreden çıkan mahkumlar yürüyemezlermiş. En azından beş altı ay. Benim
yürüyebilmem şaşırttı onları. Ben yürüyordum. Bunu aklımla başarmıştım. Spor
yapıyordum her gün. Saatlerce iki adım ileri, iki adım geri atıyor, bacaklarımın
yürüme özelliğini koruyordum böylece.
Işıktan
gözlerimi açamıyordum. Birdenbire dışarı çıktık. İşte o zaman hepten mahvoldum.
Gözlerime ışıkla beraber müthiş bir sancı girdi. Gözlerimi kapatıyordum ama göz
kapaklarından sızan ışık bile sancı yapıyordu. Aman Allah’ım! Meğer ışık
bildiğimizden çok başka bir şeymiş.
Bize
devrimci olduğum yıllarda, kapitalist ülkelerdeki mahkumlara nasıl işkence
yapıldığını öğreten kitaplar verirlerdi. Faşistlerin zulmü anlatılır, komünizm
gelirse bu insanlık zulmünün biteceğini söylerlerdi.
İşte
o yıllarda okuduğum bir kitapta buna benzer bir konu vardı. Adam ışığa çıkınca
çıldırmıştı da, ben de romanı abartılı bulmuştum. Meğer eksik bile
anlatılmış.
Dışarı
çıktığımda ışığın verdiği sancı ile kıvranmaya başladım. Ben yerde kıvrandıkça
"kalk" diye bana kırbaç vuruyorlardı. Sonunda beni döve döve hücre gibi bir
cezaevi arabasına bindirdiler. Sordum:
—
Nereye gidiyoruz?
—
Cehenneme, dediler.
—
Ben dünya cehenneminden çıktım zaten. Şimdi nereye gidiyoruz?
Mahkum
koruma memurlarından birisi benim bu sözüme katıla katıla güldü. O öyle korkunç
gülüştü ki, tüylerim ürpermişti. Üşümüştüm o gülüşten sonra. Taa iliklerime
işlemişti bu gülüşün korkusu.
Neden
gülmüştü bu adam? Bunu çok geçmeden anlayacaktım.
* * *
Ölüm tarlası
Saatlerce
yol gittikten sonra bir yere gelip durduk.
Yol
boyu bana sürekli "faşist" diye hakaret ettiler. Sordum:
—
Faşist kim? Özelliği nedir faşistin?
—
Faşist Özgürlükçü değil, baskıcıdır. Faşist kendi ırkından başkasına yaşama
hakkı vermez. Faşist faşisttir.
—
Bunların hepsi sizde yok mu? Siz ırkı konu etmiyor, ancak devrimciden başkasına
yaşama hakkı vermiyorsunuz. Faşist dedikleriniz ise ırkı esas alarak aynısını
yapıyor. Benim nerem faşist? Ama siz faşist diyorsunuz. Neden kendinizin ne
olduğunuzu düşünmüyorsunuz?
Hayret
etmiştim. Hem kendime, hem onlara... Ben nasıl böyle konuştum, onlar nasıl tekme
tokat girişmediler?
Biz
bu konuşmaları yaparken hâlâ gözlerimi elimle kapatıyordum. Öyle sıkı sıkı
kapatmışım ki, meğer gece yarısı olmuş da fark etmemişim.
* * *
Sabaha
karşı bir yere geldik. Korkunç şekilde bana gülen mahkûm koruyucu keyifli
keyifli seslendi:
—
İşte geldik. Cehennemi görürsün şimdi.
Uzun
uzun yolları andıran mahzen gibi yerlerden geçtik. Bir yere geldik, orada beni
tekrar sorguladılar.
—
Suçun, ana adın, baba adın...
Israrla
aynı şeyleri söyledim. Ve ben de sorguladım onları kendimce:
—
Hani sizin halk mahkemeleriniz vardı? Bırakın, hiç olmazsa halk yargılasın beni.
Hiç olmazsa öldürür, böyle işkenceler altında süründürmez.
Sessiz
konuşan adam sinirli bir ifadeyle sordu:
—
Bak, eskiden bize yoldaşmışsın, sonra hain olup faşist olmuşsun. Gel bizi yorma
artık. Kimlerle çalışıyordunuz? Örgüt çalışmalarınız nasıldı? Bana anlat seni
evine salıvereyim, ailene kavuş.
Acı
acı güldüm.
—
Ne evi?... Ne ailesi?... Siz insanda aile mi bıraktınız, ev mi bıraktınız?
—
İyi, o halde "burada kalırım" diyorsun. Sen bilirsin.
—
Hayır, Öyle söylemiyorum. Bir vâkıayı dile getirdim.
Birden
hiddetlenip masaya vurdu:
—
Sen şimdi ne demek istiyorsun? Bize söyleyecek misin dincilerin faaliyetlerini,
söylemeyecek misin?
—
Hiçbir faaliyet bilmiyorum... Dincilere gelince, onlardan hiç korkmayın.
Örgütlenmeye kalkışsalar bile sizi tanımadıkları için örgüt planı diye bir
planları yoktur. Plansız-programsız, kalabalık sürüler halindedirler. Hep kendi
aralarında mücadele ederler, birbirleriyle didişip dururlar. Silahlanmazlar.
Kitle psikolojisini zaten bilmekten geçtim, merak bile etmezler. Çünkü bu
konunun öneminden de habersizdirler. Eğer dinciler sizin korktuğunuz kadar
bilinçli dindar olsalardı, siz şu yaptıklarınızı yapabilir miydiniz?
Aslında
bizim Müslümanların düşman oyununa karşı hiçbir faaliyetleri de yoktu. Ama Rus
yanlısı devrimciler de, Çin yanlısı olanlar da daima Müslümanlardan korkarlardı.
Kendi kendime hep, "bari Müslümanlar, etrafa verdikleri görüntü kadar etkili
olsalardı" demişimdir.
Nasıl
cesaretlendim bilmiyorum, bunları söyledim. Adam fena bozulmuştu. Hiddetle ve
yüksek sesle bağırdı:
—
Bana Kadro Loh Muhit'i çağırın. Bu köpeğin dersini en kalitelisinden
versin!
Sordum:
—
Neden, neden bu kadar zulmü seviyorsunuz?
—
Ne demiş Mao: "Düşmana merhamet halka zulümdür."
—
Ama siz halka zulmediyorsunuz. Başka ülkenin insanları değil, kendi halkınızın
insanlarını eziyorsunuz. Kamyon kamyon götürüp gömdükleriniz halk değil miydi?
Biz halk değil miyiz?
Bu
soruyu tam on iki yıl sonra sorabildim. Kime mi sordum? Kime olacak, hayalimde
tartıştığım devrimcilere... Zira kamyon kamyon insanların götürüldüğünü on iki
yıl sonra öğrenebilmiştim.
Bu
yetkilinin çağırttığı isim dikkatimi çekti. Loh Muhit. İsmi Çinli ismi ama
soyadı Türkistanlı soyadıydı. Beni ona teslim ettiler. Yine
gözlerimi.açamıyordum. Beni götüren adam sordu:
— Nerelisin?
— Türkistanlı,
Urumçi’den...
— Suçun döneklik
mi?
— Hayır! Sadece
düşünmek.
—Demek
devrimlerimize aykırı düşündün. Bu sesi tanıyordum sanki. Soyadı da yabancı
gelmemişti. Sordum:
—
Sanki ben sesini tanıyor gibiyim. Ama çıkaramıyorum. Sen neredensin?
—
Urumçi’den
— O halde belki
birbirimizi tanıyor olabiliriz. Bana baktığını, beni süzdüğünü hissettim.
—
Hayır, seni hiç görmedim.
Birden
aklıma geldi. Ben tam üç yıl sekiz aydır tıraş olmamıştım. Saçlarım uzamış, iç
içe girmişti. Bıyıklarımı elimle kaldırıp yemek yer olmuştum. Kim bilir, onca
işkenceden sonra ki o damla sesi işkencelerin hepsine bedeldi, yüzüm ne hale
gelmişti. Cevap verdim:
—
Ben çok değiştim. Kendime benzer yanım eminim yoktur.
Sonra
okuduğumuz okulları, öğretmenleri birbirimize söyledik. Tanımıştım onu. Bu benim
sınıf arkadaşım Ahmet'ti.
Ondan
bahsetmiş miydim size? Ahmet benim Turgut'tan sonra en çok sevdiğim çok samimi
arkadaşımdı. Elimde olmadan gözlerimden yaşlar süzülüyordu.
Ona
kendimi tanıttım. Zor inandı. Ama İnsanlık ruhu kalmadığı için aynen bir robot
gibiydi.
—
Sen çok iyi devrimciydin, dedi. Hatırlar mısın, seninle bir faşist köye baskına
gitmiştik de sen orada çocuklara bile kurşun sıkmıştın. O zamanlar güzel
devrimciydin,.. Ben de bir defasında faşist öğretmenimizin kulağını
kesmiştim.
—
Ne olur bahsetme! Utanıyorum! Hâlâ nasıl olmuştu da o kadar merhametsizleşmişim,
aklım almıyor. Beni yavaş yavaş bir cani yapmışlardı ama ben son anda
uyandım.
— Yada
dönekleştin... Faşist oldun!
—
Hayır! Sadece düşündüm ve aldatıldığımızı buldum.
Onunla
epey yürüdük. Güzel yürüyormuşum, fark etti. Sormadan geçemedi:
—
Biz üç yıl hücrede yatanları sedyeyle taşıtırız. Sen yürüyorsun...
Ne
kadar ruhsuzmuş meğer. Bana "benden ne istersin?" diye sorması lazım. Üç yıldır
banyo yapmamıştım. Hiç olmazsa bir banyo yaptırabilirdi. Bir de kendimi
çok merak ediyordum. Acaba nasıl bir şeye benziyorum? Sonunda sordum:
— Şimdi beni nereye
götürüyorsun?
—
Bana söylendiği yere...
— Orada işkence var
mı?
—
Eh, biraz...
— Peki senden rica
etsem, bana bir İyilik yapar mısın?
—
Ricana bağlı.
—
Seninle arkadaş olduğumuz yılların hatırı için beni tıraş ettir. Bir banyo
yaptırt bana. Artık derim yılan derisi gibi oldu.
Biraz
düşündü. Devam ettim:
—
Bir de, kendimi görmek istiyorum. Bir ayna varsa... Fakat ışıksız yerde bakayım
kendime. Loş ışık kafi.
—
Peki, dedi. Sana bir iyilik yapayım.
— Senden hesap
soran olur mu Ahmet?
— Ahmet değil,
Loh.
—
Neden kendi ismini kullanmıyorsun? Yetkin var mı bu işler için.
Kasıldığı
ses tonundan belliydi.
—
Tabi var. Olmasa bana teslim ederler mi seni! Biz özgürüz.
— Hangi bedel
karşılığında bu hakkı elde ettin? Biraz durakladı.
—
Faşistlik yapma, dedi. Sonra aklıma takılan Öteki soruyu sordum:
—
Sana neden Kadro Loh dediler? Benim bildiğim Çinliler bu sözü kaplan terbiye
edicilere söylerlerdi.
Tuhaf
bir şekilde güldü.
—
Bilmem. Bana bu sıfatı koydular. Sonra anlayacaktım neden bu sıfatı
koyduklarını.
Sözünde
durdu Ahmet. Beni, kendimi göreceğim büyük bir aynanın olduğu bölüme
götürdü.
—
Ben insanlığını yitirmemiş biriyim. Sana iyilik yaptığımı unutma. Hadi ellerini
gözünden indir de kendine bak.
Gözlerimi
açtım. Gerçekten loş ışıklı bir yerdi. Biraz gözlerim sancısa da kendimi
görebilirdim. Yavaş yavaş aynanın karşısına geçtim.
0
da ne?! Aynada insan görünmüyor, ayı azmanı bir canlı var!
—
Bu kim Ahmet? Ben neredeyim? Kendim neden görünmüyorum?
—
O sensin. Kendini kandırma.
Elimi
kulağıma götürdüm. Aynadaki canlıda elini kulağına götürdü, Sonra gözlerime...
Derken iyice anladım ki bu canlı bendim. Avaz avaz bağırmaya başladım:
— Hayııır! Bu ben
olamam! Hüngür hüngür ağlıyordum.
—
Bu ben olamam Ahmet!
—
Ahmet değil, Loh. Türk isminden nefret ediyorum.
—
Haklısın. Herhalde kendini tanıdıktan sonra bu nefreti kazandın. Sen haklısın da
ben ne yapacağım. Aynada gördüğüm benden, ben aşırı ürktüm. Ne olur beni hemen
tıraş ettir.
Ettirdi.
Banyo yaptım. Aman Allah'ım! Banyo yapabilmek bile ne büyük nimetmiş. Derim
kayış gibi olmuş.
Ne
de olsa candan arkadaştık. Bir başkadır arkadaşlık.
Hemen
aklıma geldi. Aralarında inanç birliği olmayan İnsanlarda bir de şartlanma
olursa, kardeş kardeşinin derisini yüzerdi. Çünkü şartlanmayla birleşmiş inanç
ayrılığı durumunda arkadaşlık diye bir şey kalmazdı. Ama Ahmet'te kalmıştı.
Acaba sebebi ne olabilirdi? Bunu henüz anlayamamıştım.
Tıraş
olduktan sonra yine gördüm kendimi. Kendime benzemiştim biraz, ama yüzümde hiç
tanımadığım hatlar oluşmuştu. Bakışlarım cansız gibiydi. Rengim ölü beyazına
dönmüştü. Fakat yine de bendim bu bedende olan. Vah gençliğim vah! Ne uğruna
helâk oldun, hâlâ anlayamadım.
Yeni
elbiseler de verildi. Bir hafta burada bekledikten sonra tekrar Ahmet beni alıp
bir cipe bindirdi. Acaba beni kaçıracak, kurtaracak mıydı?
— Nereye gidiyoruz?
—
Birazdan görürsün. Gördüm.
Aman!
Aman Allah'ım! Bu nasıl olabilir? Bir oda genişliğinde derin bir kuyu. Üzerinde
yirmi santim genişliğinde kalın bir demir karşıdan karşıya konmuş. Aşağısı
lağım. İçinde lağım fareleri! Ahmet pis pis gülerek gösterdi:
—
İşte! Bu demirin üzerinde günde üç saat tek ayakla duracaksın. Duramazsan lop,
aşağı düşersin.
Daha
bakarken başım dönmüş, gözlerim kararmıştı. Gözlerim henüz ışığa alışmadıkları
için korkunç derecede sancıyordu.
Ahmet
yanındaki köpeklere emir verdi.
—
Tutun kolundan, yerine götürün.
—
Olmaz! diye kendimi yerden yere attım. Kollarımdan tutup kuyunun başına
getirdiler.
—
Hadi, ya bu demire bas ortaya doğru yürü, yada seni aşağıya atarız!
Etrafıma
baktım. Kocaman bir tarlaydı. Yüzlerce kuyu vardı ve kuyuların üzerindeki demir
çıtaların ortasında insanlar duruyordu.
—
Yandım anam! Galiba şimdi başladı Çin işkencesi!
Hemen
o korkunç gülüşlü adamı hatırladım. Meğer nereye geldiğimi çok iyi bilen
biriymiş.
Nefretle
Ahmet'e baktım.
—
Soysuz namussuz! Demek ki onun için sana kadro diyorlardı.
Pis
pis güldü.
—
Bizde düşmana merhamet yoktur. Ve devrimci olmayan herkes düşmanımızdır.
Nefretle
baktım ona.
— Zaten
sizin dostunuz da olmaz. Hepiniz birbirinize Şüpheyle bakarsınız. Köpek!...
Senin gibi soysuzların yüzünden geldi başımıza gelenler.
Beni
bütün hıncıyla kırbaçlamaya başladı. Aman Allah'ım! Ne büyük nefretle vuruyordu!
Doymuyor, doyamıyordu.
Sonunda
mecbur kaldım. Demire basa basa, ha düştüm ha düşeceğim diye korka korka orta
yere geldim. Korkudan neredeyse nefes alamıyordum.
Soysuz
Ahmet karşıma geçip sordu:
— Naber Kaan?
Oradan bu taraflar nasıl görünüyor?
—
Köpek! Bir gün seni ellerimle geberteceğim! Bunu göreceksin!
O
kadar kinlenmiştim ki Ahmet’e, elime verseler onu derhal
öldürebilirdim.
Bırakıp
gittiler beni. Bekçiler kuyudan kuyuya geziniyorlardı.
Sağ
ayağımın üzerinde durmaya başladım. Daha bir saat geçmemişti ki ayağımı duymaz
olmuştum. Kımıldamıyordum. Kımıldasam dengem sarsılır, düşebilirdim. Yan kuyuda
duran şahıs seslendi:
— Arkadaş, Türk
müsün?
—
Evet, dindarım. Hem de Müslüman’ım.
—
Bak, dinsiz olsaydın sana yardım etmeyecektim. Madem dindarsın, sana yardım
edeyim. Beni iyi dinle. önce moralini yüksek tut. İkincisi, aşağıya hiç bakma.
Ben bizim kuyuya bakan Mao'nun köpeğini oyalarken sen ayağını değiştir. Bu
köpekler o kadar meşgul ki seni fark etmezler bile.
Unutmadan
söyleyeyim. Zalimin elinde işkence gören biri dinsiz de olsa, İslam onu o
işkenceden kurtarmaya gayret etmeyi emretmiş. Bunu da yıllar sona öğrendim.
İşkencedaşıma sordum:
—
Senin suçun neydi?
Kendimi
oyalıyordum aslında. Aşağıya bakmayayım da bu korkunç yeri unutayım diye
yapıyordum bunu. İşkencedaşım, kuyu komşum cevap verdi:
—
Benim suçum mu? Bilmiyorum. Yıllardır öğrenemedim de. Sakın üzüldüğümü zannetme.
Ben bunlara lâyık bir insanım. Şimdi tepe tepe kullanıyorum hakkımı.
Tuhaf
bir arkadaştı.
— Kendinden intikam mı
alıyorsun?
—
Aynen Öyle. Ben Allah'ı tanımayan, Onun emirlerine itaat etmeyen bir alçaktım.
Allah'tan başka herkesi ilah edinmiştim. Ülkemi, halkımı sattım bu komünist
rejim için. Oh olsun bana, şimdi çekiyorum. Yağlarım eriyor...
Ömrümde
böyle insan görmemiştim. Onu çok sevmiştim. Hemen hemen dört yıldır kalbim bir
şey sevmediği için sevgisizlikten yorulmuştum.
İsmini
sordum kuyu komşuma. Fatih'miş. Bir zamanlar dindarken, daha sonra dini imanı
inkâr eder hale getirilmiş. Sonra da devrimci olmuş. Yıllarca çalışmış devrim
için. Sonra ihanetle suçlanmış. Acı acı anlattı yaşadığı gerçeği:
—
Lenin benim için tanrıydı. Onun söylediği her şey doğru, her şey mutlak
yapılmalıydı. O güzelim duygularım... O inanılmaz aşkım... Görülmemiş
gayretim... Her şeyim Lenin ve devrim içindi. Neler yapmamıştım devrim için! Ama
hepsi unutuldu. Bir gün içinde faşist ilan edildim. Ve ikinci gün de
tutuklandım. İlk zamanlar bazen mahkemeye çıkıyordum. Galiba beni unuttular. Her
seferinde başka soru soruyorlar. Adamlar ne yapsınlar, unuttular neden
getirdiklerini. Bari aileme haber verebilseydim. Onu da yapamadım. Bu soysuz,
cibilliyetsiz, puta tapıcılar da insan değiller ki haber verseler. Karım beş
yıldır benden haber alamıyor. Bu gidişle beni bırakmayacaklar da. Ah, bir
imkânım olsa da kendimi ölmüş olarak bildirebilsem. Kadıncağız hiç olmazsa beni
beklemesin...
Ağlayarak
devam etti:
—
Gitsin, evlensin... Benim günahımın bedelini o da ödemesin. Ama imkânım yok. Bu
çıyanlar sürüsü zulümden zevk alıyorlar.
Bazıları
tek ayak üstünde duramayıp kuyuya düşüyordu. Bir yılda yüzlerce kişi gördüm
kuyuya düşen. Leş gibi çürümüş insan eti kokuyordu kuyular.
0
gün üç saatim dolunca Ahmet sırıtarak yanıma geldi. Suçlu ve kalleş insanın
sırıtması öyle nefret verici bir olaydı ki, kişi ancak böyle namussuzlarla
karşılaşırsa bilir bunu.
— Ne o yorgun
görünüyorsun, dedi. Nefretle baktım gözlerine.
— Merak etme
alışırsın, dedi. İnsanlıktan öylesine çıkmış ki, onun merhameti besleyen
hücrelerinin tamamen köreldiğini sanıyorum. Yüzüne baktıktan sonra bağırdım:
—
Allah belânı versin senin! Yine gülerek cevap verdi:
—
Kaypak yoldaş, sinirlenme canım. Sana sinir hiç yakışmıyor.
Beni
üç saat sonra kuyudan çıkardılar. Şaşılacak şeydi; kuyunun başına ayak basar
basmaz yere yığıldım. Kendime geldiğimde koğuştaydım. Fatih taşımış beni
koğuşa... Koğuş ise diri insan mezarlığıydı.
Bu
kuyu işkencesi her gün yapıldı ve tam bir yıl sürdü. İşkencedaşımın da öyle.
Bizi kuyudan alıp taş kırmaya götürüyorlardı... Yaşlı insanlar vardı. Çoğu
Müslüman, çok azı Buda'dan vazgeçmeyen Budistlerdi. ölüm pahasına Buda putundan
vazgeçmemişlerdi.
Korkunç
sıcakların altında, kan revan içinde taş kırmak... Aman Allah'ım, bir bilse
dünya bu çileyi! Aç, susuz, yorgun ve bitkin halde yaşamayı; hiç komünizme kanar
mı?
Ahh
dostlar ah! O korkunç yer hangi kelimelerle izah edilir sanıyorsunuz. Orada
insan gökyüzünde duran buluttan, güneşten, yıldızdan, her şeyden
korkuyor!...
Güneş
tam tepemizde. Sahi, acaba o bölgede güneş alçalmış mıydı? Gerçi gök biliminden
biraz anlarım, bu mümkün değil; ama ben yıllarca güneşin gerçekten bize
yaklaştırılmış olduğuna inandım.
Maden ocağında
her Allah'ın günü beş altı kişi ölüyor, hemen oraya gömülüyordu. İsmini bile
almıyor, bir yerlere kaydetmiyorlardı ki ailelerine bildirsinler. Onların
aileleri halk değil miydi? Neden onlara hiç olmazsa yakınının öldüğü
bildirilmiyordu. Bir kişinin suçunu bütün aile fertleri çekecek miydi? Evet,
kökten dinsizlerin kanunlarında bir kişinin suçunu herkes çekmek zorundaydı.
Ve
milyonlarca Müslüman Türk bu cezayı çekiyordu!
Peki
ey İslam âlemi! Milyonlarca Müslüman Türk bu vahşeti çekerken siz
neredeydiniz?
Yazıklar
olsun taşıdığınız canlara!
* * *
İki adım ileri bir adım geri
Geç
saatte koğuşa geldiğimizde herkes bitkindi. Çok yaşlı yada işkenceyle bu kadar
yaşlandırılmış olan Tuğrul amca benim ranzamın altındaki bölümde yatıyordu.
Babamın ismini taşıdığı için onu daha çok severdim. Koğuşta galiba beş yüz kişi
vardık. Bunların hemen hemen dört yüz ellisi Müslüman Türk'tü. Suçları komünizme
teslim olmamaktı.
İşte
ben, böylesi yürekli Türkleri hep sevmişimdir. öteki kalleş Türklerden nefret
ettiğimin aksine...
Tuğrul
amca ile yan ranzadaki Yıldırım amca gibi iki yüze yakın mahkum vardı ki, bunlar
namazlarını kılarlardı. Onlara gıpta ile bakardım.
Ben
namaz kılmazdım ama üç yıl sekiz ay boyunca her damla düştüğünde "Allah" diyen
kalbim buna öyle alışmıştı ki, ne derse desin dilim, hep "Allah" diyordu
kalbim.
Ben
de buna seviniyordum.
Şimdi
her gün taş kırmaya gidiyorduk. Yıldırım amca acılar içinde
yalvarırdı:
—
Ne olur beni götürmeyin, çok yaşlandım ve çöktüm, dayanamıyorum.
Ama
onu kim dinleyecekti ki. Onun gibi yalvaran binlerce insan vardı öteki
koğuşlarda.
Komünizm!.
Demek
sen gelince inanç ve vicdan hürriyeti olacaktı ha! Halk mutlu, insanlık eşit
olacaktı!
Senden
daha büyük yalancı görmedim komünizm.
Biz
devrimci olduğumuz yıllar Lenin'in izinden giderdik... Onun arkasından Mao
gelirdi. Fakat Mao kendi ilahlığını pekiştirmek için her geçen gün Lenin'in
yerini almaya çalıştı. Felsefi bakımdan Mao, Lenin'in yerini alamazdı, buna
imkan yoktu. Ama dinsizlikte, hainlikte, zulümde, vahşette Lenin'i çok geride
bırakmıştı.
Rusya'da
komünizm hakim olduktan sonra milyonlarca insanın öldürüldüğünü biliyorduk. En
az on milyon insanın öldürüldüğü kesin. Hatta, bu rakamı kırk milyona kadar
çıkaran da var. Yarısı abartma olsa, öteki yarısı zulmü anlamaya yeter de artar
bile. Fakat (Çin Halk Cumhuriyeti denilen bu ülkede komünizm, öldürmekten çok
işkenceye ağırlık verdi. En az yüz milyon insanı zulme tâbii tuttu. Kimini
öldürdü, kimine de işkence altında beş yıl, on yıl, on beş yıl veya yirmi yıl
hapishanelerde kan kusturdu. Orada ölen öldü. Kalan sağlar ise kimsenin
olamadı.
Çok
düşündüm. Onca insanı neden hemen öldürmemişti de kuyu başlarında ve öteki
işkence hanelerde işkence ediyordu? Madem ki istemiyor, neden bu insanlarla
meşgul oluyordu?
Yıllar
sonra bulmuştum cevabını.
Bu
rejimin işkence çektirdiklerini yavaş yavaş öldürmesinin iki önemli sebebi
vardı. Birisi, bu rejim işkenceden zevk alıyordu. ikincisi de, işsizliğin nasıl
bir tehlike olduğunu bilen Mao, taraftarlarına iş imkanı sunmuştu böylece. Bu
tespitlerim belki yanlıştır. Ama başka bir açıklama da bulamadım.
Fatih'le
sık sık dertleşirdik. Öyle hale gelmişti ki, artık işkence ile alay ediyor,
işkencecilere işkence ediyordu.
Ahmet'in
kadrosundaydık ikimiz de. Ahmet koğuşa her geldiğinde yanıma uğrar, sadistlik
olsun diye yaptığımız eylemleri anlatırdı. Biliyordu benim üzüntü duyduğumu, kasıtlı yapıyordu.
Fatih
de fark etmişti bunu. O artık işkencecilerin ruhunu çözümlemişti. Bir gün bana
şöyle dedi:
—
Bu böyle gitmez. Gel sana bir yöntem tarif edeyim. Sakın, o eylemlerinizden
bahsederken üzüldüğünü belli etme. Sohbetten çok hoşlandığın mesajını ver.
"Başka yok mu, onu da anlat" de.
Aynen
denileni yapacaktım. Ahmet yine geldi koğuşa. Mahkumlara pis pis baktıktan sonra
yanıma geldi.
—
Naber Kaan? Günlerin nasıl geçiyor?
Gözlerine
baktım nefretle. İçimden küfrediyordum. Akla gelebilecek her türlü küfrü yaptım
ona.
—
Haber bildiğin gibi... Seni geberteceğim günü iple çekiyorum.
—
Kur kur, hayal kurmak güzeldir. Sen eskiden de çok hayal kurardın. Bir gün bana
"faşistlerin hepsini hayalimde bir meydana topladım. Helikopterle üzerlerine
benzin döküp yaktım onları" demiştin.
Yine
ayni gıcıklıkla gözlerime bakarak devam etti.
— Hatırladın
mı Kaan? Fatih'in tavsiyesi geldi aklıma.
— Aaa,
evet hatırladım. Şöyle oturup anlatır mısın? Şaşkın şaşkın yüzüme baktı. Ben
devam ettim.
—
Anlat ne olur. Eski halimi bilmekten zevk almaya başladım.
Yüzüme
tuhaf tuhaf bakarak;
— Hastir,
diyerek kalktı. Ben senin masalcın mıyım? Bir daha bana eski günlerden
bahsetmedi. Ama yeni bir işkence türü araştırdığından emindim. Bir gün geldi
yine. Sinsi sinsi sordu:
— Kaan!
Sen bir kızı seviyordun, "yakında evleneceğiz" demiştin, ne oldu o? Planını fark
etmiştim. Küçük bir yalan söyledim:
—
Evlendik. Ben böyle der demez "peki" deyip gitti. Bakalım ne yapacak diye
söylemiştim bu yalanı.
Yine
yorgun argın, aç susuz taş kırmaya gidiyoruz. Son günlerde aklımdan yine çıkmaz
oldu ağabeyim Turgut. Dünyada artık bir tek isteğim kalmıştı. Onu hiç olmazsa
bir defa, sadece bir defa görmek ve sormak:
—
Naber Turgut! Komünizmden memnun musun? Muradına erdin mi?
O
anda onun yüz hatlarını görmek istiyorum. Allah'ım, bunu bana göstermeden canımı
alma Allah'ım!
Aradan
beş yıl geçmiş olmasına rağmen Turgut'u ve anne babamı, annemin "Kaaan! Kurtar
beni yavrum" deyişini, o küçücük yavrunun kafasının ezilişini hiç
unutamıyordum...
Bu
arada mahkemeye çıkmak diye bir umudum kesinlikle kalmadı. Zira hiç mahkeme
edilmiyoruz.
Artık
başka bir taş ocağına gidiyorduk. Oradaki koca dağı kıracaktık. Yol boyunca sol
tarafımız elektrik verilmiş telle çevrilmişti. Başımı çevirip baktım. Telle
kaplı olan çok geniş bir alanda arı kovanından biraz büyük sandıklar vardı.
Yanımdaki muhafıza sordum:
—
O sandıklarda ne var? Kamçıyla bana birkaç defa vurdu.
—
Sana ait olmayan hiçbir şeyi sorma demedim mi sana.
Düşündüm.
Bana ait... Bana ait ha! şu dünya da bana ait neyim vardı ki? Koca dünyada bana
ait bir gömleğim dahi kalmamıştı.
Bu
sandıkları çok merak etmiştim.
Ertesi
gün yine oradan geçerken aynı merakımı başka bir muhafıza sordum. Umursamaz bir
eda ile cevap verdi:
—
Bilmiyorum, belki içinde arılar vardır.
Böyle
bir ortamda burada arı beslenemezdi ki. Allah’ın ağaçsız çiçeksiz bir çölüydü
burası. Ayrıca bir tek arı dahi görünmüyordu. Merakım gittikçe arttı.
Haa,
bu arada ayaklarımız zincirle birbirimize bağlı. Ortalama yüz mahkum birbirimize
bağlıyız. Ancak taş kıracağımız zaman çözülüyor ayaklarımız ve ellerimiz.
Hayret
etmiştim, bu muhafız neden vurmamıştı da öteki vurmuştu? Sonra bu muhafız çok
farklıydı. Sanki bize bağırmak istemiyordu ama zoraki bağırıyordu. Öyle ilgimi
çekmişti ki bu durumlar, sanki öğrenmezsem çatlayacaktım. Bu ikinci muhafızın
adı da Li idi.
Bir
ara onunla yan yana geldiğimizde kulağına eğilip sordum:
—
Siz kaç yaşındasınız?
—
Ne yapacaksın yaşımı? Önüne bak yoksa şimdi kamçıyı yersin.
Onu
kızdırmak, ondan kamçı yemek istiyordum. Çünkü dün bir mahkumu kamçılamıştı.
Akşam o mahkum, "kamçıyı acıtmayacak şekilde vuruyor, bana da ‘bağır’ diyordu"
dedi.
—
Sen bana kamçı vuramazsın, dedim. Birinci muhafız da duymuştu bunu. Bu meydan
okuyuşumun birinci muhafız tarafından duyulduğunu anlayınca çok sinirlendi:
—
Sen şimdi görürsün, diye kamçıları ard arda indirdi. Ama acıtmıyordu. Kamçı
vurma kuralını uygulamıyordu.
—
Sen tam devrimci değilsin, dedim. Yüzüme baktı tuhaf tuhaf, sonra yanımdan
gitti.
Yakıcı
sıcaklık bütün hararetiyle devam ediyordu. Sanıyorum sıcaklık gölgede elli
derece vardı.
Taş
ocağına geldiğimizde güneş henüz tepeye gelmemişti. Bu gün de unutamayacağım
günlerden biridir. Sıcaklık önceki günlerden daha yakıcıydı. Saat üç sularında
feryatlar artmaya başladı:
—
Ölüyorum! Su!...
Artık
feryatlar yürek yakan iniltilere dönüşmüş, taş ocağı can pazarı haline
gelmişti.
Lenin'e
ait olduğunu sandığım "iki adım geri, bir adım ileri" felsefesini hatırladım.
Bende felsefemi oluşturdum. Komünizmde insan, kin ve nefrette iki adım ileri,
insanlık ve merhamette iki adım geri.
Bir
ara gözlerim Tuğrul amcaya kaydı. Kızgın taşın üzerinde sessizce yatıyor,
dudaklarıyla bir şeyler mırıldanıyordu.
Yanına
yaklaştığımda dehşeti gördüm. Gözleri sıcaktan erimiş, yanaklarından akıyor, ama
Tuğrul amca bağırmıyordu. Sadece "lâ ilâhe illallâh" diyordu.
Donmuştum.
Ne yapacağımı bilemiyordum. Su vermezlerdi ki isteseydim. Dehşete düştüm.
Ömrümde gözün eridiğini, siyah çekirdekle beyaz yağ tabakasının kanla
karışarak bir insanın yanaklarından aktığını hiç duymamıştım. Ama şimdi
gözlerimle görüyordum.
—
Tuğrul amca, diye seslendim.
Beni
duymuyordu bile. Yüz hatlarında acı çeken bir işaret de yoktu. Baktım, kendi
kendine bir şeyler mırıldanıyordu:
—
Beni ziyaret etmenden dolayı şeref duydum ya Rasulullah, şeref duydum! Beni
bekle ey Allah'ın Resulü. Ben de seninle geliyorum!
Bu
son sözleri oldu ve öldü!
Tüylerim
diken diken olmuştu. Başımı tartamıyordum. Öyle çok etkilenmiştim ki... Sıcaktan
öte, gördüğüm manzara beni çok, ama çok etkilemişti.
Harika
Müslüman’dı Tuğrul amca!
Ve
harika bir merasimle gitmişti bu dünyadan. Çünkü Peygamberimiz manen onu
ziyarete gelmişti.
Bir
defasında şöyle demişti:
"Her
putçu zihniyet, önce imamları halka kötü tanıtır, bir imamın suçunu bin imama
ödetir. Ama Allah için imam olanlar bu propagandaya aldırmaz ve yoluna devam
eder. Ben de o yüzden imamlığımdan taviz vermedim. Ne daha önceki rejimi
alkışladım, ne de şimdikini. Ölürsem şerefimle öleceğim. Allah Resulünün bize
bıraktığı emaneti Ona ihanet etmeden teslim edeceğim!" Harika bir imamdı
Tuğrul amca. Bunca işkence arasında ne yapıp eder, namazını kılardı.
Bugün
Türkistan'da, Doğusunda Batısında eğer İslam’ın bütününe inananlar varsa, bu
inanış böylesi yürekli Müslümanlar vesilesiyle olmuştur.
İkinci
muhafızdan rica ettim:
—
Onu bizim gömmemize ve cenaze namazını kılmamıza izin verir misiniz?
Sert
sert yüzüme baktı:
—
Çabuk olun. En kısa dualarla kılın namazını.
O
sert bakışın altında bir yumuşaklık vardı sanki. Bunu hissediyordum. Bize
hissettirmemek için elinden geleni yapsa da, ruhum gerçeği anlıyordu. Ne
demişler; "akıl yanılır, ruh yanılmaz!"
Hemen
bir yer bulup kazdık. On kişi cenaze namazı kılmak için toplandık.
Komünist
rejimin bana iki iyiliği olmuştur. Birisi Tuğrul amcanın cenaze namazını
kılmamıza müsaade etmesi, diğeri de banyo yaptırmasıdır.
Toplandık...
Namaz kılacağız, ama abdest yok.
Birisi
teyemmüm abdestini öğretti, toprakla aldık abdestimizi. O zaman ilk defa
düşündüm. Bazıları "abdest almak pis Araplar temizlensin diye Muhammet’in
uydurduğu bir şeydir" diyorlardı. şimdi anlamıştım asıl maksadı. İki elleri
toprağa vurup sonra elleri yıkarmış gibi yüze sürmek, sonra kollara sürmek maddi
bir temizlikle alakası olmayan manevi temizlikti.
Evet,
abdesti teyemmüm ile almıştık. Ama cenaze namazı nasıl kılınırdı? Ben bunu hiç
bir zaman öğrenmemiştim ki... öğrenmek için vakit de yoktu. Sevgili Tuğrul
amcamın cenaze namazını ben kılamadım, karşıdan seyrettim. Dünyanın her
tarafında milyonlarca genç bilmez cenaze namazı kılmasını. Bilmez, çünkü
Müslümanların hepsi Allah'ın onlara verdiği görevi yerine getirmezler.
Getirenler de herkese yetişemez.
Yazıklar
olsun Müslümanların Müslüman olmayanlarına. O gün ilk defa neden namaz
kılmadığımı düşündüm.
* * *
Sabaha
karşı Ahmet'in tekmeleriyle uyandım.
—
Kalk ulan, sana önemli bir haberim var!
Şaşırmıştım.
İnancım kalmadığı için hiç heyecanım da kalmamıştı.
—
Ne oldu, ne haberi? Beni silkeledi.
— Kendine
gel önce, anlatacağım. Kalktım ranzamda oturdum.
—
Söyle. Kendime geldim. Gözlerimin içine baktı dik dik:
—
Aslında sana bu haberi vermeyi ben istemezdim. Ama kötü de olsam, ben sana
iyilik yapıyorum biliyorsun. Unutmadın değil mi, seni aynaya baktırdım, tıraş
ettirip banyo yaptırdım.
Dişlerimi
sıkarak mırıldandım:
—
Evet, unutmadım. O çok büyük bir iyilikti. Şimdi ne var?
—
Biliyor musun, sana iyilik olsun diye hanımına haber gönderip senin burada
olduğunu, yaşadığını bildirmek, sana sürpriz yapmak istedim. Fakat...
Sanki
üzülüyormuş havasına girip devam etti.
—
İçimize sızan namussuz faşistler gidip senin evi basmışlar.
Rol
sırası bendeydi. Çok üzülmüş gibi yaparak yerimden fırladım.
—
Sahi mi söylüyorsun?! Eee, sonra ne olmuş? Ne olur, kalbim duracak, çabuk
anlat.
Kasıtlı
olarak uzatıyordu.
—
Dur, anlatacağım ama insan kötü haberi kolay kolay veremiyor ki.
"Alçak"
dedim içimden. "sende kötü haberi verirken üzülecek kadar insanlık var mı ki
söyleyemeyeceksin?" Rolüme devam ettim:
— Ne
olur çabuk söyle. Kalbim duracak! Yine gözlerime o alçak bakışlarıyla
baktı.
— Biliyor
musun Kaan... Sözünü keserek sordu:
— Sahi,
çocuğun var mıydı? Kim bilir aklından ne şeytanlık geçiyordu. Attım:
— Var.
Ben gelirken kızım bir yaşındaydı, hanımım da hamileydi.
Birdenbire
kıvırmaya başladı. Demek ki çocuklarımı sorması planlarına aykırı geldi. Öyle
ya, yalanı anlaşılacaktı.
— Yahu
biliyorum, biliyorum ama unutkanlığımdan sordum.
—
Sen ne diyecektin anlat.
—
Diyecektim ki, aramıza sızan faşistler senin evini basmış, karına tecavüz
etmişler.
Ellerimi
yüzüme kapatıp çok üzülmüş numarası yaparak söylendim:
—
Keşke bu haberi duyacağıma ölseydim. Ben fena oluyorum!
Ranzaya
uzandım. Sırf üzüntümü görmek için o gün beni taş ocağına göndermedi. Ben de bir
güzel dinlendim. Hayali karım sayesinde komünizmden bir gün çalmıştım.
Ahmet
de arada bir geliyor, beni yokluyordu. Ağladığımı görmek istiyordu. Ben de şoke
olmuş numarası yapıyordum
Alçak
köpek!.
Ona
olan kinim hâlâ daha bitmedi. Bütün çektiklerim bir yana, onun çektirdikleri bir
yanaydı.
Ahmet
bana yeni bir işkence modeli bulunca başka işkenceler aramadı. Bu arada ötekiler
de yer yer işkencelere devam ediyorlar, bizi sadece üç saat uyutuyorlardı.
Ertesi
gün yine aynı yere doğru yol aldık. Sandık tarlasının hizasına geldiğimizde yine
baktım sandıklara. Yolumuza en yakın sandıklar yüz metre kadardı. Bir
öğrenseydim bu sandıklarda ne olduğunu, bayağı rahat edecektim.
Aynı
çilelerle taşları kırıp döndük... O gün on kişi öldü. Onları da orada açtığımız
çukura doldurduk. Cenaze namazını kıldırmadılar. Ama Yıldırım amca üç beş kişi
ayarlamış. Cenaze namazı niyetine çalışırlarken cenaze namazını kılmışlardı.
"Böyle namaz olur mu?" dedim. Yıldırım amca gözleri dolu dolu cevap
verdi:
— Allah
dilerse olur. Günlerimiz böyle devam ediyordu. Ahmet namussuzu yine geldi
yanıma.
— Sana
bir şey söyleyeyim mi?
— Söyle!
— Biliyor
musun, sana kötü haberi hep ben verdiğimden dolayı çok üzgünüm. Karın tecavüzden
sonra hamile kalmış.
— Demek
öyle. Haberi nasıl aldın? Kasıla kasıla cevap verdi:
—
Biz kimiz oğlum. Bir saatte bütün dünyadan haber alabiliriz.
İçimden
onun yüzüne tükürüyordum. Ne dehşet bir sadistlikti bu.
Haa
unutmadan... Çin komünizmindeki sanıyorum öteki komünizmlerde de bu böyledir;
fertler, fert bazındaki eylemleri çok bilinçli yaparlar. Bu bilinçlenme
Müslümanlarda sanıyorum pek yok. Bir devrimci, bir olay karşısında nasıl hareket
edeceğini, ne tür bir eylemde bulunacağını bilir. İslam âleminde bu böyle
değildir. Gidecekler birilerine soracaklar, ne yapılacağını düşünecekler,
yorumlar alınacak; sonra o fert de o konu hakkında yorum yapabilecek duruma
gelecek...
Oysa
komünist militanlarda bu yok. Kendi payına düşen görevi yaparlar. Ahmet
milyonların içinde bunlardan sadece biriydi.
Ahmet'in
sadistliği aylarca sürdü. Onun sadist planlarında karıma tecavüz edildi, karım
hamile kaldı, çocuğunu doğurdu, tekrar tecavüz ettiler... Sonra karım hayat
kadını oldu!.. Her zaman bir haber getirdi bana. Demek karım olsaydı böyle
olacaktı.
Bir
de Nayt vardı. Bu da Çinli ve tam sadist. O da başka türlü işkence ederdi. Ama
hiç biri bana Ahmet'in işkencesi kadar dokunmazdı.
Bu
arada, zaman zaman annemi ve ablamı düşündüğümü anlatmalıyım... Onların hayatta
olduklarını biliyordum. Acaba bir gün... Acaba bir gün kavuşabilir miydik? Her
zaman düşünmüşümdür bunu.
Hey
gidi dünya hey! Kim derdi ki bir gün, bir zamanlar insanlığın tek kurtuluş
reçetesi diye canımı adadığım komünizm beni anamdan, babamdan, yârimden,
kardeşlerimden ayıracaktı! Buna imkân var mıydı?
Ah
gençlik yıllarımın hayalleri ah! İmkânınız olsa da görseniz halimizi. Taş
ocaklarından dönmek üzereydik. Hava kararmıştı.
Ayaklara
pranga vurma faslı başladı. Cezaeviyle taş ocağının arası yaklaşık bir saat
vardı.
Aklıma
bir fikir geldi. Taşların arkasına saklanacak, bu
gece
sandıklarda ne olduğunu öğrenecektim.
Bütün
mahkumlar gitti. İyice gözden kayboldukları zaman ortaya çıktım. Hızlı adımlarla
yürümeye başladım. Hava kararmış, ama gündüzü aratmayacak kadar ay ışığı
vardı.
Elime
bu fırsat geçtiği halde neden kaçmadığımı merak edilebilir. Hemen söyleyeyim.
Büyük bir şehir alanı gibi bir alandı burası. Her tarafı yüksek elektrik
verilmiş tel örgülerle çevriliydi. Her elli metrede bir de devrim muhafızları
vardı. Bunu önceden biliyorduk. Kaçmaya çalışan hemen öldürülürdü. Fakat bu
yolda yakalanmamın o kadar tehlikesi yoktu. "Uyumuş kalmışım, pranga zincirine
beni almayı unutmuşlar, ben de kendim gidiyorum" diyecektim. O yüzden kaçmayı
hiç düşünmedim.
Yaşama
umudu ölme ihtimalinden fazlaysa kişi o işi yapmalıdır.
Geldim
sandıklı tarlaya. Tellerin altından geçeceğim yer yok. Tel örgünün altından
toprağı kazdım. Bedenim elektriğe kapılmadan girecek kadar yer açtım ve
girdim.
Sandıklara
yaklaştıkça burnuma pis pis kokular gelmeye başladı. Yirmi beş otuz metre kadar
yaklaştığımda öyle bir manzarayla karşılaştım ki, neredeyse kalbim
duracaktı!
Yaklaştım...
On adım kadar bir mesafe kalmıştı ki, kulağıma acayip sesler gelmeye
başladı.
Hemen
hemen sandıkların yarısından geliyordu bu sesler. Bu seslerin ne sesleri
olduğunu bir türlü ayırt edemiyordum.
İlk
sandığın yanına gelince neredeyse aklım başımdan gidiyordu. Bunca işkenceye
rağmen gitmeyen aklım az kaldı şimdi gidecekti. Dehşetle ürperdim. Yüksek
sesle;
—
Ay... dediğimi hatırlıyorum.
Sonra
sendeledim. Başım döndü, yere yığılıverdim. Galiba bir saat kadar geçici cinnet
geçirdim. Orayı pek net hatırlamıyorum.
Gördüğüm
manzaraya inanamıyordum. İki büklüm yapılmış bir insan bu sandığa tıkılmış,
sandık üzerine kilitlenmişti. Sandığın üst kısmına artı şeklinde iki demir
lehimletilmiş, içindeki insan ise, insanlığından eser taşımaz hale
gelmişti.
Allah’ııım!...
Allah’ııım!.... Allah'ım bu nasıl şey böyle!
Gördüğüm
onca işkenceye dayanan aklım demek buna aynı güçlükte cevap
veremedi.
Ön
tarafı açık olan sandıktaki adam inliyordu.
Seslendim,
beni duymadı. İkinci sandığa geçtim. Oradaki adam ölmüştü. Hatta çürümüştü
bile... Çılgınlar gibi sandık sandık gezdim...
Bu
sandıktaki ölmüş... Bundaki ölmüş... Bundaki can çekişiyor. Sayısını
hatırlamadığım kadar sandık dolaştım.
Sonunda
sağ birini bulmuştum. Onunla göz göze geldik. 0 gözlerin yorgunluğunu,
yüklendiği anlamı hiçbir zaman unutamam... Kelimelerle anlatamam. Bana korkuyla
bakıyordu...
—
Ben de mahkumum, benden korkmayın, dedim. Gördüğüm vahşetten ötürü öylesine
dehşete düşmüştüm ki, başka bir şey söylemeden dakikalarca baktım. Sonra
düşündüm, bu bir rüya olabilir miydi... Epey düşündüm bunu.
Adamın
gözlerine vuran ay ışığı sayesinde gördüğüm manzara karşısında artık daha
emindim ki, bu insan gerçekten Çin işkencesinden geçmiş bir insandı. Ağlayarak
sordum:
—
Ne zamandır buradasın? Türk müsün, Çinli mi? Fısıltı halinde cevap
verdi:
—
Ben daha yeni geldim. Çinliyim. Bir yolunu bul da beni kurtar evladım. Ne olur.
Dayanamıyorum. Bana bir iyilik yap. Boğazımı sık, beni öldür.
—
Yapamam! Bunu asla yapamam! Ağlamaya başladı:
—
Dayanamıyorum, ne olur bana merhamet et! Günlerdir bu sandığın içindeyim. Sırası
gelen ölüyor ama ben hâlâ ölmedim.
—
Seni buradan kurtaracağım. Biraz zaman geçsin. Belki nöbetçiler beni
görürler.
Sandığın
önüne uzandım.
— Şimdi
konuşalım. Suçun neydi?
— Ben
milliyetçi bir öğretmendim. Sonra devrimci oldum, Komünizm gelince beni
öğretmenlikten alıp kapıcı yaptılar. Neymiş, ben sonradan devrimci olmuşum,
aslım belliymiş. Bu da çok kahrıma gitmişti. Halkın içine çıkıp "komünizm
büyük bir yalancıdır. Tıpkı faşizm gibi, öteki işkence yapan izm’ler gibi.
İnsanlık onurunu hiçe saymaktadır" dedim.
Adam
kesik kesik ve halsız konuşuyordu.
—
Beni güya halk yargılayacaktı... Alıp götürdüler. İki yıldır hücredeydim. Sonra
buraya getirdiler... Burada en uzun süre yaşayan on beş gün yaşıyormuş. Buranın
ismi ölüm tarlasıymış... Ölene kadar ne su, ne yiyecek veriyorlar. Ne olur beni
kurtar... Dayanamıyorum. Beynim erimek üzere.
Adamı
dinledikçe zangır zangır titriyordum. Bu rejim ve işkence yapan diğer rejimler
sadist olmasaydı, öldüreceği insanı direk öldürüp işin içinden çıkmazlar mıydı?
Neden bu kadar uzatıyor ki ölümü? Sadece sadist ruhunu tatmin için; vahşete
doymadığı için!...
Bu
adamı kurtarmaya çalıştım. Sandığı kırmak istedim, kıramadım. Kapıdaki kilidi
çabuk kırdım. Adamı oradan çıkarmıştım ama adam yürüyemiyordu. Bir saat kadar
onunla uğraştım. Nihayet can havliyle yürümeye başladı. Geçtiğim telin altından
geçirdim onu, sonra çıkışı tarif ettim.
—
Git git, tel örgü gelene kadar dümdüz aşağıya git. Oralardan bir yer bulur
çıkarsın. Yalnız dikkat et, tel örgüye elektrik verilmiş.
Düşündüm
ki, eğer yakalanmazsa kaçmayı başarır. Yakalanırsa zaten öldürülecek. Öteki
dünyadaki yerini bilmem ama, bu dünyadaki yerinden kurtulduğu kesindi.
Artık
sandık gezemez olmuştum. Çoğu ölmüş insanlarla doluydu. Dehşet içinde, sendeleye
sendeleye geldiğim yerden çıktım. Cezaevine doğru yürürken yolda düşmüşüm.
Kendime
geldiğimde bacaklarımdan asılmıştım. Durmadan kamçılanıyor Hem de anama avradıma
yapılmayan küfür kalmıyordu.
Ben
bu kamçılardan çok, sandık tarlasında gördüğüm dehşetin etkisindeydim. Kamçıları
duymuyordum bile. Yuvasından çıkmış dehşet saçan gözler... Veya hiç açılamayan
gözler... İnsan ölüsünün çürümüş hali!...
Kimseye
de anlatamıyordum gördüklerimi... Sadece “beni dinleyin" diye bağırdım, "beni
dinleyin!"
Ahmet
geldi yanıma. Sakız çiğneye çiğneye sordu:
—
Kaancığım, bir şey mi var?
Çıldırmıştım
âdetâ. Aklıma gelen her şeyi söyledim sonra da devam ettim!
Ulan
köpek!... Ulan namussuz!... Ulan onun bunun çocuğu! Eğer bunun hesabını ben sana
sormazsam, sen bana istediğin her şeyi söyle!
Asılı
olduğum halde bakıyordum ona. Ne de çirkin oluyor sakız çiğneyen erkek. Birde
cak cak ettirmez mi. Yıllar sonra bile o sakız çiğneyişindeki iğrençlik gitmedi
gözlerimin önünden, o iğrenç ses silinmedi kulaklarımdan.
Artık
sinirlerim öyle hale gelmişti ki, dayanamamıştım. İlk defa acze düşüp
ağladım:
Benden
ne istiyorsun Ahmet? Artık ben her türlü işkenceye razıyım ama seni görmeye asla
razı değilim! Dayamıyorum, seni görmeye dayanamıyorum!
—
Peki neredeydin?
—
Uyumuş kalmışım. Pranga grubu beni görememiş. Ne yapayım? Gece yarısı uyanınca
durumu anlayıp buraya doğru geliyordum ki yolda düşmüşüm. Benden ne istiyorsun
kahpenin dölü!?
Ard
arda kamçıları indirdi ama ben yine acı duymadım. Gece gördüklerimin etkisiyle
ağladığım halde şimdiki acıyı bahane ediyordum.
Saatlerce
dövdüler beni. Sonra koğuşa getirmişler. Ayaklarım şişmiş, elim yüzüm
şişmiş...
Ben
bu işkencenin acısını atamazken, yanıma yine Ahmet gelmesin mi? Onu görünce
birdenbire ayağa fırladım.
—
Allah belânı versin köpek! Sen yine mi geldin?
Birdenbire
üzerine atılıp var gücümle onu yere serdim. Üzerine oturup arka arkaya
yumruklarımı suratına indirdim.
—
Al sana şerefini satan köpek, al sana satılık alçak!
Aslında
bunlara köpek derken üzülüyorum. Hiçbir köpek bunlar gibi alçak değildir. Hatta
alçak köpek hiç yoktur. Fakat hıncımı alamadığım için onlara köpek demeye
alışmışım.
Onu
zor aldılar elimden.
Biraz
rahatlamıştım. Bunun bedelini çok ağır ödesem de onu dövdüğüme pişman
olmadım.
Yerden
kalktı. Mahkûmlara baktı. Kin dolu ifadeyle söylendi:
—
Biz Kaan'la anlaşmıştık, güreşecektik. Habersiz aldı beni altına. Yoksa cesaret
bile edemezdi.
Gururundan
bu yalanı söylemişti. Yanıma gelip kulağıma fısıldadı:
—
Bunun hesabını sana çok acı bir şekilde ödeteceğim. O yüzden şimdilik keyfine
bak sen.
Yüzüne
bakıp tükürdüm suratına... Ama o yine sakızını çiğneye çiğneye baktı
suratıma.
—
Zavallı. Sana yapacaklarımı bilsen bunları yapmazdın.
Biliyordum.
İntikamı büyük olacaktı.
Ama
her şeye razıydım. Onu gönlümce yumruklamıştım ya, şimdilik gerisi önemli
değildi.
Bir
hafta taş ocağına gidemedim. Beni hücreye attılar. Karanlık, beton hücre bana
sayfiye yeri gibi gelmişti. Yatıp bir güzel uyku çektim.
Bir
hafta sonra yine taş ocağına götürdüler.
Orada
ikinci muhafız Li'yi bir yerde yalnız yakaladım. Kendisinden rica
ettim:
—
Ben sizde asil bir ruh hissediyorum. Siz kimseniz lütfen bana
söyleyin.
Sağına
soluna baktı. Kısık bir sesle cevap verdi:
—
Gel, sana anlatayım... Benim de anlatmaya ihtiyacım var.
Mahkûmlardan
epey uzağa gittik. Beni kamçılıyor, güyâ ben de bağırıyordum. Anlatmaya
başladı:
—
Ben... Ben profesörüm... Komünizm geldikten sonra beş yıldırma politikası
hakkında birkaç kelime söyledim... Beni buraya memur tayin ettiler.
Profesörlüğümü de elimden aldılar. Buralara dayanamıyorum. Ama komünizmin ağına
düştüm bir kez. Bazıları halk meydanlarında istediklerini söyleyip iksir
içiyorlardı sırf bu rejimin eline düşmemek için. Ben profesördüm, onlar sıradan
halktı; ama onlar benden daha çabuk anlamışlar komünizmin ne olduğunu. Komünizm
zulmü kanunlaştırmadı... Yasalara koymadı. Ama zulüm kanunlarını insanın
benliğine, karakterine yerleştirdi. İşte dünyanın anlamadığı nokta
burası!...
* * *
Dört arzu
Komünizmin
temel ilkelerinin nezdinde din bir afyon niteliğindedir. İnsan haklarına son
derece saygılı olan İslam dini bile, Yahudilik, Budistlik gibi dinlerle ayni
kefeye konur.
Bâtıl
dinlerdeki bütün uydurmaları İslam dinine de yükler ve komünizmin gözünde bütün
dinler aynı şeydir.
"Galile'yi
yargılayan Kiliseydi" demez. "Dindi" der. Böylece bütün dinlere paylaştırılır
Engizisyon mahkemelerinin yaptıklarını.
Gördüğüm
olayları yıllarca tahlil etmeye çalıştım.
Yüzlerce
doktor, profesör gördüm. Mahkum edilmişti. Onlarla beraber aynı işkenceye maruz
kalmıştım. Mahkumların çoğu tabi Müslümanlardı.
Beni
asıl hayrete düşüren şey, devrime emek vermiş nice devrimciler vardı. Yıllar
sonra öğrenecektim ki, "Hakka nankör olana kul yaranamazmış”.
Allah'a
karşı nankördü komünizm. O yüzden ona kendi taraftarları bile yaranamıyor, onlar
da korku içinde yaşıyorlardı.
Muhafız
Li fırsat buldukça bana anlatırdı:
—
Milliyetçilikte de aşırı giderdim... Irkımdan olmayanı insan yerine koymazdım.
Sonra komünizmi araştırdım. Gördüm ki yanlış yoldayım. "Komünizm insan haklarına
en saygılı rejim" dedim. Gece gündüz çalıştım. Hatta bir keresinde, bu meşgale
arasında karımın doğum yapacağını bile unutmuştum. Sürekli toplantılarımız
vardı. Ben aydın bir profesör olarak Öğrencileri aydınlatacaktım. Ancak Komünizm
geldikten sonra bana zulmedenler, o zamanlar beni alkışlıyorlardı. "Milliyetçi
profesör devrimci oldu" diye benim adımı her yerde kullanıyorlardı. Fakat sonuç
ortada.
O
da aldanmıştı komünizmin renkli vaatlerine. Pişmandı milyarlarca kez. Fakat
pişmanlığın fayda vermediği bir şey de komünizmdi. Duyguya hiç Önem vermeyen,
zerre kadar özgürlüğü olmadığı halde her zaman Özgürlükten bahseden komünizm,
hâlâ dünya Müslümanlarının bilmediği bir sebepten dolayı yaşıyor... İşte ben o
sebebi buldum.
* * *
Bazen
aklıma sevdiğim Aybalam geliyor. Şimdi nerededir acaba? Ona bir şiir yazsam da
göndersem.
Geldi
kara bir hortum
Senden
kopardı beni
Aldı
götürdü bilinmezlere
Bilsen
nasıl özledim seni
diyebilsem...
Hayallerimde hep onunla konuşuyordum zaten.
Fakat
Turgut'un aklımı meşgul ettiği kadar hiç kimse beni meşgul etmiyordu.
Ahh!
Bir kez dünya gözüyle görsem onu. Dünyadayken insan dünya gözüyle görmek
istiyor. Demek ki ahirette de ahiret gözümle görmek isteyeceğim.
Eh...
Ne yapayım. Bu dünyada onu göremezsem, ahiret gözümle görmeye de
razıyım.
Yakıyor
içimi Turgut. Bu ateş yanardağların ateşine benzemeyen çok farklı bir ateş.
Babamı
öldürttü! Annemi ve ablamı başka beldelere göndertti! Ocağımızı söndürdü! Ah
Turgut, bunu nasıl yapabildiğini bir bilsem. Sana bir kez sorabilsem:
—
Şimdi nasılsın Turgut? Derimi kendin yüzmedin, başkasına sipariş verdin. Memnun
musun Turgut?
Ah,
bunu bir sorabilsem.
Koğuşta herkes
ölüler gibi ranzaya yapışık. Yine ölenler oldu. Sabah kalkınca ranzalardan
cesetleri topluyor, onları büyük bir el arabasına atıyoruz. Tıpkı çöp atar
gibi... Sonra alıp götürüyorlar bu cesetleri.
Meğer
bu cesetlerden bizim için sabun yapılıyormuş. Aman Allah'ım! Bu vahşi insanlar
nasıl Cehennem zebanilerine benzetilir. 0 zebaniler bir melek ve onlar suçlulara
ceza verirler. Suçu olmayan bir tek kişiyi dahi cezalandırmazlar. Öylesine
adalet sahibi olmayan bu alçaklar, o zebanilere nasıl benzetilir aklım
almıyor.
Şimdi
hatırlıyorum bazı sahnelerin anlamını. Taş ocağında ölenleri bazı muhafızlar
orada gömdürmezler, onları illâ cezaevine kadar bize taşıtırlardı. Biz de bize
ceza olsun diye böyle yapıyorlar derdik. Meğer sebep sadece bize ceza vermek
değil, onları sabun yapmakmış.
Allah'a
şükürler olsun, Tuğrul amcayı sabun olmaktan kurtarmıştık.
Ahmet'i
düşünüyorum. Acaba bana nasıl bir ceza verecek? "Senden intikamımı alacağım"
demişti. Acaba nasıl bir intikam alacak?
Beni
önce iki ay hücreye koydurdu. Bu hücre belime kadar suyla doluydu. Tam iki ay
kaldım orada.
İnsanın
ne kadar dayanıklı bir yapıda olduğunu Çin işkencesinde anlamıştım. Aslında
gerçek adı "Çin İşkencesi" değildir bu işkencenin. "Dinsizlik işkencesidir”.
Adına Çin işkencesi deyince sanki öteki dinsizler böyle işkence yapmazmış anlamı
çıkarmayın sakın.
Zaman
zaman beni belime kadar su dolu hücreden kuru hücreye alırlardı. O zaman o hücre
bana saray gibi gelirdi.
Bu
fasıl da bitti.
Sonra
Filistin askısına aldılar. Bu askının adı neden Filistin askısı?
Hikâyeye
göre, Filistinliler Yahudileri bu askıya asmışlarmış. Kahpe yalancılar. Halbuki
tam tersi: Yahudiler Filistinlileri askıya asmışlar. O İsrail Yahudi'sinin
sadisti işkence yapar. Fakat hangi Müslüman böyle işkence yapar? Yapmışsa o
İslam'a aykırı hareket etmiş olur ve bu hareketi İslam'ı bağlamaz. O işkenceci
de İslam'ı temsil eden bir Müslüman olamaz. Fakat ne kadar işkence yaparsa
yapsın, o insan devrimci de olabilir, devrimi temsil de edebilir.
Biliyorum,
bazı devrimciler bana küfredip bunların tersini savunacaklar. Hemen sormak
isterdim. Hanginiz komünizmi benim kadar yakından gördünüz? Hanginiz canlarınızı
ona kaptırdınız? Hanginiz çektiğimi çektiniz de komünizmi benden daha iyi
tanıdığınızı söyleyeceksiniz? Sizin anlattıklarınız var ya... Ben onlara gülüp
geçiyorum gençler... Haklı değil miyim sizce?
Bu
Filistin askısı denilen askı, ki bu ismi sanıyorum Yahudiler taktı, bana
dinlendiren bir yer gibi geldi. Öteki çektiklerimin yanında tabi.
Filistin
askısı ismini koyanlara sormak isterdim, o işkence kuyularının adı ne? O içine
insan tıkılan sandıkların, o sulu hücrelerin?... Dahası taraklanan... İnsanı
tarayan, derisini yüzen taraklar... Bunlara "Çin tarağı", "Çin kuyusu"
diyemezsiniz. Bunların hepsi Sovyet Rusya'da da yaşanmış.
O
halde bunların ismi komünist işkence aletleri midir? Hayır. Bunların hepsinin
ismi "dinsizlik işkencesidir”. Zaten komünizm de bir dinsizlik türüdür. Hiçbir
işkence Allah'ın gönderdiği dinlerden doğmamıştır. Zira Allah bütün hak
dinlerde işkenceyi kesin olarak haram kılmıştır. Muhatabı kim olursa olsun,
haram... O yüzden İslam dinini daha çok seviyorum. En büyük düşmana bile
işkenceyi yasak ediyor.
Ahmet,
ben askıdayken yine geldi. Baş aşağı asılmıştım. Ayaklarım iyice gerdirilerek
ayrı ayrı demirlere bağlanmıştı.
Orada
kemiklerimin kırılmamasının annemin sütüne borçlu olduğumu düşündüm. İki buçuk
yıl emzirmiş beni. Böylece kemiklerim çok güçlenmiş.
Ah
benim garip anam ah! Seni bir kere görebilsem, seni bir kere koklasam da sonra
sana söylesem:
—
Sütün beni dinsiz olmaktan kurtaramadı. Ama kemiklerimi kırılmaktan kurtardı.
Bana o kadar süre süt verdiğin için sana teşekkür ediyorum can anam!
Ahmet
yine aynı soruyu sordu:
—
Nasılsın Kaan?
Aklıma
gelen her türlü hakarette bulunduktan sonra ilave ettim:
—
Hayatta üç arzum vardı, şimdi dört oldu. Bunların en keskini Turgut'u görmekti.
Ama sen Turgut'u aştın. Şimdi en büyük arzum seni gebertmektir!
Kahkaha
ile güldü.
Çektiğim
bütün acılar bir yana, Ahmet'in "nasılsın Kaan?" diye sorması bir yanaydı. Belki
buna inanamayacaksınız ama bu böyleydi işte.
Filistin
askısı denilen askıya belirli aralıklarla tam bir yıl asıldım. Ahmet bana
toplam iki yıl işkence çektirmişti. Böylece, hâlâ adını ve beldesini
öğrenemediğim hapishanede altıncı yılımı doldurmuştum.
Bir
gün Ahmet yine köpeklerine emir vererek kollarımdan tutturup kuyunun başına
gönderdi. Ahmet'in ağzında sakız vardı. Elinde cop, emir veriyordu. Aynı şekilde
kalın demirlere basarak kuyunun orta yerine geldim.
Gece
yarısı olmuştu. Ahmet muhafız Li ile kuyunun başına geldi. Onu karşımda görür
görmez hemen kenara çıktım. Yıldırım hızıyla Ahmet'i tuttuğum gibi kuyuya
attım.
Aşağıdan
çırpınıyor, "kurtar beni Li, kurtar beni" diye bağırıyordu. Onu doyasıya
seyrediyordum. Demek ki bende de bayağı sadistlik varmış. O çırpındıkça ben
zevkten dört köşe oluyordum.
Yukarıdan
aşağıya seslendim.
—
Nasılsın Ahmet? Pardon, Loh? Herhalde çok iyisindir. Lağım fareleri iyice
acıkmış olmalılar, etin onlara iyi gelir köpek!
Çok
geçmeden Ahmet ölmüştü. Li'ye baktım. Gülümseyerek cevap verdi:
—
Ben bir şey görmedim, sen bir şey mi yaptın? Koğuşa gelip yattığımda keyifli bir
uyku uyumuştum.
Neydi
bana çektirdikleri! Hâlâ ona olan kinim sona ermiş değil. Bir türlü onu
benliğimden atamadım.
İlk
işim, olup biteni Fatih'e anlatmak oldu. Fatih sevincinden oynamaya başladı.
Ahmet'in yokluğunu iki gün kimse fark etmedi. Kuyuda görseler de
tanıyamazlardı. Belki de bir başka mahkumun düştüğünü sanacaklardı.
Bir
ara gelip koğuşta sordular. Beni bir korku aldı. Acaba Li beni ihbar eder miydi?
Bana numara yapmış olabilir miydi?
Korkum
her geçen gün arttı. Sonunda kendime teselli verdim:
—
Aldırma Kaan. O köpeği temizledin ya, ölsen bile buna değer.
Oh
be... Rahatladım.
Her
tarafta aradılar, ama Ahmet’i bulamadılar. Rahatladım diyorum ama, hafiften
hafiften korkmuyor da değildim. Bu korkumu Li'ye açtım. Beni teselli
etti:
—
Korkma, ölsem de söylemem.
Gerçekten
de söylemedi. "Demek Çinlilerin de namuslusu varmış" dedim. Tabii ki vardı. Ama
ben bir zamanlar namuslu Çinlinin olmadığına inanmıştım.
Fatih
fırsat buldukça bana sarılır, "ağbi, ver elini öpeyim" derdi. O da muhafız
Tenke'ye takmıştı. Tenke Fatih'in sinirine dokunuyordu. Bir gün yanıma gelip
ellerimin ikisini bir öpmeye başladı:
—
Ağbi, sağ elini Ahmet için öptüm. Sol elini de Tenke için öpeyim, onu da hallet
ne olur.
Gülüştük.
Hayret...
Yıllar sonra ilk defa böyle neşeli gülebilmiştim.
Burada
altı yıl daha kaldım. Bin kişilik koğuşta yüz kişi kalmıştık. Gerisi işkenceye
dayanamayarak ölmüştü. Bu rakam sadece bizim dev koğuşta ölenlere aitti. Öteki
koğuşta ölenleri de katarsak, bu, binlerce insanın sabun yapılmış olması
demekti.
Hey
gidi halka huzur verecek olan komünizm hey! Halkı sabun yapacakmış
meğer.
Bu
yıllar içinde sadece üç defa tuhaf bir şekilde muhakeme edildim; hepsi oydu.
Mahkemeye çıkarsalar bile fark etmiyordu ki.
Çünkü
hakkınızdaki ihbar hem delil, hem sonuçtu.
Dinsiz
düzenlerin hukuk ve yargı anlayışlarının özeti işte buydu. İhbar edilmek demek,
ayni zamanda mahkemen de bitmiş demek oluyordu.
Halk
mahkemeleriymiş. Güldürmeyin beni...
* * *
Ateşten doğan ateş
1953
yılında girdiğim cezaevinde, 1969 yılına gelmiş, ama onca işkenceye rağmen hâlâ
ölmemiştim.
Beni
ve birçok mahkumu bu korkunç cezaevinden alıp Urumçi Birinci Hapishanesine
götürdüler.
Her
halde artık işkence görmeyecektim. Oraya gidince çok şaşırdım.
Beni
otuz kişilik bir koğuşa attılar. Hayret! Bu koğuşta kadın erkek karışık
kalıyordu.
Burada
dev koğuşlar yoktu. Fakat şartlar aynıydı.
Yine
açlık.... Yine sefalet... Yine kamçı... Yine taş ocakları... Yine tahmin
edilemez işkenceler...
Koğuşta
zina suçundan yatan kadınlar vardı. Ama yirmi bir yıllık hapis hayatım boyunca
zinadan yatan erkek görmemiştim.
Kadınların
içinde bir genç kız dikkatimi çekti.
Bu
genç kız öteki mahkum kadınlara hiç benzemiyordu.
"Kadın-erkek
eşitliği olduğu için kadın erkek koğuşu ayırmaya gerek yok"muş!
Bir
ölçüsü olmayan istekler, mutlaka bir yerlerde tıkanmak zorundadırlar. İşte
kadın-erkek eşitliği konusunda sınırlar tespit edilemediği için tam eşitlik
yapılıyordu.
Beş
kadının adını unutmadım. Bunlar Sacide, Maynur, Aygül, Melike ve
Sevimgül'dü.
Sevimgül
çok farklıydı. Ağırbaşlı, erkeklerle lâubali olmayan, işkence çekmekten gelip
işkence çekmeye giden, kültürlü ve çok güzel bir kızdı.
Bir
kez ona suçunu sordum. Tuhaf tuhaf baktı bana. Anlamlıydı cevabı:
—
Bu rejimde doğmak bile suçtur!
Çok
güzel ve dolu dolu olan bir cevaptı. Ama ben teferruatlı bilgi
istiyordum.
Yıllar
sonra ilk defa bir başkasını bu kadar merak etmiştim. Sevimgül'deki güzel ahlâk
bunun en önemli sebebiydi. Fakat bana yüz vermiyordu. Haklıydı tabii. Kim bilir,
yıllardır bu cezaevinde ona kaç kişi aynı soruyu sormuştu.
Ben
biraz biraz kendime gelsem de Turgut'u unutamıyordum. Yanıyordu içim. Onu
görmeden ölmek istemiyordum.
Burada
bir ayna bulup kendime baktım. Zavallı ben. Ne hale gelmişim.
Bir
kış daha bastırmıştı!
Kadın-erkek
ayırımı yapmadan ki modern ideolojiler kadın erkek ayırımı yapmazlardı(!), bizi
uzaklara götürüp akşama kadar çalıştırıyor, sonra zindana geri
getiriyorlardı.
Bu
defa ayaklarımızda pranga denilen illete ilâveten ağır demirler de vardı.
Soğuktan da üşüyorduk.
Bir
gün yine sıra olduk... Prangalanmayı bekliyorduk. Sırayla prangalarımız
vuruluyordu. Birdenbire bir yetkili gür bir ses tonuyla bağırdı:
—
Sıraya girin! Cezaevi müdürü mahkum teftişine çıkmış, buraya geliyor.
Zaten
sıralıydık, ama bu sefer daha dikkatlice dizildik. Tek tip elbiselerimiz vardı.
Neyimizi kontrol edeceklerdi bilemiyorum. Sıra halinde epey bekledik.
Geldi
cezaevi müdürü.
Ben
hiç oralı bile değilim. Sıranın bir başından başladı, mahkumlara göz gezdirerek
bize doğru geliyor.
Sertmiş
cezaevi müdürü. Yüzü hiç gülmezmiş. Duyardık mahkumlardan.
Müdür
benim hizama geldiğinde, hepimize birden nasılsınız?" diye sordu, O anda buz
kesmiştim.
Bu
ses... Bu ses Turgut'un sesi! Aman Allah'ım! Bana dayanma gücü ver!
Baktım
gözlerine. Evet evet, epey yaşlanmıştı ama oydu. Beni korkunç bir titreme aldı.
Neredeyse düştüm düşeceğim.
Aman
Allah'ım! Ben şimdi ne yapayım?
Kendimi
ne kadar sıkarsam sıkayım, gözlerim durmuyor, devamlı gözyaşı döküyor.
Kahrolmayası
gözler. Şimdi bunun sırası mı? Durun, beni ele vermeyin.
Ağlarken
dikkatini çekip beni görmesin, tanımasın diye kafamı çevirdim.
Yüzlerce
mahkumun yüzünün müdüre dönük olduğu yerde bir kafanın arkasının görünmesi,
haliyle dikkati çekiyordu.
Beni
fark etti.
—
Hey, sen! Neden başını bizden çeviriyorsun?
Tekrar
yüzümü döndüm. Beni tanımadı. Ama ağladığımı fark etti. Nasıl ağlamasaydım.
Kardeşimdi o benim. Sonra canileşmişti. Şimdi de bu caniliğinin ücretini böyle
alıyordu.
Onunla
geçen günlerimizi düşündüm. Ne güzel çocuklardık öyle. İki candan dost ve
arkadaş. Geldi komünizm, aramıza girdi ve karşımda duran bu adam bana yirmi
yıldır işkence çektiriyor. Annesini babasını da sattı! Meğer karşılığında
cezaevi müdürlük makamı varmış!
Bir
anda anılara dalıp gitmiştim. Hatırlarım, bir gün çektirdiğimiz resimlere
bakıyorduk. Resimde ondan biraz uzak durmuşum. Bana kızmış; "neden benden uzakta
durdun. Bu resmi yırtmak istiyorum" demişti. Böyle günler geçirmiştik biz
onunla. Her şey bir yana, nasıl bu hale geldiğimize ağlasam yine yeterdi.
Halbuki ağlamak için sebeplerim öyle çoktu ki.
Ağladığımı
fark ettikten sonra iyice yaklaştı bana. Sert bir ses tonuyla sordu:
—
Sen! Neden ağlıyorsun? Başımı öne eğdim. Hiddetlendi:
—
Cevap ver, neden ağlıyorsun? Yaşlı gözlerimi taa gözlerinin içine diktim. Bir
müddet baktım ona. Sonra yüksek sesle cevap verdim.
—
Benim ağlayacak sebeplerim çok var. Size hangisini anlatayım?
Gözlerinin
içine öyle derinlemesine bakıyordum ki, kendimi gözlerinden alamıyordum.
O
da dikkatlice bakıyordu bana. Birden rengi sarardı... Şaşkın şaşkın tekrar
baktı. Tekrar tekrar devam etti bakışları. Sanki donmuş gibi durdu bir müddet.
Sonra sordu:
—
Senin adın ne?
Göz
yaşlarım yağmur gibi akarken cevap verdim:
—
Kaan, efendim. Şaşkına döndü.
Kendisini
tanıtamazdı. Benim mahkum olmam ona zarar verebilirdi. Birdenbire emir
verdi:
—
Tamam. Götürün bunları. Biz epey gittikten sonra dönüp ona baktım. Aynı yerde
put gibi duruyor, öylece bana bakıyordu.
Koğuşa
geldiğimizde kendimde değildim. Turgut hâlâ karşımda duruyordu sanki. Onu tenha
bir yerde görmek ve hayalimdeki soruyu sormak arzusu daha da büyüdü içimde.
—
Şimdi nasılsın Turgut? Bu soruyu ona mutlaka soracağım.
Turgut'un
acısı bir başka ateşle yaktı beni. Daha sonraları hep düşündüm:
"Acaba,
Müslümanlar neyi yapmadılar da komünizm doğdu?!"
* * *
Sevimgül
deydi gözlerim. Zavallı kız! Ne suç işlemişti de buradaydı acaba?
Mahzun
duruşu, genç yaşta yüzüne inen çizgiler vardı.
Taş
ocağında da ona bakıyordum bazen. Erkeklerle eşit şartlarda çalışıyordu.
Dinsizliğin sağladığı eşitlik içinde...
Bir
yolunu bulup yine sordum:
—
Sen devrimci miydin?
—
Komünizm geldikten sonra kimin başka bir şey olma hakkı vardı ki?
—
Şu suçunu hâlâ anlatmayacak mısın?
Koğuşta
Müslümanlar çoğunluktaydı ve benim Sevimgül'e başka bir niyetle yaklaştığımı
düşünüp uyaranlar oluyordu.
Bitiyorum
Müslümanların bu yönüne. Bir kadına sarkıntılık yaptıklarını zannettiler mi,
kendi kız kardeşlerine sarkıntılık yapılmış gibi sahiplenirler. Müslüman ruhu
eğer gerçekten Müslüman’sa, dünyanın her yerinde aynıdır.
Sevimgül'ün,
benim temiz niyetimden şüphesi kalmamıştı artık. Bir yıl sonra "peki ağabey"
diyerek anlatmaya başladı:
—
1943 yılında Doğu Türkistan'ın Urumçi şehrinde dünyaya gelmişim.
İlkokulu
aynı şehirde Tatar dilinde okudum. Orta ve liseyi Uygur dilinde bitirdim. Doğu
Türkistan Tıp Fakültesinde okumaya başladım.
Çinlilerin
çoğunlukta olduğu yerdi. Bizim yemeklerimizle onların yemekleri aynıydı. Baktık,
yemeklerdeki etin rengi çok beyaz. Sorduk arkadaşlarla:
—Bu
etin rengi neden beyaz? Yetkililer cevap verdiler:
—
Domuz eti beyaz olur. Midemin allak bullak olduğunu hissettim.
Biz
İslam'ın diğer emirlerini bilmesek, gereğince amel etmesek de, domuz etinin
haram olduğunu çok iyi biliyorduk.
Doğu
Türkistanlı on iki Öğrenci bir araya geldik. Dedik ki:
—
Bu böyle olmaz. Hakkımızı arayalım. Bize ayrı yemek verilsin.
Aktif
ve korkusuz gençlerdik. Sonra, neden korkacaktık ki? Komünizm, faşizm değildi
ki, korkacak ne vardı? O, halkın isteklerini dinlerdi. Asıp kestikleri vardı
ama, onlar vatan hainleriydi. Rus casuslarıydılar. Biz ise sıradan insânî
haklarımızdan birini istiyorduk. İman zerre kadar da olsa, gereğini
yaptırıyordu. Fakülte yönetimine başvurduk, olmadı. Biz de "özgürlükçü rejimde
dernek kurup hakkımızı alırız" dedik ve derneği kurduk. Gayemiz sesimizi devlete
duyurmaktı.
Başkanımız
Abdülaziz isminde bir Uygur Türküydü. Bu genç çok aktif biriydi.
—
Biz Türklere kimse domuz eti yediremez, derdi.
Gerçekten
Türklerden hiç kimse ki bu diğer ırklar için de geçerli, dinsizleşmedikçe domuz
eti yemezler.
Ben
hep düşünmüşümdür.
Domuz
eti haramdır diyen de Kuran'dan âyettir, içki içmeyin, zina yapmayın, adam
öldürmeyin, namazınızı dosdoğru kılın, zekatınızı hesaplayarak verin emri de ve
diğerleri de Kuran'dan birer âyettir. Neden acaba domuz eti yasağına riayet
edildiği kadar Allah'ın öteki emirlerine riayet edilmez? Bunun cevabını hâlâ
bulamadım.
On
iki arkadaşla kurduğumuz dernekte ben de aktif görev aldım. Kendi aramızda
övünüyorduk:
—
Komünizm bir başkadır. Faşist bir rejimde olsak bu derneği kuramazdık.
29
Nisan 1963 yılıydı. Fakültede bir koşuşturma vardı. öğretim görevlileri
telaşlıydı.
Meğer
bütün okullara emir verilmiş. Hepimiz bu tarihte meydana götürüldük. Binlerce
Öğrencinin gözü önünde bir konuşmacı mikrofonu aldı ve bütün öğrencilerin
duyacağı şekilde konuşmaya başladı:
—
Sevgili yoldaşlar! Faşizme karşı alternatif rejim olarak komünizm doğdu. Fakat
komünizme Sovyet Rusya kara leke sürdü. Sovyet Rusya komünizmi uygulamadı,
uygulayamadı. Komünizmin gerçek yönünü dünyaya biz, Çin Halk Cumhuriyeti
gösterecek ve bu rejim sizlere emanet edilecektir. Yarının büyükleri,
yöneticileri sizler olacaksınız ve sizler sayesinde komünizm altın çağını
yaşayacak. Faşist Ruslar bunu yapamadı ama siz yapacaksınız! O yüzdendir ki,
işte o yüzdendir ki Ruslar bizi çekemiyor, aramıza casus gönderiyorlar. Bu
casuslar yurdumuzu satıyorlar... Ruslara vermek istiyorlar yurdumuzu. Aranızdan
da bazı hain alçakları bulup onları satın alıyorlar.
Biz
bunları dinlerken nefretle dolmuştuk. Bu öğrenciler nasıl yurdumuzu Ruslara
satarlardı?
Komünizmin
yönetimi altına girmekle aslında Çinlilere satıldığımızın farkında bile
değildik.
Konuşmacı
sordu:
—
Bu vatan hainlerinin cezasını verelim mi? Hepimiz birden bağırdık:
—
Verelim. O namussuzları cezasız bırakmayalım!
—
Peki o halde, şimdi bunların isimlerini okuyoruz.
Şaşkınlıkla
dinledik isimleri. Bunlar bizim isimlerimizdi ve biri de bendim tabii.
Orta
yere aldılar bizi. Bizimle Öğrencilere gözdağı vererek hem
zalimliklerini, hem de acizliklerini sergiliyorlardı.
Ellerimizi
ayaklarımızı bağladılar. Her birimizi ayrı ayrı arabalara koyup, bizi Rus
casuslarının yakalayan kahramanlar edasıyla götürdüler.
Sevimgül
bunları anlatırken gardiyan koğuşa girince konuyu kapattı.
—
Devamını sonra anlatırım Kaan ağabey, dedi.
Meraktan
çatlıyordum. Acaba ona nasıl işkence uygulanmıştı? Bu alçak rejim işkencede de
kadın erkek eşitliğine riayet ediyor muydu, yoksa kadına daha ağır cezalar mı
veriyordu?
Bu
arada koğuşumuzdaki İsmet amcayla sık sık konuşuyorduk. Ona açılmak istiyordum.
Çok şirin, mükemmel bir insandı. Has Müslüman’dı. İslam'ın emirlerini o kadar
güzel anlatıyordu ki, onu dinlemeye doyamıyordum.
Turgut
canımı çok fazla sıktığı için her fırsatta İsmet amcaya gidiyordum. Meğer İsmet
amca da imammış. Şu cezaevinde en çok gördüğüm mahkum imamlar ve
öğretmenlerdi.
—
İsmet amca, dedim, içim içime sığmıyor... Çatlıyorum İsmet amca. Üç gündür
buralar daha sıkıcı geliyor bana. Bundan sonra nasıl işkence çekeceğimi de hiç
bilmemek beni daha çok sıkıyor.
Çok
farklı bir insandı İsmet amca. Bana anlamlı anlamlı baktı:
—
Her şeye rağmen yaşamak bir nimettir. Sabret ve bu nimeti değerlendir.
Sonra
devam etti:
—
Sahi! Senin yaşamaktaki faydan nedir? Anlayamamıştım.
—
Ne demek istiyorsun İsmet amca?
—
Diyorum ki, yaşamak insana kar vermeli. Senin karın nedir?
—
Düşündüm. Bu sözden neyi anlamalıydım acaba?
—
Yani bana öl mü diyorsun?
—
Hayır. Yaşamanın faydası nedir, diyorum.
—
Bilmem. Ölmemek için yaşamaya çalışıyorum.
—
İyi de, öldüğün zaman yaşadığın bu hayatın sana bir faydası olacak mı?
—
Muammalı konuşuyorsun İsmet amca, seni anlayamıyorum.
—
Demek istiyorum ki, sen neden Allah'a dönmüyorsun? Allah'tan uzaklaşmanın
bedelini hep beraber gördük. Daha başka bedeller mi görmek istiyorsun?
—
Ben her zaman "Allah" derim. Kalbim hiç durmadan her nefeste "Allah" der.
—
Peki, aynı kalbin sana, "namaza başla, günde beş vakit de secdede Allah de"
demiyor mu?
Şaşırmıştım.
—
Aslında haklısın İsmet amca. Tuğrul amcamın öldüğü gün ben de düşündüm bunu.
Bilemiyorum neden, namaza başlamadım. Aslında Allah'ımı çok seviyorum, belki
günde yüz bin defa "Allah" diyorum kalbimden.
Güldü.
—
Güzel bir şey. Ama keşke yüz bin defa Allah deyip namazını geçirmektense, beş
vaktini kılıp yüz defa Allah deseydin daha kârlı olurdun. İnsan her gün binlerce
kez Allah'ı anar da, günde beş vakit Ona secde etmez mi Kaan? Bu ne uzaklıktır
böyle? Allah'ını seven Ona secde etmeden nasıl kul olur?
Çok
etkilenmiştim. Ne güzel söyledi: "Allah'ı seven, Ona secde etmeden nasıl
kul olur?" Evet, düşünmeye başladım. Ben gerçek kul değil, sahte kulum.
Hemen
o gün.namaza başladım. Namazdan sonra doya doya dua ettim:
—
Yâ Rabbi. Geç de kalsam huzuruna geldim. Çektiğim işkenceleri, işlediğim
cinayetlerin bedeli kabul et. Beni de lütfuna al Allah'ım!
İçimde
tarifi imkânsız bir sevinç başlamıştı. Ama Turgut aklıma gelince bu sevincim
kalbimde düğümleniyordu. Ah Turgut ah!... Ne uğruna yaktın bizi?
* * *
Bir
gün kendi kendime düşündüm, şu durumumuzda bir filim çevrilmiş miydi? Hiç böyle
bir kabus gören olmuş muydu? Yoo! Kabusların bile aklına böylesine acı veren
sahneler gelemezdi
* * *
Taş
ocağından geliyorduk bir akşamüstü. Özel cezaevi cipi karşımıza çıktı. O bize
doğru gelirken yana çekildik.
cip
benim hizama geldiğinde içine baktım. Turgut donmuş halde bana bakıyordu. Bende
ona baktım.
Yine
dökülmeye başladı göz yaşlarım.
Hem
ona bakıyor, hem de kendi kendime konuşuyordum:
—
Neden öyle bakıyorsun Turgut? Beni böyle görmek sana acımı veriyor, zevk mi? Ah
bir anlasam bunu! Bak Turgut bak. Sen bakmayacaksın da bana kim bakacak?
Taa
derinden yanıyordu kalbim. Onu her gördüğümde böyle titreyecek, böyle
kahrolacaksam, bu işkence Ahmet'in işkencesini aratır bana.
Dayanamıyorum
Allah'ım. Turgut'u göremeyeceğim bir yere götür beni!
Turgut'un
gözlerindeki ifade yakıyor beni. Acaba benim gözlerimin ifadesi ona ne yapıyor?
Benim ciğerimin yandığı gibi yanıyor mu acaba?
Ben
de ne saçmalıyorum böyle? O baba katilinde öyle yürek olabilir miydi?
Günler
sonra bir gece koğuşta yatsı namazını kılıyordum. Birdenbire, mahkumlar arasında
bir telaş fark ettim. Birisi seslendi:
—
Müdür geldi, kalkın hizaya geçin!
Namazımı
bozmadan devam ettim. Onun yanıma kadar geldiğini fark ettim. Arkadaşlara
söylendi:
—
İçinizde namaz kılanlar var demek ki. İyi iyi, biz kimsenin namazına karışmayız.
Devam edin...
Sonra
çekip gitti.
Ses
tonunu tahlil ettim ama sesi hainceydi. Pişman olan insanın sesindeki kulak
dinlendiren ahenk, incelik ve yumuşaklık yoktu.
Böyle
geçiyordu günler. Her gün onu görme stresi beni perişan ediyordu. İnanılmaz bir
işkence geliyordu bana...
Bu
Ahmet'in işkencesini geçti Allah'ım. Beni buralardan götür. Turgut'un gerçek bir
faşizm olan komünist rejimin bekçisi olarak karşıma geçmesine tahammülüm yok!
Turgut'u görmeye tahammülüm yok.
Cezaevi
müdürlüğüne bir dilekçe yazmak istedim. Gardiyandan kağıt rica ettim, getirdi.
Kalemi kağıdı elime aldım, yazacağım.
Aman
Allah’ım! Yazı yazmayı unutmuşum. Şoke olmuştum.
Tekrar
denedim. Hayır hayır, hiçbir harf kalmamış aklımda. Tam yirmi yıldır tek harf
görmemiş, tek kelime yazmamıştım.
Oturdum
bir köşede, kara kara düşündüm. Okuma yazmayı unutunca kendimi bambaşka bir
insan olarak gördüm. Ağlamamak için kendimi zor tuttum. Sanki başka bir
kardeşimi kaybetmiş gibi oldum.
Günler
sonra taş ocağına giderken Sevimgül'den hikayesinin kalan kısmını anlatmasını
rica ettim...
—
Sonra ne olmuştu Sevimgül, anlatır mısın? Seni bir arabaya koymuşlardı. Eee,
sonra?
Anlatmaya
başladı:
—
Sonra arabayla beni alıp hiç bilmediğim yere götürdüler. Bir hücreye kapattılar.
Üç ay o karanlık hücrede kaldım. Aileme haber verilmedi. Altı yedi adımlık
koğuştu koğuşum. Adım adım dönmek, her an korku ile yaşamak ve en acısı da
"vatan haini" damgasını yemek dünyamı alt-üst etmişti. Kokmuş yemekler
verilirdi. Kızıla benzer ekmek veriyorlardı, onu da sertlikten yiyemiyordum. Her
gün sorguya çekiliyordum:
—
Sizi kim yönlendiriyordu? Kim teşvik ediyordu?
Hep
bu sorular soruluyor, artık iyice bıktırıyorlardı. Halbuki arkamızda kimse yoktu
ve devlet işleriyle de uğraşmıyorduk... Ama bana inanmıyorlar, illâ arkamızda
bir güç arıyorlardı.
Sonra
beni Cungurya'ya götürdüler. Orası ne kadar sıcaktı bir bilsen. Aman Allah'ım!
Sıcaktan patır patır dökülüyordu insanlar. Üzerimizdeki gömlek bile on günde
eriyordu.
Hiç
unutmam, bir gün arkadaşlarla burnumuza et kokusu geliyor diye kokunun geldiği
yeri arıyorduk. Meğer derimiz yanıyormuş da koku derimizden geliyormuş. Aman
Allah'ım! Ben o işkenceye nasıl dayandım?
Kışın
da tam aksi olurdu. Soğuk dondururdu. Çalışırken habersizce gelip aniden kamçıyı
indiriyorlardı. Suçumuz, neden hızlı çalışmıyormuşuz. Neden yanımızdaki ile
konuşmuşuz. Ne konuşmuşuz? Dinsizler onca tedbire rağmen yine de bizden
korkuyorlardı...
Hiç
unutmuyorum. Sıraçdin isminde bir genç vardı. Domates bahçesinden domates
topluyorduk.
Bir
çığlık duyduk. Ben çığlığa doğru koştum. Bir de baktım ki bu genci
ayaklarından ağaca asmışlar vuruyor, vuruyorlardı.
—
Bir daha böyle suç işleyecek misin?
Genç
ağzından burnundan kanlar akarak cevap veriyordu:
—
Hayır! Ne olur artık vurmayın, bir daha yapmayacağım.
Sonradan
öğrendik, meğer toplarken bir tane domates yemiş. Dehşetti bu, çok
korkmuştum.
Dayanılmaz
bir yerdi.
Tam
üç yıl aileme haber vermediler Ziyaretçilerim gelmedi. Can annem, babam ve
kardeşlerim ölümüyüm, dirimiyim haber alamadılar üç yıl sonra annemler
gelmişler. Annem ağlayarak yalvarmış. "Bana yavrumu gösterin, bana neyin
günahını ödetiyorsunuz?" demiş.
Şartlanmış
fanatik dinsizler çok rahat iftira ettikleri için anneme demişler ki:
—
Kızın bize casusları söylemiyor. Söylemiş olsa hemen bırakacağız. Sen
bilmiyorsun ama kızın vatan hainidir!
Ah
benim çilekeş annem, ah! Kim bilir yüreğin nasıl yandı!
Bana
çok çeşitli işkenceler uyguladılar. Sabah saat dokuzdan akşam altıya kadar
Mao'nun resmi önünde ayakta bekletip;
—
Mao'nun manevi huzurunda saygı duruşu yapacaksın, dediler.
İktidarda
Müslümanlar olunca, kimseye zorla "bizim ilahımıza saygı duruşu yapacaksın"
demezler. Çünkü İslam'da zorla Müslüman yapma yoktur. Fakat putçuların eline koz
geçtiği zaman zor/a kendi ilahlarına saygı duruşu yaptırırlar.
Sonunda
mahkemeye çıkarıldım. Aman yâ Rabbi, bu ne itham!...
1962
yılında Gülcü ve Çevçek şehrinden seksen bin insan Sovyetlere kaçmış. Bunların
hepsini ben kaçırmışım.
Bu
iddia beni şoke etti. Daha çok gençtim. Zalimleri de hiç tanımıyordum. Nasıl
şaşırmıştım anlatamam.
Bunlar
hiç mi düşünemiyordu acaba, bu bir genç kız. Seksen bin insanı nasıl
kaçırabilir? "Bizim zulmümüz kaçırdı" demezlerdi. Ve birçok Müslüman Türk,
mecburen bir zalimin kucağından öteki zalimin kucağına kaçmışlardı.
Hayatım
boyu unutamayacağım bir şey oldu. İmkânım olsa bütün dünyaya, hatta insan var
ihtimaliyle Merih'e bile anlatırdım o günümü. Ne büyük yaraydı o benim için.
"Seksen bin insanı kaçırdı" diye çektiğim İşkenceler onun yanında hiç kalırdı.
Çünkü aldığım bu yara Müslümanlardan gelmişti.
Meğer
Müslümanlar, müşrikleri de, şartlanmış dinsizleri de hiç tanımıyorlarmış. Bunu o
gün anladım.
Sevimgül'ün
sesi ağlamaklıydı.
—Bilemezsin
Kaan ağabey, o acı, o ıstırap çok başka. Daha sonra beni Urumçi'den 60 km.
uzakta o/an Gengu Köyüne sürdüler. Burası çok büyük bir köydü. Çinlilerle
birlikte Kazak Türkleri ve Uygur Türkleri de vardı.
Allah'ın
ölçüsüyle bakmazsan insanlığa, hangi Türk boyu olursa, hangi ırk olursa olsun,
kendi din kardeşine düşman olur, düşman oyununa da çok çabuk gelirmiş. Ben bunun
örneğini Gengu'da gördüm, yaşadım.
Üç
bin kişilik komiyi topladılar. Bizi onların içine soktular. Biz sekiz mahkumduk.
Benden başka bir kadın daha vardı. Ben en arkadaydım.
"Bunlar
hain" diye tanıttılar bizi.
Kulağıma
acayip sesler gelmeye başladı. Ne olduğunu anlayamamıştım. Meğer öndeki
mahkumlara devamlı vuruyorlarmış. Kadın mahkumun kafasına eski bir çaydanlığı
andıran bir şey geçirmişlerdi. O çaydanlık gibi kaba yukarıdan bastıra bastıra
vurmuşlar, kap kadının kafasına gömülmüş. öteki mahkumlar da kanlar içinde yerde
yatıyor; Müslüman Türkler ise "sizi gidi vatan haini sizi" diyerek onları
tekmeliyorlardı.
Durun!
Onlar kendi din kardeşleriniz! Kökten dinsizler size yalan söylüyorlar!
Aldanmayın ne olur!
Ama
aldanmışlardı.
Benim
için "bu kız, seksen bin kişiyi Sovyetlere kaçırdı. Bu bir ihtilalcidir, vurun
bu haine!..." demişlerdi.
Ortalarından
geçiyordum. Avazları çıktığı kadar "Hain, alçak!..." diye bağırıyor, yüzüme
tükürüyorlar ve de acımasızca vuruyorlardı. Bu kahreden acıyı ömrüm boyu
unutamayacağım.
Bir
Müslüman kendi din kardeşine dinsiz ağzıyla nasıl zulmedebilir? Bunu nasıl
yapabilir?
Bazıları
da "sen Türkistan’ımızı kaça satıyordun?” diye bağırıyorlardı.
"Bu
zulmün asıl kaynağı, komünizm" diyor bazı mahkumlar. Bence doğru değil. Asıl
kaynağı bizim dinimizi bilmememizdi bana göre.
Zeki
kızdı Sevimgül.
Bazı
mahkumlar, yada mahkum olmayan erkekler, bir kadın yada kız gördükleri zaman
anılarındaki bir kadını hatırlarlar. Ben de Sevimgül'ü görünce ablam Çiçek'i
hatırladım. Ablam şimdi yaşlanmıştır ama ben onun genç halini hatırlıyordum.
Kadın mutlaka kadını hatırlatmaz. Anayı, bacıyı, evladı halayı teyzeyi de
hatırlatır insana.
Sevimgül
her zaman bir anısını anlatırdı bana.
Başka
mahkumlardan da dinlerdim anılarını. Sırası geldikçe anlatırım size.
Sevimgül
beni çok etkilemişti. Genç kız olduğu halde onca işkenceye dayanmış olması bana
hayret veriyordu.
Bir
gün de Cungurya’da yaşadığı kışı anlattı. Ben de çok şeyler yaşadım kışın. Ama
Sevimgül’ün anlattığı farklı, benimki farklıydı.
Bir
gün çok sert bir kış soğuğunda çalışıyorlarmış. Kalın elbise giymeyen donup
hemen öldüğü için, kalın elbise verirlermiş.
Bir
adam varmış mahkum arkadaşlarından. Sevimgül onunla konuşuyormuş. Adam cevap
veriyormuş ama gözleri aynen heykel gözü gibi hiç kımıldamıyormuş. Meğer adamın
soğuktan gözü donmuş! Hayret ve dehşetle sorardı:
—
Bu kadar kitapsızlık nasıl olur Kaan ağabey? Cevap verirdim babamın sözlerini
hatırlayarak:
—
Olur Sevimgül, olur. Dinsizlik taassupla birleşirse, insanın yapmayacağı bir şey
yoktur.
* * *
Burada
bir şeyi daha anladım. İnsan, meğer bir hayvan görmeye hasret kalabilirmiş. Bir
kedi köpek görsem sanki dünyalar benim olacak gibime gelirdi... Köpeğimiz Çan'ı
ve ineğimizi özledim. Hatta inanması çok güç ama ben hayvan gübresinin kokusunu
bile özledim. Adeta burnumda tütüyor. Bu nasıl duygudur bilemiyorum ama ben bunu
yaşadım.
Meğer
neymiş bu Komünizm, hayvan gübresini özletirmiş insana.
* * *
Suçlular farklı bakar
Sevimgül'ü
artık ailemden biri olarak görüyordum. Ona zarar gelmesin diye haberi yokken
devamlı onu kolluyordum.
Sevimgül
vasıtasıyla bir şeyi daha anlamıştım. Demek ki kadınlar bildiğimden daha
güçlüymüşler. Bana daha önce Sevimgül'ün çektikleri anlatılsaydı, "olur mu öyle
şey? O kadın yaşayamaz" derdim.
Yaşamış
Sevimgül ve daha niceleri.
Onun
tavırları hâlâ netti. Bir dengesizlik görünmüyordu. İradesine hayrandım. Bu
denli büyük denge beni şaşırtıyordu.
Başka
neler çekmişti? Çok merak ediyordum. Şu anda hâlâ da çekiyordu aslında. Hepimiz
beraber aç kalıyor, zaman zaman hep birlikte kamçılanıyorduk. Onu
kurtaramıyordum kamçı darbelerinden. Bu da bana ölüm geliyordu, ama elimden ne
gelirdi ki?
Bilir
misiniz, insanın gözü önünde kurtarmak istediği biri işkence görünce bu işkence
çekenden çok, karşı tarafı yakıyor.
Ablamın
ağzı bağlı olarak arabaya götürüldüğü gün "beni kurtar" diyen bakışları hâlâ
içime saplanmış bir ok gibi durur.
Sevimgül'ün
bu koğuşta her zaman işkencesi vardı aslında. Erkeklerle aynı koğuşta kalmaya
alışamamıştı. Yazın o yakıcı sıcağında Sevimgül dışarı çıkıyormuş gibi giyinir,
öyle yatardı. Biz ise atlet bile giyemezdik.
Zavallı
Sevimgül ve komünizmin eline düşen zavallı kadınlar! Bu vahşi zihniyet
karşısında çırpınıyor, daha önceki inançlarına, komünizm için yaptıklarına
şaşıyorlardı. Pişmandılar, ama nafile...
Sevimgül
bunu sık sık dile getirirdi:
—
Aklıma sığdıramıyorum Kaan ağabey. Ben nasıl olmuştu da komünizmi faşizmden
üstün görmüştüm? Bu aldanışım kahrıma gidiyor. İnsanlık onurumu
incitiyor.
Sevimgül’e
hayranlığımın bir nedeni de çok iffetli ve umutlu olmasıydı. "Elbet bir gün
buradan çıkacağız Kaan ağabey. Bunca işkencelere dayandıran Allah, dilerse
buradan da kurtarır bizi bir gün. Yılmıyorum ve yılmak onuruma dokunuyor"
derdi.
Aferin
sana Sevimgül. Keşke senin gibi olsa bütün Müslüman kadınlar!
—
Başka ne tür işkenceler gördün Sevimgül?
—
Sorma Kaan ağabey. Tahmin edemezsin.
Aklıma
ilk olarak tecavüz geldi. İmalı olarak sordum. Kıpkırmızı oldu:
—
Hayır Kaan ağabey. Dünya zaten, zalim zihniyetlerin işkenceye tâbî tuttuğu
kadınlara tecavüz ettiğini biliyor. Ben tecavüze uğramadım. Benim başımdan geçen
farklı bir şey. Dünyanın, "bunu kadına yapamazlar" dediği cinsten. O gün ilk
defa yaşamaktan umudumu keşmiş, "bir daha hayata dönmem mümkün değil"
demiştim.
Anlatacaktı
ama yine gardiyan gelmişti. Gözlerime bakarak, "başka zaman Kaan ağabey"
dedi.
Nasıl
olsa zamanımız çoktu. Mahkûmlar anlatıyorlar:
Namaz
kıldı diye güneş altında bacaklarından ağaca asılı olarak gece yarısına kadar
kalan Müslümanlar varmış. Benim bulunduğum, ölüm tarlası olan cezaevinde böyle
bir sorun yoktu. Şimdi anlıyorum nedenini. Bazı Müslümanlar ansızın yok
olurlardı koğuştan. Giden bir daha geri dönmez, "biz de işkenceden öldü galiba"
derdik. Demek ki namaz kıldıkları için götürülüyor, belki de ölüm tarlasındaki,
Cehennemde dahi olmayan ölüm sandıklarına konuyorlardı!
Boşuna
değildi Tuğrul amcanın namaz kılarken kimse görmesin diye oturarak kılması,
gardiyan yakalayınca da "belim için spor yapıyorum" demesi.
Hayret!
Kendime hayret ediyorum.
O
zamanlar namaz konusu üzerinde durmamıştım bile. Yazıklar olsun bana!... Demek
beni Çin işkencesi de tam olarak uyandıramamıştı.
Yirmi
yıl sonra hayatım farklılaşıverdi.
İşkence
günlük yaşantımız halinde devam etse de, benim için asıl işkence Turgut'tu. Aman
Allah'ım! Onu her gördüğümde ölümlerden ölüm beğenir gibi oluyordum. Ben bu
ızdırap içinde nasıl yaşayacağım!
Onun
bana bakışı rüyalarıma bile giriyor, o çözemediğim bakışı tekrar tekrar rüya
sahnesinde canlanıyor. Her gece, her gece onu mutlaka rüyada
görüyorum.
Gündüzleri
onu göreceğim, geceleri rüyama girecek korkusu beni öldürüyor.
Ah
sevgili babam, ah!... Oğullarının durumunu bir bilsen, bunu öğrenmemek için
ölmüş olmayı tercih ederdin.
Beynim
bir yandan Turgut'la meşgul iken, bir yandan da aklım Sevimgül'deydi. Ondaki
irade bana hayret veriyordu.
İsmet
amca ise beni her gördüğünde mutlaka yüce dinimizin esaslarından söz eder,
kulluğun gereklerini anlatır ve her seferinde dinimiz hakkında birkaç hüküm
öğretmeden beni bırakmazdı.
Bir
gün kendi iç dünyasını anlattı:
—
Biliyor musun Kaan, ben, şartlanmış dinsizler insanlıktan, özgürlükten
bahsederlerken onları severdim. Onlar da beni seviyorlar zannederdim. Bir gün
Kuran tefsiri okurken şu ayetlere rastladım. "Ey müminler! Mümin olmayan
kimseleri içinize fazla yaklaştırmayın. Onları sırdaş edinmeyin. Onlar size
zarar vermekten vazgeçmezler. Sizin sıkıntıya düşmenizi isterler. Kin ve
nefretlerini ağızlarıyla ifade ederler. İçlerindeki kin ise daha büyüktür. Eğer
düşünürseniz, ayetleri size açıkladık." (Âli imran, 118)
Dikkat
ettin mi Kaan? Bu ayete göre şu konu kesin olarak açıklanıyor: Demek, onlar bize
bizim bilmediğimiz kadar kin besliyorlarmış. Âyet kelimesinin anlamı nedir
biliyor musun, "hangi konudan bahsediyorsa o konu hakkında delil" demektir. Yani
bu âyet, veya diğer nitelemeyle delil, Kuran'ın bütününe inanmayanları tanıtan
bir belgedir. Onun için ismi âyet, yani delildir.
Ayeti
okumaya devam edelim ve bu ilahi delilin asıl gelmek istediği konuya
ulaşalım: "İşte ey müminler! Siz onları sevdiğiniz halde onlar sizi
sevmezler.. Çünkü siz Kitabın tamamına inanıyorsunuz..." Şu ifadeye bak
Kaan! Onlar bizi sevmezlermiş. Bunun sebebi neymiş? Çünkü biz Kitabın tamamına
iman ediyormuşuz. Gerçekten mümin olmayanlar, yarım yamalak iman edenleri,
Kuran'ın bütününü değil de bir kısmını savunanları seviyor, onlar için "saf
inançlı" diyorlar. Tamamına inananları ise "terörist" ilan ediyorlar.
Bu
âyetler bana çok ilginç gelmişti. İsmet amca devam etti:
Âyeti
baştan alayım. "İşte ey müminler! Siz onları sevdiğiniz halde onlar sizi
sevmezler. Çünkü Siz Kitabın tamamına inanıyorsunuz. Sizinle karşılaştıkları
zaman "biz de inanıyoruz" derler. Yalnız başlarına kalınca, kinlerinden
parmaklarını ısırırlar. De ki: "Kininizle ölün!" Şüphesiz sinelere sahip olan
Allah herkesi çok iyi bilir." (Âl i İmran, 119)
Burada
"parmaklarını ısırırlar"dan maksat, illâ parmaklarını ısıracaklar anlamında
değil. Kinlerinin boyutunu anlatmak açısından mecaz vardır. Fakat bu öyle
mecazdır ki, gerçeği de üzerinde taşır. Gerçekte, "nefretinden sinirlenen
kişiler içinde parmaklarını ısıranlar da var" demektir bu.
Ayetler
ne kadar çok şeyler söylüyor değil mi?
Allah
buyuruyor ki; "... (onlar) sizin sıkıntıya düşmenizi isterler." Gerçekten bunu
hep fark etmişimdir. Dinsizler, İslami kesim içinde hata yapan birini yada bir
sahtekarı fark ettikleri zaman onun suçunu ifşa için can atarlar; fakat
Müslümanların yaptığı iyi ve faydalı işlerin hiç sözünü etmezler. Devamlı
zararımıza çalışırlar.
Allah
bunu aynı sûrenin 120. âyetinde açıkça belirtiyor:
"Size
bir iyilik dokunursa onların zoruna gider. Başınıza kötülük gelse ona
sevinirler. Eğer sabredip çalışırsanız, onların tuzağı size bir zarar vermez.
Allah onların yaptıklarını kuşatmıştır.”
İşte
Kaan, Allah bunları açıklıyor ve Müslüman’ın ölçüsünü veriyor. Başka bir âyette
de, "düşmana kininiz sakın ola ki size adaletsizlik yaptırmasın"
buyuruyor. Ne güzel bir denge öyle değil mi?
Tabii
öyleydi. Allah'ın belgelerinden daha güçlü bir belge olabilir miydi?
Duyduğum,
anlamını öğrendiğim her âyet içimi rahatlatıyordu. Bu duygularımı ifade etmeden
geçmedim:
—
Var ol İsmet amca! Âyetleri Öğrenince içim rahatlıyor!
Gülerek
cevap verdi:
—
Sen şimdi âyetleri "öğrendim" mi diyorsun? Hayır, öğrenmedin, sadece duydun.
Mefhumunu duydun. Öğrendinse birini bana aynen oku!
Okuyamadım.
—
Evladım, basit bir şarkı bile ilk dinleyişte öğrenilmez. Biraz emek vermek
ister. Sence âyetler emek vermeye en lâyık olan bilgi değil midir?
İsmet
amca, bir müddet daha tefsir dersi verdikten sonra konuyu değiştirdi. Muhatabı
sıkılmasın diye hep böyle yapar, sürekli aynı konuları tekrar etmezdi.
İsmet
amca bu cezaevinde kıdemliydi. Turgut'un kimliğini belirtmeden sordum:
—
İsmet Amca? Bu cezaevi müdürünü ne zamandır tanıyorsun?
— Beş yıl
oldu.
— Sence o adam
nasıl biri?
— Nasıl biri
olduğunu yakinen bilmiyorum. Ama kaliteli gavur olduğu muhakkak.
— Neden?
— Neden
olacak, onlar kalitesiz gâvuru bu şartlarda müdür yaparlar mı?
Zalim düzende
tayin edildiğin makamı söyle bana, kim olduğunu söyleyeyim sana!
Haklıydı İsmet
amca.
Bir ara
nereden aklıma geldiyse, İsmet amcanın gözlerine dikkatlice bakarak sordum:
— Sen kaç
yaşındasın İsmet amca?
—
Kırk yaşındayım, dedi.
Aman
Allah'ım! Benden küçükmüş meğer. Ben kendimi hâlâ yirmi beş yaşında hissediyorum
galiba. Ama İsmet de çok fazla çökmüştü. Umulmadık kadar fazla... Sebebini
sordum. Duymazlıktan geldi. Israr ettim:
—
Biz her şeyimizi söylüyoruz da sen neden söyleyemiyorsun? Söylemek caiz değil
mi?
Üzgün
üzgün baktı yüzüme:
—
Bazı gerçekler vardır ki, helâl olsa da insan onu anlatamaz. Zaten Müslüman’a
her caiz işi yapması farz kılınmamıştır. Caizlerin farzları, vacipleri,
sünnetleri, mubahları, müstehapları vardır.
Daha
fazla ısrar etmedim.
Saatler
sonra onu arka ranzaların birinde gözleri şişmiş olarak buldum.
—
Neyin var İsmet amca, pardon, İsmet? Yahu alışkanlık ne kötü şey. Bunca zaman
amca dediğim insana şimdi ismiyle hitap etmek ne zor. Neden ağlıyorsun?
Yüzüme
baktı:
—
Sıfat mevsufuna tabidir. Mevsufunun anlatılmadığı yerde sıfat anlatılmaz,
dedi.
Yıllar
sonra öğrendim. Onun gözü önünde ailesinin bütün kadın fertlerine tecavüz edip
öldürmüşler!
Vay
komünizm vay! Demek sen halkçıydın ha!? Dinsizlik çağdaşlık, dindarlık da
gericilikti öyle mi!?
Taş
ocağından gelirken beş altı kişi daha öldü. Hemen oracıkta gömdük hepsini. Hiç
birinin hakkında işlem yapılmadı. Ne levhaya yazılmışlardı, ne de levhadan
düştüler. Çektikleriyle âhirete göçtüler.
Müslüman
olanlar tabii şehit idiler de, insan yine de böyle gidişi garipsiyor işte.
Haa
unutuyordum az kalsın. Çok enteresan bir kadın tipi daha tespit ettim
cezaevinde...
Bir
hanım vardı. Otuz beş yaşlarındaydı. Basit bir suç işlemiş, cezaevine girmişti.
Çinliler, devlete yönelik olmayan suçlarda iyi davranıyor, az ceza veriyorlardı.
Bu hanıma bir gün neden suç işlediğini sordum. Bana hayat hikayesini anlattı
kısaca:
—
Biz orkun'la yeni evlenmiştik.
Birbirimizi çok severdik. Bir gece gelip onu götürdüler. Bir daha ne onu
gönderdiler, ne de hayatından haber verdiler. Beş yıl bekledim onu. Beş yıl
sonra bir plan yaptım. Bölgemizdeki cezaevlerine yakın olan yerlerde basit
suçlar işleyecek, cezaevine girecektim. öyle yaptım. Tam on yıldır bunu
yapıyorum. Şu ana kadar elli beş defa suç işledim, elli beş cezaevi taradım.
Ölene kadar da aramaya devam edeceğim!
Allah'ın
lâneti senin üzerine olsun dinsiz rejim! Ne kadar varsanız, hepiniz
kahrolun!
Bu
bedduaları okurken duraklıyor, kendimi azarlıyordum:
—
Hadi oradan sahtekar! Sence Müslümanlar bu kadar musibete rağmen zevk-ü sefa
içinde yaşama aptallığındayken, o dinsiz rejimler hangi sebepten dolayı
kahrolacaklar!?
* * *
Başka
bir cezaevine nakledilmek istediğimi belirttiğim dilekçemi mahkum arkadaşlardan
birine yazdırarak içeri verdim. Heyecanla haber bekliyordum. Bir hafta sonra
gardiyan geldi yanıma. "Dilekçen izin cevabı" diye bir belge verdi
elime.
Belgeyi
açıp baktım. Yazı Turgut’un yazısıydı. O anda nasıl oldu bilemiyorum, tek bir
harf yazamayan ben, cevabı okumaya başladım.
"İsteğiniz
reddedilmiştir!"
Belge
elimde tir tir titriyordum. Onun yazısını görmek bile bana işkenceydi. O duygum
da anlatılamayacak duygular arasındadır.
Beni
neden göndermiyordu?
O
çok iyi biliyordu ki, benim onu görmeye tahammülüm olmadığı için ben o dilekçeyi
vermiştim.
Tekrar
tekrar baktım o yazılara. Hiçbir göz yaşının dindiremeyeceği
acıyla...
Ertesi
gün, bizi "yerimizde incelemek üzere" taş ocağına geldi. Bir kez baktım ona göz
ucuyla. Kısa bir bakışla da olsa gözlerimiz birbirine değmişti. O da bana
bakıyordu.
Tekrar
önüme bakıp var gücümle taşlara vurmaya başladım.
Bana
bakışı her seferinde farklı farklı oluyor. Bir türlü anlayamıyordum
niyetini.
Kalın
ve gür sesini duydum:
—
Bugünlük bu kadar, hadi ölüleri gömün, gidin!
Bir
ölü. İki ölü. Ve sayısız ölüler...
Sonuçta
ölüme ve ölülere tam bağışıklık kazanmıştık. O kadar ki, ölünün üzerinden
atlayıp geçebiliyorduk.
Temelde,
insanın aslında konuşan bir hayvan olduğuna inananlar, köpek ölüsüyle insan
ölüsünü aynı ölçüde tutabilme duygusunu da vermişlerdi yandaşlarına. Öyle ya,
mademki insanın özelliği sadece konuşmaktı, ölümle sustuğu zaman konuşma
özelliğinin de bir anlamı kalmıyordu. Neden insan ölüsüyle hayvan ölüsü bir
olmasındı ki!
Çinli
bir Müslüman vardı. Bazen beni çok şaşırtırdı. Bir gün bana şöyle
demişti:
—
Ben Müslüman olduktan sonra, Müslümanlarda fark ettiğim en bariz hata neydi
biliyor musun? Dinsizler, bazıları onlara ateist diyorlar. Ben buna karşıyım.
Ateist deyince halk söylenmek isteneni anlamıyor, evet dinsizler, insanla
hayvanın eşit olduğuna dünyanın bir kısmını inandırdılar da; Müslümanlar,
insanların hayvanlardan daha üstün olduğuna inandıramadılar.
Bu
o Çinlinin fikriydi. Ben tamamen katılmasam da bende bazı çağrışımlar yapmadı
değil.
Neden
ben buralara geçtim ki? Turgut'u anlatıyordum.
Aylık
suç işleyen mahkumlardan biri tahliye olurken muhafıza, bana vermesi için
saatiyle terliklerini bırakmış. Muhafız bu emaneti bana ulaştırdı. Hâlâ, cellat
muhafızın emaneti bana getirmiş olmasına hayret ederim. Çünkü bu adam mahkum
kırbaçlamadığı günü günden saymıyordu. Mahkumun malına el koymak da onun
için sıradan bir şeydi.
Teşekkürler
ama ben ne yapacağım ki saati?
Aklıma
bir fikir geldi. Muhafıza verdim bu hediyeleri ve onunla anlaştım. Dedim
ki:
—
Benim sana "beni kamçıla" dediğim her yerde beni kamçılaman şartıyla saati ve
terliği sana hediye ediyorum. Neden kırbaçladığını soran olursa, "Mao'ya
küfretti" dersin. Anlaştık mı?
Çıkarcı
namussuzun tekiydi. Kabul etti.
Fakat
günler, haftalar geçti, ama kendime kırbaç vurduracağım zemine rastlamadım. Ben
Turgut’un karşısında feci şekilde kamçı yemek istiyordum. İçlerinde dura dura
öğrenmiştim bütün sadist yolları.
Bir
türlü denk getiremedim zemini. Turgut'u gördüğüm yerde muhafız, muhafızı
gördüğüm yerde de Turgut olmuyordu.
Bir
gün yine taş ocağına giderken ona rastladım. Başımı eğdim. Yalnız olarak
yakalayamıyordum ki hayallerimdeki soruları ona sorsam.
Birden,
yanımdaki muhafıza hakaret etmeye başladım.
—
Sen bir namussuzsun! Sen bir köpeksin!
Böyle
bir şeyi hiç beklemeyen muhafız neye uğradığını şaşırmıştı. Turgut on beş yirmi
metre uzaktaydı. Benim söylediğimi duyamazdı.
Muhafız
kamçısını gerip ard arda vurmaya başladı. O vurdukça ben ona hakaret ediyordum.
Öylesine acımasızca vuruyordu ki... Ancak ben, o halimle bile bundan bir şeyler
çıkarmaya çalışıyordum. Şunu anladım ki, bir insan devletin siparişiyle ne kadar
kin duyarsa duysun, kendisine yapılan hakaretten dolayı kin duyan insan kadar
istekli cani olamıyor galiba.
Turgut'a
baktım, belli etmeden bize bakıyordu. Zaten biraz ötede başkaları da kamçı
yiyordu. Bu, sıradan bir olay haline gelmişti.
Ben
kırbaç yerken onun beni görmesinden öyle zevk alıyordum ki, kırbacın acısını
duymuyordum bile.
Bir
de "Beni kurtarın" diye bağırmaya başladım. Bana bakın hele, neler beceriyorum.
"Beni kurtarın" diye yüksek sesle bağırıyor, hemen ardından muhafıza fısıltı
halinde, "köpek, daha fazla vuramazsın" diyordum. Onu bu sözüm hepten tahrik
etmişti. Bu defa yüzüme de vurmaya başladı. Kırbacın en şiddetlisi yüze
vurulandır. Bu defa çok acı duydum. Gerçekten bağırmaya başladım.
Turgut
acaba seviniyor muydu, üzülüyor muydu? Üzülüyorsa yediğim kamçılara değerdi, ama
ya seviniyorsa!
Sırf
bunu anlamak için kamçı yemeyi göze almıştım. Kanlar içinde yerde kıvranıyordum.
Bu, rol icabı bir kıvranış değildi. Muhafızı öyle çok sinir etmişim ki, adam
beni komaya soktu.
Yerde
yuvarlanırken bile bazen Turgut'a bakıyordum. Fazla dayanamayarak gelip muhafıza
sordu:
—
Ne yaptı bu faşist?
— Bana hakaret
etti. Bununla yetinmedi kızıl gavur. Hemen ilave etti:
— Sadece bana
değil, Mao'ya da küfretti. Turgut ne düşündüyse muhafıza emir verdi:
— Bu
köpeğe verdiğin ders o küfürlerin bedelini ödemiştir. Şimdi bu iti koğuşuna
götürün de zıbarsın orda. Böylece biraz aklı başına gelir.
Ellerimi
zoraki kaldırdım, gözlerimin üzerine akan kanları elimle silip ona
baktım.
Derin,
çok derindi bakışları...
Ama
bu bakışların ne anlama geldiğini bir türlü anlayamadım.
* * *
Gündüz Sosyalist gece Kapitalist
Yeni
gelenlerden Komünizmin halk tarafından görünen yüzünü öğreniyorduk.
Halk
artık Komünizme karşı ilk zamanlardaki ilgiyi göstermiyormuş, heyecanını
kaybediyormuş. Yirmi yılını yeni doldurmuş komünizm sönmeye başlamış.
İlginçtir,
halk eşit olacak derken, bilakis çıkarcılar daha avantajlı duruma geçmiş,
evlerinde bile götürü iş yaparak "Gündüz Sosyalizm, Gece Kapitalizm" sloganını
yaygınlaştırmışlar. Duyduğum zaman şoke oldum, Mao bile "bizim için kapitalizmin
çoğu değil, azı zararlıdır" demeye başlamış.
Her tilkinin
dönüp dolaşıp geleceği yer mutlaka kürkçü dükkanı değildir. Ama küffârın
birleşeceği yer mutlaka birinden birinin görüşüdür.
İnsanları
öyle hale getirmiş ki komünizm, gençlerin çoğu ana-babalarının ölümüne
ağlamıyorlarmış bile. Duygu bitince ağlamak da kalmamış.
Halk
mahkemelerinin de cılkı çıkmış. Adaleti tanımayan halktan adaletli iş yapması
istenince halk sormuş, "hangi adalet" diye.
Evet,
hangi adalet? Adaletin tarifi komünizmde nedir?
İslam'da
adaletin bir tarifi vardır: "Hak edene hakkını vermek..." İslam sisteminin
temelinde bu vardır ve adaleti yasalardan önce kalplere işler. Buna rağmen
İslam'ın hakim olduğu sistemlerde bile az da olsa, adaletsizler çıkar elbette ve
bunlar yasalardaki adaleti uygulamayabilir. Ancak bu durumda, kalplerinde adalet
duygusu yer etmiş olanlar, bu gibilerin haksız fiillerine son vermesini bilirler
ve "adaletsizlik" iktidar olamaz.
Fakat
başta komünizm olmak üzere, bütün beşeri ideolojiler ve rejimler adaleti sadece
yasalarla sağlamaya çalışmışlar, kalplere adalet duygusunu yerleştirmemişler,
yerleştirememişlerdir. O yüzden de komünizm ve Öteki izm’ler de hakkını alabilen
çok az insan vardır.
Yani
İslam'da hakkını alamayan çok azdır, beşeri ideoloji ve rejimlerde de hakkını
alabilen çok azdır.
Bu
konuların da haberi geliyordu. Halk, "Halk Mahkemeleri"ne olan itimadını da
kaybetmiş. Bu da komünizmin bir dalının daha kırıldığına işaretti.
Kahrol
komünizm!
Bizi
yaşatmadın, ama sen de yaşayamadın. Senin saçların benden daha çabuk ağardı.
İş
adamlarından nefret eden komünizm, iş adamlarının bulunmadığı bir ülkede asla
ilerleme olamayacağını anlamış ve iş adamlarını el altından desteklemeye
başlamış.
Komünizm
en büyük hatayı, kendi ömrünü uzatmayı korku temeli üzerine oturtarak
yapmıştı.
Bir
düşünürün dediği gibi:
"İnsanların,
yaşama umutları varsa korkudan susmaları mümkündür." Fakat yaşama umudunu
kaybedenlere korku, korkutucu gelmez artık ve o insan, korkutma yoluyla hiçbir
şeye zorlanamaz. Korku etkisini kaybeder.
Şimdilik,
belki bu söylediğim son cümleler bugün hakim değildir, ama yarın hakim olacağı
bu günden bellidir.
Gelen
haberlerden öğrendiğimize göre intihar had safhadaydı. Bu sayede birçok kişi el
altından siyanür ticareti yapmaya başlamıştı bile.
"Düşünme
reformu yaparak aydın kitle yetiştireceğiz" vaadinde bulunanlar, birçok aydını
hepten yok etmişler, komünizm gelmeden otuz yıl önce komünizm aleyhinde kitap
yazan yazar, otuz yıl sonra halkın gözü önünde idam edilmiş.
Gençlere
evlenme yasağı gündemdeymiş. Herhalde gençler kırk yaşlarına gelince
evlendirilecekler ki nüfus artmasın.
Dini
teşekküllere bağlı bütün üniversitelerin tedrisatına son verilmiş, her
üniversite başka amaçlara tahsis edilmiş. Şanghay Üniversitesinin tesisleri
tarım makinelerine tahsis edilmiş. Bazıları da otel-motel yapılmış.
Eski
milliyetçiler halkın gözü önünde öldürülüyormuş. Bazı milliyetçiler "iş formu"
denilen mecburi iş kamplarına gönderiliyormuş. Sözüm ona iş kampı, ama
cezaevinden hiç farkı yokmuş ve buradaki milliyetçiler yavaş yavaş
ölüyorlarmış...
Sonuçta
galiba Komünizm bir konuda eşitliği sağlayabildi: İş kampındakiler de, işkence
kampındakiler de aynı şartlarda ölüyorlar. Buna komünizm eşitliği denir.
Komünizm farklıdır. Komünizmde bir başka özelliği vardır eşitliğin.
* * *
İslami
bilgilerim geliştikten sonra meseleleri daha iyi tahlil etmeye başladım.
Düşündüm ki, bir ülkede işveren işçisine kendi yediği gibi yiyebilecek, giydiği
gibi giyebilecek kadar maaş verseydi... Parasının ve malının kırkta birinin
zekâtını verseydi. Fakirlere yardım etseydi... İş bulamayanlara devlet işsizlik
maaşı verseydi... İşveren işçisine, işçi işverenine kardeş muamelesi
yapsaydı...
Müslümanlar,
felsefeyi ve mantık ilmini İslami ölçülerde ele alıp değerlendirseydiler...
Bilimsel konularda Müslümanlar gerekli çalışmalarda bulunsalardı... Fennî
buluşlarda Müslümanların da eskisi gibi yeri olsaydı...
İnsan
ruhuna gereken önem verilseydi... Komünizm gelir miydi? Asla... Asla asla
gelemezdi...
Çünkü
o zaman, temeli komünizmin maneviyatsızlığı ile aynı kökü paylaşan, ama dallarda
farklılaşan kapitalizm olmayacak ve ona alternatif aranmayacaktı...
Ah
bu insanlar!
Tanımadığı
İslam'dan kaçıp, tanımadıkları dinsizliğin kucağına nasıl da koşarak
gidiyorlar!
* * *
Devlet,
"beş kötülüğe karşı mücadele" kampanyası başlatmış. Bunlar; rüşvet, vergi
kaçakçılığı, devlet malı çalmak, anlaşmalarda sahtekarlık yapmak ve devlet
sırlarını çalmak.
Bu
beş maddenin içinde beni en çok güldüreni dördüncü madde oldu. "Anlaşmalarda
sahtekarlık yapmak..." Oysa dünya tarihinde dinsiz rejimlere sahip olanlardan
başka anlaşmalara karşı sahtekarlık yapan başka bir devlet veya fert görülmüş
müydü acaba?
Sahtekar
da dürüstlük bekler ya, bu hep şaşırdığım şeydir. Bir başka şekilde gülerim bu
işe.
Namussuz
birinin "namusum üzerine yemin ederim" demesi de, namussuz bir rejimin namustan
bahsetmesi de bana aynı nefreti verir.
* * *
Kadınların gücü
Sevimgül'ü
düşünüyorum.
Konuşurken
öyle güzel bir söz söyledi ki hâlâ etkisindeyim. "Dünya" dedi, "İşkence gören
kadınlara tecavüz edildiğini zaten biliyor. Benimki farklı, benimki dünyanın;
'bunu kadına yapamazlar' dediği cinsten bir şey."
Burada
ince bir espri var.
Dünya
asıl, "bunu kadına, insana yapamazlar" diye tecavüz olayları için söylemelidir.
Fakat dünya bunu söylemiyor artık. Zira dünya, işkenceci ruhların "tecavüzüne
alışmış" ve tecavüz sıradan bir şeymiş görünümünü almış!
Sevimgül
bunu çok güzel dile getirdi. Hem de bilerek değil, bilinç altına yerleştirdiği
tespit raporuyla.
Çok merak
ettim. Nasıl bir işkenceydi ki, dünya, "bunu kadına yapamazlar" diyormuş.
Sahi,
dünyanın hâlâ şaşırabildiği bir şey var mı? Ve dünya şaşırma diye bir duygunun
varlığından haberdar mı?
Sevimgül'ü
bu defa taş ocağından gelirken yakaladım.
Yalnızdı
ve o dağ-tepe demeden aşılan yolları tek başına gidecekti. Sık sık da öyle
oluyor. Bazen gece yarısı bu yollarda yalnız kalıyormuş. O zaman namusuna zarar
verilir diye çok korkular çekmiş. Hep Allah'a yalvarırmış, "yâ Rabbi! Canımı al
ama namusumu kirlettirme" diye.
Bir
kadın böyle yerde tecavüze uğrasa bile Allah'ın indinde temizdir. Ama olayın bir
de kul indi var. Bu da çok sarsıcı bir durum olmalı ki, kendisine tecavüz edilen
nice kadınlar tecavüz edeni öldürmüşlerdir. Cinayet işleyen kadınlar, Allah
indinde kirlendiklerini düşündükleri için öldürmemişlerdi. Bunu kendi
dünyalarındaki duygu yaptırmıştı. Bu duygu demek o kadar büyük ki, insana insan
öldürtebiliyor! Ve bu duygunun bir adı vardır:
Namus!...
Bunu
da ancak namuslular bilir. Namussuzlar tecavüzden öldürüldüğü zaman ölen
şerefsizi değil, öldüreni ayıplar ve cezalandırırlar.
Haklılar
tabii. Kendilerinde bulunmayan bir şeyin başkalarında olduğuna ihtimal bile
veremiyorlar. Onun için de daima tecavüz ettiği için öldürüleni savunmaya
geçerler. Dine inat...
Biliyorlar
ki, namus din kaynaklı bir mefhumdur. Israrla sordum ona:
—
Hadi artık Sevimgül bacı, anlat şu olayı. "Anlatayım" dedi. derin bir nefes alıp
konuya girdi:
—
Biz çok işkence gördük Kaan ağabey. Gördüğümüz işkencelerin acısı anlatılarak
kavratılamaz. Bunu siz de yaşadınız. Bizi, Sibirya adaları gibi bir yere götürüp
toprak kazdırdılar, Sonra, "girin buraya, burada yaşayacaksınız"
dediler.
Madiyar
isimli bir imam vardı. Benim çile arkadaşımdır. Müslümanların bize tükürüp
taşladıkları o dehşet gününden beri ona çok acırdım. O sıcağın dehşetinde "su,
su!" diye inliyordu. İnsanlıktan, merhametten eser tanımayan devrim yanlısı
gençler ona su verecek gibi yapıp, su tasını uzattılar. O da susuzluktan
kavrulan yüreğiyle suya doğru eğildi... Kahkaha ile gülüp ağzına toprak
doldurdular. Aman Allah'ım! O ne sahneydi. Sonra toprakla dolu olan ağzını yere
yatırarak çiğnemeye başladılar. Kanlar fışkırıyordu ağzından burnundan. Aman
Allah'ım! O dehşeti gördük de acaba biz hâlâ nasıl yaşıyoruz?!
Meğer
aynı tür işkence ötekilere de yapılıyormuş. Bir kısmı orada öldü, ölmeyenler de
koğuşlarına dönerek, ölmeden önce öldüler binlerce kez.
Sonra
bana döndü o gençler. "Bunu bize verin, cezasını biz verelim" dediler. Zaten çok
ceza vermişlerdi. Sürüklemiş, vurmuş, ayaklarımın derisini soymuşlardı; ama hâlâ
işkenceye doymuyorlardı! Orada çok faz/a korktum. Resmi kadrolu zalimlerin
elinden, fahri hizmet yapan zalimlerin eline düşecektim. Ve bunlar her türlü
işkenceyi yaparlardı. Üstelik bunlar Müslüman’dılar. Rejimin yalanına inanmış,
kendi kardeşine bu zulmü yapıyorlardı. Şu ana kadar Allah yardim etti, namusuma
dokunulmamıştı, ama bunların eline geçersem... Çok, çok korkmuştum.
Bir
grup yalvarıyordu gardiyanlara "onu bize verin derisini yüzelim" diye. öteki
grup, "hayır, onu bize verin gözlerini oyalım" diyordu. Bir başkası da,
"siz bize verin, biz halleder tekrar size iade ederiz"
diyordu.
Ben
gençtim. Bu zulümlerin ancak kapitalist devletlerde yapıldığını zannederdim. O
da filmler yoluyla empoze edilmişti bize. Dünyada, komünizm isteyen insanlar ne
bedbahttı! Ne çok çile çekiyorlardı! Ve nasıl da acındırıyor, onları kahraman
gösteriyorlardı!...
İşte
ben filmlerde görmediğim sahneleri yaşıyordum ve bu sahneler rol gereği de
değildi. Ve ben güya komünizmin koruması altındaydım. Komünizm halkı korurdu(!)
Gerçekten korudu beni; ama saadetten, mutluluktan... O yüzden mutluluk bana hiç
yaklaşamadı.
Ah
Kaan abi ah! Asıl dehşet işkenceye, o korkunç güne geçmeden önce şunu
anlatayım:
Askerler
bize kadın-erkek ayrımı yapmadan emir verdiler. "şu dağa su çıkaracaksınız"
dediler.
Bu
nasıl olurdu? O dağa suyun çıkarılması mümkün değildi ki! Su nerden ve nasıl
gelecekti?
—
Hadi bakalım, dağa çıkıyoruz.
İşkenceciler
yaşlı Müslüman’ların sırtına çıkıp bağırıyorlardı:
—
Alçak faşistler! Hadi bakalım din neymiş görelim! Bizi şu dağın tepesine
çıkarın!
Yaşlı
adamlar onları taşıyamıyor, bazen düşüyorlardı. Sırtında taşıdığı komünistleri
yere düşürenler alabildiğine kamçılanıyordu. Sonra tekrar kahkahalar başlıyordu.
Sanki o kahkaha sesi beynime kazınmış, "buradan çıkmam" diyor hâlâ.
* * *
Konuşarak
giderken baktık, karşıdan muhafız geliyor. Yine o dehşet konuyu, dünyanın, eğer
bunu söyleyecek erdemi kalmışsa "bunu kadına yapamazlar" diyeceği o dehşet olayı
öğrenememiştim. Ne hikmetse bunu bir türlü Öğrenemiyordum. Bir kadın olarak ne
çekmişti acaba?
Kadın...
Kadın deyince üç kişiyi hatırlarım:
"Kaaan!
Kurtar beni yavrum!" diyen anamı... Gözleriyle yalvarıp, "beni kurtar!" diyen
ablamı... Ve başkaları görmesin diye, bana el yerine parmaklarını sallayan
sevdiğimi, Aybalam'ı... Şimdi dördüncü bir kişi ilâve oldu bunlara:
Sevimgül...
Sevimgül
başı açık bir genç kızdı. . İslam'ın hükümlerinin farz-ı aynlarını dahi
bilmiyordu. Ama çok şahsiyetli, çok kişilikli, son derece kararlı ve azimli
biriydi.
Onu
hatırladığım zaman aklıma şahsiyet geliyor.
Ve
soruyorum, "kadının gücünün ne olduğunu sadece işkenceciler mi bilecek?" diye.
Ve şahsiyet sahibi olanlar, sadece kendileri tarafından mı bilinip takdir
edilecek?!
Düşünüyorum,
Öyleyse varım. Ama böylesi bir varlık işe yaramıyor.
Unutmadan
söyleyeyim, caniler düşünemezler! Ama yine de vardırlar...
* * *
İntikam duygusu...
İsmet
bana yine Kuran’ın mesajını açıklamak istiyordu. Bu arada taş ocağına doğru
yürüyorduk. Bu cezaevinde taş ocağına bazen prangasız gidilip
gelinirdi.
İsmet,
vakti Kuran ilmiyle değerlendirmek istedi:
—
Bu defa Müslüman’ların nasıl olduğuna dair bir delil, yani ayet öğreteyim de bu
sana hediyem olsun Kaan.
Onu
çok yorduğumu, zahmet etmemesi gerektiğini söyleyip, neden benimle çok
ilgilendiğini sordum. Maziden kalan yaraların verdiği hüzünle, ama âtiye güzel
bir eser bırakma azmiyle cevap verdi:
—
Seni çok sevdiğimin delilidir. Herkes sevdiklerine sevdiği şeylerden verir. Kötü
işler yapan biri, arkadaşına da aynı şeyi yaptırır. Bir insan kendi içki içer de
arkadaşına ikram etmez mi? İçki içenin arkadaşını düşündüğü kadar biz
arkadaşımızı düşünmez, ona sevdiğimiz bir şeyden ikram etmez miyiz? Unutma Kaan,
herkes sevdiğinden ikram eder sevdiğine!... Hadi bakalım, şu âyeti kelime kelime
ezberle:
"Salih
amel işleyenleri, Cennette altından ırmaklar akan odalara kondururuz. Orada
ebedi olarak kalırlar. Çalışanların ücreti ne güzeldir." (Ankebut,
50)
Burada
"odalar" deyince aklıma evlerin odaları gelmesin. Bak, bu "odalar" kavramı
Cennete ait bir kavram. Ve "altından ırmaklar akan bir makam ve oraya insan
kondurulacak" diyor. Anne karnındaki çocuğun, bu dünyadaki kavramları duysa bile
anlayamayacağı gibi, biz de Cennete ait kavramları tam olarak anlayamayız.
Sadece anlar gibi oluruz. Bu da bizim için, gitmediğimiz âleme ait bilgi
edinmemiz demek oluyor. Feraset ehli ise bu ayetleri daha geniş açıdan
algılarlar.
Ben
âyetin son kısmına dalmıştım. "Çalışanların ücreti ne güzeldir!" Sordum:
—
Bu âyetteki çalışanlardan maksat nedir?
—
Allah rızası için ibadetleri yerine getirmek ve insanlığa fayda verici işler
yapmak.
Meğer
arkamızda bir muhafız cellat varmış. Bizi dinliyormuş.
Birden
karşımıza geçti. Nefret dolu gözlerini ikimizin üzerinde gezdirdi, gezdirdi...
Ve nefretin kapsadığı sesle bağırdı:
—
Alçaklar! Demek din konuşuyordunuz? Gözleri göz yuvarlağında devamlı dönüyor,
hiddeti daha çok artıyordu:
—
Ulan siz hâlâ dini unutmadınız mı? Bu çağda din mi olur? Biz sizi hâlâ adam
edemedik mi?
Sonra
sinsi sinsi güldü.
—
Zararı yok. Bundan sonra adam ederiz. Haydi bakalım biraz daha çabuk yürüyün.
Arkamızdan ikimizi de kamçılıyor, "birazdan görürsünüz" diyordu. Cezaevinin
önüne geldiğimizde muhafız Pol bize emir verdi:
—
Siz burada durun, beni bekleyin!
Çok
geçmeden dört yardımcı muhafızla geldi. Bizi tekrar süzdü pis pis. Kötü niyetli
insanın bakışları da ne korkunç bir şey böyle! İnsanın tüylerini diken diken
ediyor.
Gözlerini
kıstı, sonra küfrederek devam etti:
—
Şimdi, ikiniz birden dincilik neymiş göreceksiniz.
Bize
ne yapacaktı acaba? İsmetle birbirimize baktık. Bazen gözler bir bakışla ne çok
şeyler konuşuyormuş! Bunu buralarda daha çok anladım.
Bizi
ayaklarımızdan cezaevinin önündeki ağaca astırdı. Sonra emir verdi:
—
Burada gece yarısına kadar asılı kalsınlar. Gece biraz dinlendirin, sabaha karşı
yine asın! Yarın ben gerekeni yapacağım!
Acılar
içinde gece yarısına kadar ayaklarımızdan asılı kaldık ağaçta. Gecenin o
saatinde baktım, Turgut geliyor. Yanında on on beş muhafız vardı. Onu görünce
bağırmaya başladım:
—
Yardııım, yardım anne! Nerdesin annem! Gel, gel de oğlunun halini
gör!
Turgut,
beni ağaçta asılı görünce birden durakladı. Yanındakileri ne dönüp
sordu:
—
Bu faşistler ne yapmışlar? Hemen cevap verdiler:
—
Efendim, mahkumlar arasında dini örgüt kurma faaliyetleri varmış,
yakalanmışlar.
Baş
aşağı asılıyken gözlerimi onun gözlerine diktim. Gözlerini benden
kaçırıyordu.
Bir
şey söylemeden özel taksisine binip gitti.
Gece
ikimiz de asılı olduğumuz halde konuşuyorduk. Sordum:
—
İsmet! Ayetin sonunda "çalışanların ücreti ne güzeldir" diyor ya. Sence benim de
bir ücretim var mıdır? Kısık sesle cevap verdi:
—
Allah kimsenin hakkını ziyan etmez.
Ayaklarımızdan
saatlerce asılı durmak artık dayanılmaz olmuştu. İçimizde ne varsa sanki
ağzımıza doğru yığılmış gibi hissediyorduk kendimizi.
Karanlıkta
iki kişi geldi yanımıza. Kısık sesle dediler ki:
—
Sizi şimdi çözeceğiz. Sabahleyin sorarlarsa, sabaha kadar asılı olduğunuzu
söyleyeceksiniz. Sabaha karşı gelip sizi tekrar asacağız. Kimdi bu iki
kişi? Neden bize bu iyiliği yaptılar? Hâlâ daha bunu bilmiyorum. Sabah erken
saatte tekrar asıldık. İşkenceci birkaç saat sonra geldi. Elinde bir paket
vardı. Ama ne olduğunu bilmiyorduk. İsmeti karşıma dikti. Sonra küfrederek onun
saçlarından tutup çekti:
—
Hadi bakalım, önce arkadaşının anasına küfret! Tam bu sırada Turgut’u gördüm ama
görmezlikten geldim.
İşkenceci
bağırarak tekrar emretti:
—
Hadi ulan! Şu köpeğin annesine küfret!
İsmet
duraklamıştı. Muhafız bu sefer ismimi söyleyerek, kamçıyı çıplak bedenime vurup
küfrünü yineledi:
—
Hadi ulan, şu Kaan'ın anasına küfret! İsmet ağlamaya başladı.
—
Hayır! ölsem bile bunu yapamam!
İşkenceci
etrafımızda dönüp duruyordu. Sonra iki kişiye, bizi kırbaçlamalarını emretti.
Bir yandan da beni tehdit ediyordu:
—
Bak, arkadaşına iyi bak. Birazdan sıra sana gelecek! Sonra İsmete döndü:
—
Küfret ulan şunun annesine! Turgut'un bize baktığını biliyordum. İntikam duygum
bana hayatımın en acı veren hatasını yaptırdı. İsmete döndüm, olanca
gücümle bağırdım:
—
İsmet! Anneme çok rahat küfredebilirsin. Çünkü annem, dünyanın en alçak evladını
doğurdu. O kadın küfrü hakketti!
Ağzımdan
çıkanı kulağım duymuyordu. Gözlerimden yaşlar süzüle süzüle söyledim
bunu.
Beni
affet güzel annem! İnadımdan söylüyorum. Köpek oğlundan intikam almak
istiyorum.
Yüksek
sesle ağlayarak bağırdım kamçı yiyen İsmete:
—
Küfretsene ulan! Aksi halde derin yüzülecek!
—
Hayır, etmem!...
Muhafız
köpeği sırıtarak devam etti:
—
Yalnız o kadar değil.
Elindeki
paketten çıkardığı Kuran'ı yere fırlatarak bağırdı.
—
Bunu çiğneyerek hem dine, hem de Kaan'ın annesine küfredeceksin!
İsmet
yere yığılmış bağırıyordu:
—
Hayır!... Hayır!... Bunu asla yapmayacağım!
İsmeti
tekmelemeye, çiğnemeye başladılar. Sonra tekrar ipe asarak kamçılamaya devam
ettiler.
İsmet
kanlar içinde kalmıştı. Musluktan su akar gibi ağzından kan akıyordu.
Bir
ara mırıldandı:
—
Ölüyorum... Yeter... Yetmezdi zalimlere... Yetemezdi...
Bir
de baktım, İsmet artık sessizce sallanıyordu. Çünkü tabiat kanunudur, ölenlerin
sesi çıkmaz.
Bir
müddet baktım İsmete. Onun asılı duran cesedinde bile asalet vardı. Yüksek sesle
söylendim:
—
Güle güle İsmet. Ücretini almaya gittiğin yerdekilere benden selam
söyle!
Sıra
bana geldiğinde vurdular, vurdular... Saatlerce vurdular...
Günler
sonra kendime geldiğimde değil kolumu bacağımı, tek parmağımı, evet
abartmıyorum, tek parmağımı dahi oynatamıyordum. Vücudumun morluğu haftalarca
geçmedi...
Kendime
geldiğimde düşündüğüm ilk şey Turgut oldu. Acaba ben kamçılanırken bana bakıyor
muydu? Bunu öyle çok merak ediyordum ki, öğrenebilmek için neler vermezdim
neler.
Bir
ara Sevimgül'ü aradı gözlerim. Göremedim. Meğer başka koğuştaymışım. Üzülmüştüm
ama, nasıl olsa taş ocaklarında veya tarlada rastlar, ondan dünyanın "kadına
yapılamaz" dediği veya diyebileceğini zannettiği işkenceyi
öğrenirdim.
Sonra
İsmet geldi aklıma. Sık sık aynı ayetin sonunu okudum:
"...
Çalışanların ücreti ne güzeldir." Gitti... Şimdi orada ve ücretini aldı.
Ufkumun
zannı âdetâ gerer gibi, altından ırmaklar akan Cennet odalarını düşündüm.
Herhalde bir odanın büyüklüğü dünya kadar vardır. Yada başka bir şekilde bir
yer. Sonuçta ebediyete kadar aldığı ücretlerden biri!...
Yirmi
yıldır buralarda tanıdığım yüzlerce insanı kaybettim.
Ben
sevdim, onlar öldürdü... Bir kişi, iki kişi, beş kişi, otuz kişi...
Daha
fazlasını sayamıyorum. Yüzlercesi geçip gitti gözümün önünde... Allah rahmet
eylesin, hepsi de işkencelere dayanamayarak can vermişlerdi!
* * *
Suskun ihanet
Bir
de uzaktan tanıdığım Ahmet'in öyküsü var. Ahmet İgamberdi... Onu da anlatmak
istiyorum.
Eskiden
herkes bir tek komünizmden bahsederdi ve komünizmi isteyenler için "Çin
komünizmi, Rus komünizmi" diye bir şey yoktu.
Sonradan
böyle bir ayırım gelince, Ahmet İgamberdi gibilerinin hayatını zindan
etti.
Ahmet
İgamberdi tanınmış ve cesaretli biriydi. O da herkes gibi güzel günler hayal
ediyordu. Yani o da öteki gençler gibi bir hayalin peşinden
koşuyordu.
Düşünen
gençlerden biriydi Ahmet. Çalışkandı da... Hiç durmadan "aydınlık günler için"
çalışırdı. Tertemizdi niyeti. Vatan satmak da ne demek, vatan için
ölürdü!...
Fakat
telkinler farklı veriliyordu. Vatanı paramparça yapacak olanlara aldanmış,
onları kurtarıcı gibi görmüştü.
Bazı
büyükler," diyordu Ahmet "Biz komünizmden çok çektik. Komünizm Rusya'da neyse
Çin'de, Türkistan'da da odur. Aldanmayın. Onlar insanları önce dinsiz yaparlar"
dese de bizi ikna etmeleri mümkün değildi" diyordu Ahmet. ''Halkın perişan
halini düzeltecek olan tek sistem, bize göre komünizmdi" diye ekliyordu.
Ahmet
böyle inandığı için düşüncelerinden ödün vermiyordu. Ne demekti, komünizm nasıl
zulmederdi?! "Bunlar yalan, bunlar iftira" diyordu. Sonra anladı tabii
gerçekleri, ama artık çok geç idi.
Uyandık
artık. Ama çok şeyler kaybettikten sonra...
Keşke
daha Önce uyansaydık. Öteki dünyada söylendiği zaman hiçbir fayda vermeyen bir
kelime varmış: "Keşke!..." Bu dünyada da komünizm geldikten sonra, onu getirmek
için canla başla çalışanlar için "keşke” nin bir anlamı yoktur.
Söyledik...
Defalarca söyledik. "Keşke komünizme inanmasaydık" diye.
Keşke
"faşist" diye öldürmeseydik masum insanları! Keşke aldanmasaydık!...
Daha
yüzlerce kez, binlerce kez "keşke" dedik; lâkin faydasızdı artık, çok geç
idi.
Ahmet,
Özbekistan'ın başkentinde bulunan Orta Asya Devlet Üniversitesi Dil ve Edebiyat
Fakültesi mezunu. Daha sonra Urumçi’de Uygur dili ve Edebiyatı öğretmenliği
yapmıştı.
Doğu
Türkistan'ın Sesi (yıl 11, sayı 39-40), Türk Dünyası Tarih Dergisi (kasım 1993,
sayı 83) ve daha pek çok yayın organında yazıları çıktı.
Bütün
aldananlarda olduğu gibi, onda da aldanmışlığın insan onurunun zedelemesi durumu
söz konusuydu.
Ahmet
çok aktif bir gençti. Ama nice gençler gibi enerjisini yanlış yerde harcamıştı.
1963 Mayısında Tarım dergisinde editörlük yapmış. Bu dergiyi Doğu Türkistan
Yazarlar Birliği çıkarıyordu.
29
Mayıs 1962'de Gulca Şehri olayları baş gösterdi. Ondan önce de komünizmin hayal
kırıklığı yaşanmıştı.
Bu
bozuk düzenin gelmesinden hemen sonra başlamıştı kargaşa. Komünizmin gelişinden
sonra ne Türkistan'ın, ne Çin'in, ne de Rusya'nın yüzü güldü. Tabii halkların
yüzü demek istiyorum...
Kamptayken
öğrendiğimize göre; son zamanlarda bu defa farklı bir propaganda başlatmışlardı.
Tartışmaların odak noktası, "Çin komünizmi mi daha iyidir, yoksa Rus komünizmi
mi?" sualinde düğümleniyordu. Kimilerine göre Çin komünizmi Rus komünizminden,
kimilerine göre de Rus komünizmi Çin komünizminden daha iyiydi.
Biz
şaşırmıştık. Ne demekti "Çin komünizmi, Rus komünizmi?" Mantığımız bunu
kaldırmıyordu.
Türkistan'ımızı
kurtarmalıydık. Çin’e komünizm geldikten sonra bize rahat yüzü göstermedi. Başka
alternatifi olmayan bizler, bir zalimin zulmünden kaçıp öteki zalimden medet
umduk.
Bu
gafletimize hâlâ şaşarım!
1961
yılında Ahmet 50 arkadaşıyla bir olup Rusya'ya bir mektup gönderdi. O zamanlar
Rus komünizmi ile Çin komünizmi arasında su sızmıyordu. Mektupta dediler
ki:
"Sizin
arkadaşlarınız Çin'e komünizm getirdikten sonra bize zulmetmeye başladılar.
Ülkemize göz diktiler."
Bu
50 kişinin yazdığı açık mektupta bir yer çok kahrıma gider, yakar canımı.
Ruslara, "sizin eski arkadaşlarınız Türklere işkence yapıyorlar" demişler, "bizi
kurtarın" diye de yalvarmışlardı.
Gulca
şehrine Çinlilerin saldırması herkesi şaşırtmıştı. Meğer daha sonraları bu
saldırıyı mumla arayacakmışız.
Stalin
öldükten sonra Mao Ruslara da hakim olmak istedi ama Ruslar bunu
reddetti.
Tabii
araları da açıldı. İki devletin arası bozulunca ekonomimiz alt-üst oldu.
Fakirlik başladı.
Burada
asıl hayret edilecek şey, Ahmet'in ve arkadaşlarının mektubu.
Ahmet'i
Tarım dergisindeki görevinden alıp tarım işçisi yapmışlar. Sürgünler görmüş,
hakaretlere uğramış...
Sonra
Ruslarla Çinliler anlaşıp Türkistan'ı ikiye böldüler. Batıyı Rusya, doğuyu Çin
aldı. Daha doğrusu Doğu Türkistan'ı Ruslar Çin'e hediye etti.
Hey
gidi umutlar hey!
Halbuki
biz Ruslardan medet ummuştuk, o ise bizi Çin'in kucağına attı.
Bir
gün Çin komünizmi Ahmet'i tutukluyor. Ahmet şaşkın, soruyor:
—
Suçum ne? Beni neden tutukluyorsunuz?
Pek
cevap vermezler ama, hayret ki veriyorlar:
—
Senin üç suçun var:
1)
Vatanperver değilsin.
2)
Devrime karşısın.
3)
Dış güçlerle işbirlikçilik yapıyorsun. Bunlar da nereden çıkmıştı?
Mesele
sonra anlaşılmıştı: Meğer Ruslar, Ahmet ve arkadaşlarının iyi niyetle yazdıkları
"imdat" maksatlı mektubu Çinlilere ihbar etmişler, bu ihbarda da piyon olarak
arkadaşlardan birini kullanmışlar.
Kalleşliğin
böylesi...
Ne
güzel ifade etmişti İslam âlimleri, "küfür tek millettir" diye. Evet, ırkı ve
inancı ne olursa olsun, küfür tek millettir.
Daha
sonra Ahmet'i cezaevine atıyorlar. Ayaklarına elli kilo demir bağlıyorlar. Ona
on beş yıllık mısır ekmeği veriyorlar. Uygurca konuşması yasaklanmış, kolları
ayakları çaprazlama bağlanmış ve bu halde Ahmet iki buçuk ay kalmış. Bağı
çözüldüğü zaman iki ay açamamış kollarını
Elbiselerini
çıkardıktan sonra cam kırıklarının üzerine yatırmışlar Ahmet'i. İğne uçlarını
batırarak sinir sistemlerini bozmuşlar. Sonra hücreye atmışlar. Çivili
hücreye... Orada ona çektirmedik işkence bırakmamışlar. Yıllarca
çektirmişler...
Suçu
mu? Komünizme güvenmek... Güvendiğinden dolayı da düşmanı dost bilip yardım
istemek.
Gün
gelmiş, ağzından hortumla yemek vermişler. Her şey 50 kişiyle yazılan mektup
yüzünden olmuş.
Tam
dokuz yıl kalmış hücrede. Dokuz yıl sonra gelip "tutuklandın" demişler.
Ahmet
hışımla ayağa kalkıp bağırmış:
—
Bu ne biçim iş? Dokuz yıl sonra nasıl tutukluyorsunuz? Şimdiye kadar neydim? Ve
beni tutuklamanızın gerçek bir delili de yok elinizde!...
Bu
tutuklamadan sonrada yıllarca çekmiş Ahmet.
Fakat
Ahmet İgamberdi cezaevinden çıktıktan sonra çektiği zulmü her fırsatta dünyaya
duyurmaya çalışmıştır. Yılmadı... Hâlâ daha yılmadan Avustralya'da her fırsatta
Komünizmi anlatmaya devam ediyor. Komünizmi övenlere diyormuş ki:
—
Durun! Komünizmi siz teoride, ben pratikte tanıyorum. O yüzden komünizmi ben
bilirim, ben... Ben anlatayım size.
Anlat
Ahmet kardeş, anlat.
Bazı
yerde söz gümüşse sükut altındır. Bazı yerde ikisi de fayda vermez. Fakat şimdi,
konuşmanın tam zamanıdır. Konuşmamak ise bir cinayettir.
Bütün
Ahmetler, anlatın. Bizler hep anlatalım. Onu yaşayanlar, hiç durup dinlenmeden
anlatın.
Televizyonlara
çıkın anlatın çektiklerinizi, radyolarda anlatın; filmleşsin
yaşadıklarınız.
Basında
yazın.
Kapı
kapı dolaşıp fertlere anlatın. Nefes alıp veren, aklı eren herkese anlatın.
Zira, çağdaş hayalciler hâlâ komünizmi renkli rüya gibi bir sistem diye
anlatıyorlar. Biz onun bir kabus olduğunu anlatalım.
Anlatın;
Zira çağımızın gençlerinin buna ihtiyacı var.
Evet,
Rusların piyonu bir Türk gencinin ihbarı yakmıştı Ahmet'i ve 49
arkadaşını.
"Küfür
tek millettir, fark etmiyor ki
Müslüman
değilse ne yapam Türk'ü?
Böyle
dönüp durmaz bâtılın çarkı
Eninde
sonunda durur inşallah!"
* * *
Gizemce
"Ah
Turgut ah!...
Diri
diri yaktın beni; yetmedi, şimdi de sık sık karşıma çıkıyorsun!"
Her
gün işte böyle sızlanıyordum bu dayanılmaz acıdan.
Fakat
hayrettir, onu göremez olmuştum. Hemen hemen bir aydır
rastlaşmıyoruz.
Böylesi
daha rahat.
Kendime
yeni bir arkadaş buldum. O imam değil öğretmendi. Aslında öğretmen de tahsil
yolunda bir başka anlamda imam sayılırdı.
Aman Allah, ne
çok imam ve öğretmen varmış hapislerde çürüyen! İşin garip tarafı, dürüstlerin
yanında, düzen yardakçısı imamlarla öğretmenler de buraya getirilmişler.
Hadi
diğer imamlar, öğretmenler ve biz hiç olmazsa az da olsa komünizme karşı tavır
koyduk. Tanıdığım öteki altın imamlar ise resmen başkaldırmışlar! Fakat
komünizme karşı değil tavır koymak, hiçbir aykırı düşünceye sahip olmayanlar da
burada!
Mesela,
tam karşımda bir imam müsveddesi var ki, adam beni deli ediyor. Aslında bu adam
imam müsveddesi bile olamaz ya, neyse... İşte bu adam böyle biri. Rejimden
korktuğu için yardakçılık yapmış, pek çok Müslüman’ın canını yakmış.
Herkes
korkabilir. Korku ayıplanmaz. Kişi neden korkarsa korksun, korkusunun tezahürü
olarak eğer çirkin işler yapmıyor, sadece korktuğu için gizleniyorsa, bu en
zayıf Müslüman hali olarak verilen bir ruhsattır. Ama korkusundan dolayı
saklanmak yerine bir de alçalıyorsa, işte o zaman korku zillete
dönüşür.
Bu
imam müsveddesi korkusundan rejime yardakçılık yapmış. Yetmemiş, tanıdığı
dindarları ihbar etmiş. Ama bütün bu yardakçılığına rağmen yine rejime
yaranamamış.
Sonuçta
o da burada. Bana yaklaşmak istiyor ama bu tür insanlara tahammülüm
yok.
Namazımı
aksatmadan kılıyorum. Ahmet İgamberdi kısa sureleri cezaevinde öğrenmişti. Ben
de öyle yaptım. Ama doğrusu, imam kılığına girmiş bu sahtekardan, bana ders
verenleri ihbar eder diye korkuyordum. Bu yüzden bazı dersleri ondan gizli
yapıyorduk.
Nedense
burada namazı gizli kılmama gerek yoktu. Turgut teminat vermiş, "Biz ibadet
edenlere karışmayız" demişti. Hoş, o ite de güvenmiyorum ama...
Yürek
yarası çekiyorum. Çektiğim işkencelerin bende açtığı yaraların derinliğini
anlatamam. Ama Turgut’un açtığı yaranın derinliği hiç birine, hiçbir şeye
benzemiyor.
Kurtar
Allah'ım! Yaralı gönüllere ferahlık ver!
İşte,
yaramı daha da derinleştiren, buhranlarımı daha da çıkmaza sokan bir olayı
yaşamak üzereydim
Koğuşta
namaz kılıyordum. Bir dede de arka taraftaki ranzada yatıyormuş.
Birden
Turgut'un sesini duydum:
—
Bu faşist yine namaz mı kılıyor? Sonra yanındakilere emir verdi.
—
Siz çıkın, ben bu faşistle baş başa kalmak istiyorum. Kapıyı da
kapatın.
Herkes
çıktı.
Namazda
en az on defa Fatihanın yarısına kadar okuyup devamını unuttuğumdan yeniden
başladım. Ellerim ayaklarım titriyordu.
O
gün insanın bilmediğim bir özelliğini daha anladım. Meğer her korkunun yada
heyecanın titretme şekli başka oluyormuş. Tam yanıma yaklaştı. Enseme copu
indirdi indirecek diye bekliyorum.
Secdeye
vardığımda da hep tekme bekledim. Fakat hiçbir şey yapmıyordu. Bu defa arkama
geçti. İkinci rekât için kıyama kalktığımda ne yapacağımı tamamen unuttum.
Hiçbir şey düşünemeden sadece kıyamda duruyordum.
İnanılması
güç bir olay, ama inanın dostlar, besmele çekmeyi bile unutmuştum.
Bir
müddet sonra hatırlayıp namazıma devam ettim. Hem ağlıyor, hem namaz kılıyordum.
Hâlâ arkamda duruyordu.
Gitsene
Allah'ın belası, git işte başımdan! Seni görmektense Azrail'i görmeyi
yeğliyorum. Artık anla beni!
Son
rekatın secdesini yaptım. Tahiyyata oturdum. Hemen çıktı koğuştan. Dizlerimde
derman kalmamıştı.
Secdeye
kapanıp ağladım, ağladım. Dakikalarca ağladım.
Ben
seccadeye kapanmış ağlarken bir elin omuzlanma değdiğini hissettim.
Kafamı
kaldırıp baktım.
Bizim
koğuşun en yaşlı dedesi. Gözlerime bakıp sordu.
—
Neden ağlıyorsun?
Ne
mutlu bana ki, zulmün en vahşisinin tatbik edildiği bu zindanlarda "Neden
ağlıyorsun?" diye bir soranım var! Buda bir nimettir aslında. Ama "Neden
ağlıyorsun?" sorusunu soracak kişisi olmayan pek çok kimse var ve bunun önemini,
böyle durumlara düşmeyenler bilemez.
Kaçamak
bakışlarla cevap verdim:
—
Hiç! Canım sıkıldı dedem, canım. Hem de çok sıkıldı.
Dede
devam etti:
—
O müdür senin neyin oluyor? Ürpermiştim. Yalan söylemek bazen işkencedir; lâkin
kendi kendine işkence eder ve yalan söylersin.
—
Hiç... Hiçbir şeyim olmuyor. Saf saf baktı gözlerime:
—
Hayret! Müdür sen namaz kılarken saçlarını koklayıp koklayıp ağladı... Doğrusu
şaşırdım bu işe. O neden ağladı? Senin saçlarını neden kokladı? .
Diri
diri ölmek bumu Allah'ım! Yandım!... Yandım!... Demek saçlarımı kokladın öyle mi
Turgut? Canım kardeşim, demek beni özledin öyle mi? Yüzüme bakmaya yüzün
olmadığı için mi böyle yapıyorsun? Pişman mısın Turgut? Bu tavrınla şimdi beni
ne hale soktuğunu biliyor musun?! Yaktın beni Turgut! Keşke bunu hiç
duymasaydım. İki tür ateşle yaktın beni!
Alev
içindeydim sanki. Seccadeye kapanıp hıçkıra hıçkıra ağladım. Kim duyarsa duysun
artık, umurumda değildi. İçimdeki yangınla feryat ettim:
—
Turguut!... Kardeş yarasının devası yine kardeşinde bulunur. Gel derdime derman
ol Turgut'um... Çok mu pişmansın? Senin ateşin benden fazla mı Turgut? Seni de
yaktılar, beni de!... Pişmansan söyle canım. Her şeye rağmen seni affederim.
Yaralıdır benim kalbim, yaralı kalpler çabuk affeder... Söyle ne olur. Gizliden
gizliye koklama saçlarımı. "Pişman oldum" de. Açıktan kokla saçlarımı. Ben de
koklayayım senin saçlarını, ne olur... Ne olur!...
Saatlerce
ağladım, ağladım, ağladım. O duyguyu anlatamam.
İşte
yine bir şeyi daha anlıyorum ki, meğer insanoğlunun anlatamayacağı ne çok
duyguları varmış.
Kendime
gelemiyordum... Saatler geçiyordu... Ben ne saatleri fark ediyorum, ne geceyi,
ne de gündüzü. Aklım başımdan gitti. Aklımı başıma topla Allah'ım!
Durup
durup aklıma geliyor: Demek saçlarımı kokladı ha!... Yâ Rabbi!
Bu
garip kulun ne yapsın şimdi? Ne yapayım Allah'ım! Ben beni ne
yapayım?
Dünyada
ondan başka kimim kimsem de galiba kalmamıştır... Komünizm elimden hepsini aldı.
Ne olur Allah'ım! Turgut'u ver bana! Her şeye rağmen, pişman olursa onu
affedebilirim. Senin affettiğin kulu ben de affederim Rabbim!
Çılgınlar
acaba benim gibi miydi?
Hiçbir
yeri göremiyorum. Sesleri duyamıyorum. Acıkmıyorum. Sadece su
içiyorum.
Yaşadığımı
gösteren en belirgin özelliğim nefes alıp veriyor olmam.
Acaba
insanlar şimdi beni nasıl görüyorlar? Hiçbir şey bilmiyor, hiçbir şey
düşünemiyorum Ne oldum bilemiyorum. Birisi "hey" dese de uyandırsa beni. Tek
başıma ben beni silkeleyemiyor, beni kendine getiremiyorum.
*
* *
Çok düşünüp umutlanmak
Günler
geçti aradan. Umulmadık bir anda mahkemeye çağırıldım.
Gardiyan
geldi beni almaya. Cezaevinin idari bölümüne gittik. Bekliyorum.
Allah
Allah!... Bu mahkeme de nerden çıktı? Mahkum kontrol kapısında, diğer
mahkumlarla beraber bekliyorum.
Gardiyanın
biri yanıma geldi.
—
Seni müdür bey çağırıyor. Hemen gel!
Aman
Allah'ım! Nedir benim çektiğim? Yine buz gibi oldum. Yine titriyorum tarifini
yapamadığım bir titreyişle.
Ayağa
kalktım. Yine aynı şey oldu. Kulaklarım hiçbir sesi duymuyordu. İçimdeki uğultu
sesleriyse beni delirtecek sandım.
Demek
ki manevi işkence maddi işkenceden çok daha etkiliymiş. Hiçbir işkence beni bu
hallere düşürmemişti.
Sonra
yavaş yavaş kendime geldim.
Adımı
düşündüm, adım Kaan'dı Sonra başka şeylerimi düşündüm. Evet, kendimdeydim. Ama
kendim neredeydi, onu bilemiyorum. Birden gardiyanın sesiyle irkildim:
—
Hadi Kaan! Gelin gibi ne naz yapıyorsun?
Tabii
ki naz gelinin hakkıydı. Ana-baba evini terk eden oydu... Damat da başkasının
evine gitse nazlanırdı.
Zaten
her insan nazlanır. Nazlanmak bazen ihtiyaçtır. Ama sevdiklerine nazlanır insan.
Peki, ben kime nazlanayım?
Biraz
hızlanır gibi yapmaya çalışsam da elim ayağım, hepsi birden duydular Turgut
tarafından çağırıldığımı.
Yürümeye
başladık. Müdürün makam odası önünde durduk. Gardiyan kapıyı vurdu. "Gir"
sesinden sonra gardiyan bana döndü:
—
Sen burada bekle.
Gardiyan
içeri girip kapıyı kapattı. Şimdi ne olacaktı? Allah'ım, bana sabır ver!
Gardiyan beş dakika dolmadan içeriden çıktı.
—
İçeri gir. Müdüre hesap vereceksin! Kapıyı açtım. Yavaşça içeri girdim.
Turgut
makamında oturuyordu. Mıhlanmış gibi kalakaldım kapının Önünde. Ona
bakamıyordum.
Neden?...
Suçlu, o! Peki bana ne oluyor?
Asıl,
onun yüzüme bakmaması lazım. Ama ben bakamıyorum, neden?
Bu
duygunun adı ne?
Sordum
daha sonraki yıllarda, "Bu duygunun adı henüz konmadı." dediler.
* * *
Ben
ona bakamıyordum ama onun bakıp bakmadığını da çok merak ediyordum.
Öyle
titriyordum ki, çenem şiddetle birbirine vuruyordu. Bu defa ağlamıyordum ama
titreyişim artmıştı.
Ayaklarımın
ucuna baka baka bir hal oldum.
Bir
ara cesaret toplayıp başımı yavaşça kaldırdım. Güya hemen bakacaktım. Ama yine
bakamadım.
Kendi
kendime iyice kızmaya başlamıştım. Nedir dedim bu halim? Ben manyak mıyım?
Hayır, değilim. O halde? O halde bakarım.
Başımı
kaldırdım ve baktım.
Turgut
başını masasının üzerine koymuş, sessiz sessiz ağlıyordu. Omuzlarını fark ettim
ilk önce. Gerçek manada hıçkırdığı omuzlarının titremesinden belliydi.
Hayret!
Kendimi bazen tanıyamıyorum.
Bazen
değil, çoğu defa kendimi tanıyamıyorum. Bugün, özellikle bugün hepten şaşırdım
duygularıma. Acaba neden ağlamıyorum? Eminim ki ben bu manzaraya dayanamaz
ağlardım, ama ağlayamıyordum işte.
Turgut
hiç durmadan ağlıyordu, ama niçin ağlıyordu acaba? Dakikalar geçiyor, başını
kaldırıp bana bakmıyordu. Epey ağladıktan sonra başını kaldırdı... Kan çanağına
dönmüştü gözleri. Gözlerini gözlerime dikti. Bir başka hüzün vardı
gözlerinde.
Şimdi
sorsa mıydım acaba?
—
Şimdi nasılsın Turgut? Oturduğun bu makama neyin bedeli olarak
geçtin?
Dilimin
ucuna kadar geliyordu sözler, ama söyleyemiyordum. Ya pişmansa!... Bu gözyaşları
sırf kardeş özlemi için değil de, içinde pişmanlık varsa!... Ona zulmetmiş olmaz
mıyım o zaman? O bana bunca hainlik yapsa da ona kıyamıyordum.
Ben
konuşmadan o konuştu:
—
Bana bir iyilik yapar mısın Kaan?
Gözlerinin
tâ içine baktım. Ne olabilirdi ki bu iyilik? Ben cevap vermeden devam
etti:
—
Ne olur Kaan, bana bir iyilik yap. Öldür beni Kaan! Artık ben bu çileyi
çekemiyorum. Bu yük bana ağır geliyor.
Kısık
bir sesle cevap verdim:
—
Hangi yük? Sersemleşti.
—
Senin yükün. Senin bu halini görmeye dayanamıyorum, anlıyor musun? Her gün
ölüyorum. Pişmanım Kaan!
Hiç
anlayamıyordum. Şimdi bu Turgut, komünizme yardakçılık yaptığından dolayı mı,
yoksa beni ihbar ettiğinden dolayı mı pişmanlık duyuyordu? Bunu öğrenmek için
sordum:
—
Ne sebepten dolayı pişmansın? Sicim gibi akıyordu gözyaşları.
—
Böyle soru sorma Kaan! Bu soru beni eziyor. Sen bilmiyor musun nedenini?
—
Bilmiyorum. O kadar neden var ki. Hırçınlaşmıştı.
—
Neden sensin, sen! Sen bunu nasıl anlamazsın? Bendim ama, hangi özelliğimle
bendim?
—
Sözü uzatma! Pişmanlığın nereden kaynaklanıyor? Komünizme derimi yüzdürdüğün
için mi? Komünizmin buna değmediğini anladığın için mi? Yoksa yirmi yıldır bana
çektirdiklerin seni perişan ettiği için mi?
Yüzüme
dik dik baktı; sonra yüksek sesle bağırdı:
—
Seni işkence çekerken görmek beni öldürüyor... Sen geleli neler çektiğimi
anlatamam. Öldüm öldüm dirildim Kaan. Senin yerine o işkenceyi ben çekmek için
nerdeyse kendimi ele verecektim...
Allah
Allah! Acaba ben aptallaşmış mıydım? Hâlâ anlayamıyordum Turgut'u. Bu Turgut ne
diyordu? Yaptığı alçaklıklardan dolayı mı pişmandı, yoksa komünist olduğundan
dolayı mı?
Ona,
duygularını çözmeye çalışmak için baktım karşıdan karşıya. Nice zulümlere imza
atılan o masanın başında Turgut'u otururken görmek de varmış kaderde. İliklerime
kadar titreyişim bütün gücüyle devam ediyor.
— Ne
diyorsun Turgut, seni anlayamıyorum? Pişmanlığının adını koyalım. Neden dolayı
pişmansın?
—
Sana yaptıklarımdan dolayı.
—
Komünizme hizmet ettiğinden dolayı bir pişmanlığın var mı?
Sertçe
bağırdı:
—
Şimdi onu karıştırma! Bu defa bağırma sırası bendeydi:
—
Onu karıştırmadan bundan sonra bir nefes dahi alamam! Ne demek onu karıştırma?
Böyle söz olur mu?
—
Uzatma Kaan, beni öldür diyorum!
Tuhaf
halimle yüzüne bakmaya devam ettim. Dişlerimi sıkarak sordum:
—
Ben tekrar insan olalı siparişle insan öldürmeyi bıraktım. Ölmeyi çok
istiyorsan, siparişle öldürme işini senin köpeklerin daha güzel yapar. Sen bu
işi onlara havale et.
Gözlerini
silerek bir başka teklifte bulundu:
—
Seni buradan kaçırayım. Bana bu fırsatı ver. Bu teklif bana kurşun gibi
saplanmıştı:
—
Asla ve asla senin yardımınla kaçmam! Senin yardımınla kaçıp o kaskatı vicdanını
rahatlatamam. Annemin, babamın, ablamın, yeğenimin kanına giren kara vicdanı
rahatlatamam. Ölsem bile bunu yapmam. Bir daha beni bu yüce makamına(!) çağırma.
Seni görünce çıldırasım geliyor.
—
Ben sana karşı yaptıklarımdan dolayı çok pişmanım. Seni özlemişim Kaan.
Tekrar
ağlamaya başladı:
—
Zaten özleyecek başka kimsemi de bırakmamışım.
—
Peki, Komünizm değdi mi bunlara Turgut? Bana açık açık cevap ver. Lügate bakacak
durumda değilim.
Yine
aynı cevabı verdi:
—
Onu karıştırma.
Akıl
almaz bir hırs kuşatmıştı beni. Ona doğru giderek bağırdım.
—
Kanımı emen sistemi nasıl karıştırmam? Bu nasıl bir teklif böyle? Bundan sonra
her nefesimde o mutlaka olacaktır...
O
da yerinden kalkıp bana doğru gelmeye başladı. Yumuşak tavırlıydı:
—
Hırçınlaşma Kaan! Sana bir kere sarılmak istiyorum, hiç olmazsa buna müsaade et.
Seni çok Özledim.
Olduğum
yerde kaldım:
—
Soruma cevap ver, ondan sonra düşünelim.
—
İnatçılığın hiç değişmemiş Kaan.
—
Hayır! Bu inat değil. Bu kişiliğimin yansımasıdır. Pişman mısın dedim?
Bu
soruma cevap vermeden konuyu değiştirdi:
— Beni
yalvartma. Aynı teklifimi tekrar ediyorum. Seni buradan kaçırmak istiyorum Kaan.
Kaç, kurtul. Bu işkence senin hakkın değil. Sana iyilik yapmak istiyorum. Anla
beni ve bana fırsat ver. Tüylerim diken diken oldu:
—
Hangi sıfatınla bana yardım edeceksin? Bir insan olarak mı, işkenceci komünist
olarak mı? önce bu nokta aydınlansın diyorum. Ama cevap vermiyorsun.
Yere
baktı. Sonra başını ağır ağır kaldırarak gözlerime baktı. Yine kısık bir sesle
cevap verdi:
—
Ben devrimciyim Kaan. Bunu biliyorsun. Komünizmi destekleyen...
Tepemden
aşağı kaynar sular dökülmüş gibi oldum. Gözlerine nefretle baktım. Bağıra bağıra
cevap verdim:
—
Köpek! Benimle hâlâ bir komünist olarak mı konuşuyordun? Bilseydim hâlâ komünist
olduğunu, senin gibi satılık alçakla konuşur muydum sanıyorsun? Teklifine
gelince, yine aynı cevabı vereceğim. Ben onurumu kaybetmedim ki, senin gibi
şerefsizden yardım alayım. Asla bunu yapmam. Sen beni tam yirmi yıldır buralarda
çürütüyorsun. Anamı, babamı her şeyimi elimden aldın. Ben gerekirse ölürüm, ama
senden gelecek yardıma göz ucuyla bile bakmam. Senin vicdanını asla
rahatlatmam!
Sonra
ses tonumu alçaltıp devam ettim:
—
Köpeklik yapma. Şevkimi engelleme. Ben senden başka ihsan istemiyorum anlıyor
musun? Bana vereceğin en büyük ihsan, gözüme görünmemendir. Seni görmeye
tahammülüm yok, anlıyor musun, yok!
Beni,
başı öne eğilmiş halde, gözleri yerde dinledi. Kapıya doğru yürüyordum ki yine
seslendi:
—
Kaan! Sen hiç köpeklere sarılmadın mı? Ne olur, beni köpek yerine koy da bir
kere sarıl bana. İnan ki buna çok ihtiyacım var.
Geriye
dönüp ona cevap verdim:
—
Senin kadar alçak bir köpeğe Ömrümde hiç rastlamadım ki sarılmış
olayım.
* * *
Koğuşuma
doğru giderken kendi kendimi öyle takdir etmiştim ki, "Helâl olsun sana Kaan!
Sen gerçekten izzetli bir İnsansın. O itten zor şartlarına rağmen yardım kabul
etmedin. Kişiliğinden ödün vermedin" diye kendi kendimi tebrik ettim.
Koğuşa
geldiğimde düşünemez haldeydim.
Bir
gün buradan çıkma umudum da hiç yoktu ki mutlu olsaydım.
İnsanlar,
çok düşünüp az umutlanmayı öğrenmeliler.
Vay
Komünizm vay! Umutlarımızı bile prangaya vuracakmışsın meğer!
* * *
Bir alkışlık hürriyet lütfen
Biz
devrimciyken bir hikayemiz vardı. Bu sebepten "Pavlov'un köpeği" sözünü çok sık
kullanırdık. İşte bu "Pavlov'un köpeği" sözün hikayesi bize şöyle
anlatılmıştır.
Pavlov
adında bir kapitalist varmış. Köpeğini sömürüyormuş. Ona doyacak kadar yemek
vermezmiş, ama onu her yerde çalıştırıyormuş. Pavlov'un bir huyu varmış. Kırmızı
kırmızı etleri köpeğe gösterir, köpeğin ağzını sulandırır, ama eti vermezmiş.
Köpek ete doğru koştuğuyla kalırmış ama yine de uyanmaz, Pavlov'a itaatte kusur
etmezmiş. Fizyolog Pavlov köpeğine şartlı refleksi Öğretme deneyini
çarptırılmış, bize de böylesine yanlış bilgi verilmişti. Kendi çıkarları uğruna
kasten yalan söylüyorlardı. Bunun gibi nice yalanlara aldandık.
Kapitalistleri
“Pavlov”, onlara aldananları da "Pavlov'un köpeği" yerine koyardık.
Şimdi
bu hikayeyi düşünüyorum da, değişen hiçbir şeyin olmadığını görüyorum.
Kapitalizmde de, komünizmde de meğer ne çok "Pavlov'un köpeği"
varmış!
Bu
köpeklerden biriydi Turgut.
Mahkemeye
giderken hep onu düşündüm. Kahrolası hain, beynimi nasıl allak bullak etmiş ki,
ne yaptımsa hakimlerin karşısında konuşamadım. Kendimi kendime
getiremedim.
Sordular:
—
Suçun neydi?
—
Bilmiyorum. Aynı sorular ve cevaplardı.
—
Nasıl bilmezsin?
—
Anlamsız her şey bana. Nasıl isterseniz öyle düşünün. Yargılayın, asın, kesin
ama bana bir şey sormayın. Nasılsa bana inanmıyorsunuz? O halde soru niye?
Geri
dönüşte Turgut'a rastladım. Artık ona karşı eski hislerim yoktu. Bana acı dolu
gözlerle bakıyordu. Yanına yaklaşıp, yalnızlığından istifade kulağına
fısıldadım:
—
Sen, tam kaliteli gavurdun. Kaliteni hiç bozmamışsın. Bir daha benim karşıma
çıkarsan seni ele veririm, haberin olsun.
Gözlerime
ne tuhaf bakıyor bu köpek! Şüphelenmeye başladım. Bu köpeğin dili başka, gözleri
başka şey söylüyor gibi geldi bana. İnsanın bakışlarını iyi tanırım. Dil kalpte
olanın aksini konuşabilir ama, gözler bu konuda kalbe çok bağlıdır. Yoksa bu it
rol mü yapıyor bu bakışlarıyla? Allah'ın belâsı Turgut, bir düşünceden alıp
ötekine sokuyor beni.
Koğuşa
gelirken Sevimgül'ü gördüm. Karşıdan karşıya selamlaştık. Sonra koğuşa
getirildim.
Namazı
kılıp ranzama uzandığımda sahtekar imam yanıma geldi:
—
Abi geçmiş olsun. Nasılsın? Mahkeme nasıl geçti?
—
Aynı.
—
Ne oldu?
—
Aynı şeyler.
—
Abi sen benimle konuşmak istemiyor musun?
—
İyi anladın. O gitti yanımdan.
Size
daha önce bahsettiğim, çok da sevdiğim Öğretmen geldi yanıma.
"Sevdiğim"
dedim de, sahi, ben uğursuz muyum acaba? Kimi seversem ölüyor!
Af
edersiniz yahu, benim sevmediklerim de ölüyor burada. Zaten İslam inancına göre
hiçbir şeyde uğursuzluk yoktur. Kişiye iyi gelmeyeni uğursuz yapan insanlar ve
mekanlar vardır, ama bu iyi gelmemekle uğursuzluk farklı şeylerdir.
Ben
de bazen güzel anlatıyorum ha!... Aslında benden güzel bir hatip olur gibime de
geliyor, laf aramızda.
Öğretmen
sordu:
—
Mahkemen nasıl geçti?
—
Berbat geçti hocam. İnsan suçlayanın adaletine güvenmeyince fazla savunma yapma
ihtiyacı hissetmiyor. Sözü israf görüyor.
—
Sonuç ne oldu?
—
Yine buralıyız. Hiçbir şey söylemediler. Ne cezamın ne kadar süreceğini
söylediler, ne de azaldığından haber verdiler. Halimi sorma hocam. Öyle tuhaf
olmuşum ki, ölsem de sanki o kadar kötü bir şey olmayacakmış gibi geliyor bana.
Hakimlere öyle rest çektim ki, görseydin beni alkışlardın.
Af
edersiniz yanlış söyledim, alkışlayamazdı.
Böyle
bir mahkeme ortamının gerçekten olup olamayacağını düşündüm de, bunun mümkün
olmadığını gördüm. Evet, komünizmde insan sevdiği bir şeyi alkışlama hakkına da
sahip değildir. Alkışlanan şeyi komünizm kabul etmiyorsa...
Bir
alkışlık hürriyet lütfen!... Bir alkışlık hürriyet... Komünizmde asla
aramayın...
Sonradan
öğrendiğime göre, şartlanmış putçular da bunlardan aşağı kalmıyorlarmış. Ama
şartlanmışlar yine Pavlov'un köpeğini taklide devam ediyorlarmış. Bütün
şartlanmış kökten dinsizler de...
Epey
konuştum öğretmenle. Bir ara imam taklitçisi yine geldi yanıma:
—
Bana hiç anlatmadın. Ama bak, hocaya nasıl anlattın. Ayıp etmedin mi
Kaan?
—
Neden ayıp olsun? Ben herkesle her şeyi aynı şekilde konuşmak zorunda mıyım?
Üstelik de etrafta güvensizler varken.
—
Sen bana güvenmiyorsun bunu biliyorum.
—
Müslüman’ı zalime ispiyon edenler hem Müslüman değildir, hem de öyle insanlarla
konuştuğum zaman bende alerji yapıyor. Ne yapayım, elimde değil. Kalleşleri
sevmem.
Tuhaf
tuhaf baktı yüzüme:
—
Senin inancında kalleşler pişman olamaz mı Kaan? Hızla başımı çevirip yüzüne
baktım.
Çok
kaliteli bir soruydu ama cevabını ben bilmiyordum. Hâlâ daha
bilmiyorum.
* * *
Bir
gün umulmadık bir şekilde hastalandım. Öyle bitkin düştüm ki, bin kırbaç
vursalar bir kılım dahi kımıldayamazdı. Günlerce hasta yatmışım. Devamlı
terliyormuşum. Ateş gibi yanıyormuşum. Bunlara ilaveten titriyormuşum. Hiç
haberim olmadı.
Kendime
geldiğimde hatırladım. Rüyamda anacığım gelmiş başıma, bana su içiriyordu.
"Ciğerim, senin hastalığına ben dayanamam!" diyordu.
Hayret,
babamı da gördüm, ablamı da. Hepsi başımda toplanmışlardı.
Bir
ara Turgut'u bile gördüm. O da kapının arkasından tek gözü görünecek kadar
kafasını çıkarmış bana bakıyordu. Yine gözlerinde o hüzün vardı, yine gözlerinde
yaşlar birikmişti. Allah'ın belâsı Turgut. beni rüyamda bile aldatıyordu
gözleriyle.
Güzel
anam benim. Hiç yaşlanmamış. Ablam da öyle. Babamsa epey çökmüştü.
Büyük
ağabeyimi ise rüyamda bile görmüyordum. Demek ki ondan öylesine nefret etmişim
ki rüyalarım bile onu bana hatırlatmıyor.
Ah,
bir bilsem neredesiniz annem! Bir bilsem! Görsem sizi ölmeden önce!... Hasta
olunca seni daha çok arıyorum annem. Kocaman yaşlı bir adam olsam da, içimdeki
çocuk senden aynı ilgiyi bekliyor. Bilseydim mezarına giderdim bari. Şimdi bir
mezarı bile arıyorum.
Vay
komünizm vay! Demek bizi bir mezarı bile arayacak hale getirecektin ha! Hâlâ sen
ilerici, Allah'ın gönderdiği nizam gerici öyle mi?
Yazıklar
olsun senin ne olduğunu gördüğü halde hâlâ uyanmayana!
Yazıklar
olsun dinsizliğin dümeninde kendine yol arayanlara, dinsizlerin
yardakçılarına!
Sonradan
öğrendim ki, Turgut ben hastayken koğuşa gelmiş, bana bakmış bakmış
gitmiş.
İt,
beni üzmeye devam ediyor. Ama ona aldanmayacağım.
Bir
defasında yanımdan geçerken mırıldandı:
—
İnat etme Kaan. Seni buradan kaçırayım. Günah çıkarıyor şerefsiz. Aklı sıra,
eğer kaldıysa zerre kadar, vicdanını rahatlatacak. Ama ben izzetini korumuş biri
olarak zillete düşmeyeceğim.
Fakat,
içimi kemiren bir kurtta yok değil. "Acaba" diyorum; ben aşırımı gidiyorum.
Zaman zaman Turgut'a karşı fazla acımasız mıyım, diye de düşünüyorum. Ne yapayım
elimde değil.
Ben
bir şeye inanırım. Bana göre, şerefleriyle ölenler, tabutta bile vakarlı
dururlar. Ben eminim ki, buralarda ölürsem tabuta bile girmeyeceğim. Olsun, ölüm
tabutsuz da olsa ölümdür.
Vay
komünizm vay!
Özgürlük,
adalet, insan hakları, ilericilik sloganlarıyla gelip, bizi tabuta bile hasret
bırakacakmışsın meğer!
* * *
KORKU!
Yeni
gelen mahkumlardan yine haberler alıyorum.
Cazibesini
kaybeden komünizm halkı yanında tutabilmek için ilginç taktiklere başvuruyormuş.
İş adamlarına bankadan para verilmiyor, işçiler de kışkırtılıyormuş. Sonra
komünist partili sendika gelip, "Biz sizin haklarınızı bakın nasıl alacağız"
diyor, bankaya talimat veriyormuş. Banka işverene o zaman para verip, patronun
işçilerin ücretini ödemesini sağlıyormuş. Oyunu bilmeyen zavallı işçiler de,
kapitalist patronun hakkından komünizmin geldiğine inanıyorlarmış.
Her
şeyde entrika dönüyormuş.
Çok
hoşuma giden iki şeyi anlatmadan geçemeyeceğim.
Devrimci
komünistler eskiden Allah'tan korkmaya gericilik gözüyle bakarlarken, şimdi
Allah'tan başka herkesten korkar olmuşlar. Herkese "casus" gözüyle bakmaya
başlamışlar.
Zevkten
dört köşe oluyorum.
Bir
de, komünizmin boyunduruğu altında olanlar hayal bile kuramaz oluyorlarmış. Zira
hayal, özgürlüğün olduğu yerde kurulur, Özgürlük yoksa hayal kurulmaz, hayaller
bozulurmuş. Bozulmak zorunda kalırmış. Çünkü dağıtılırmış hayaller.
Oh
olsun size!
Beni
hayallerime ulaşmaktan mahrum bıraktınız ama kendiniz, hayal kurmaktan bile
mahrum kaldınız.
Buna
dört köşe olunmaz mı?
* * *
Hayret
ettiğim bir şey daha Öğrendim. Uzaklarda annesi veya babası ölenler cenaze için
izin istediğinde, komünist parti sekreteri; "ölünüze duyduğunuz hüzündeki
enerjinizi halka hizmet enerjisine çevirin. Nasıl olsa ölmüş, unutun gitsin"
diyormuş.
Demek
ki, insan dirisine gereken ilgiyi gösteremediği gibi ölüsüne de gösteremiyormuş
komünist dinsizlikte.
Dini
unutan Kapitalist rejimlerde dinden uzak olanlar cenaze dua ile değil alkışlarla
uğurlanır, komünizmde ise bazen alkış vardır, bazen o da yoktur. Zaten dinsizler
ölülerini alkışlarla uğurlarlar. Ölen için alkışla alkışsızlık arasında bir fark
olmadığından, her ikisi de ölülere eşit mesafede duruyor. Komünizm ise dirilere
hangi mesafede durduğunu hiç belirtmiyor.
Sonuçta,
birinde mesafe belli ama bu belirlilikten halk yararlanamıyor, ötekinde belirsiz
ve yine halk yararlanamıyor.
Demek
ki, özellikle de orta direk halk için iki sistem aslında ikiz sistemdir.
* * *
Turgut
kafayı takmıştı bana. Yine bir fırsatını bulup konuyu açtı. Bu sefer
yalvarıyordu:
—
Seni kaçırmama izin ver. Artık dayanamıyorum. Kin dolu gözlerimle baktım
yine:
—
Annemi, babamı, ablamı, yeğenlerimi ve beni feda edip satın aldığın o makam ve
fikirden dönmedikçe, değil senin yardımınla kaçmak, susuzluktan öleceğimi bilsem
senin elinden bir damla su içmem. Bir daha bana bu teklifte bulunma! Hatta,
hayatta sana hiç el kaldırmamıştım bilirsin, ama bir daha böyle bir teklifte
bulunursan prensibimi bozacağım, haberin olsun.
Durakladı.
— Gerçekten
yapar mısın?
—
Teklifi yenile de gör.
İnadına
yaparmış gibi anında teklifini yeniledi.
—
Tekrar ediyorum, gel hadi vur bana!
Duymazlıktan
gelip yürüdüm. Biliyordum, vurmamı istiyordu. Böylece hak ettiği cezayı görmüş
olduğuna kendini inandırıp vicdanen rahatlayacaktı.
Ona
o rahatlığı tattırmadım.
Bazı
suçlulara vurmak bile bir ikrammış meğer. O anda anladım bunu. Ve gereğini
yapıp, sözümden dönme pahasına ona vurmadım.
Ben
de şu cezaevine gireli psikolog mu oldum ne, insanların ruh hallerini nasıl da
hemen anlıyorum.
Yada,
ben mi öyle sanıyorum?
* * *
Turgut
cezaevinden kaçmam için ne yaptıysa beni etkileyemedi
Bir
yıl daha kaldım aynı yerde.
Bir
gün hiç ummadığım bir anda idareye çağırdılar beni. Bu defa müdür yardımcısı idi
çağıran.
Gittim...
Makineli tüfek gibi konuşuyoruz müdür yardımcısı ile.
— Kaan
sen misin?
—
Evet, benim.
—
Kaç yıldır yatıyorsun?
—
Yirmi bir.
— Dışarıyı
özledin mi?
—
Hiç düşünmedim.
—
Neden
—
Dışarısı denilen yeri görme umudumu kaybettiğimden ve dışarıda bir beklentim
olmadığından.
—
Şimdi seni dışarı çıkarsak ne yaparsın?
—
Önce nasıl çıkarıldığımı sorarım.
—
Senin için ne fark eder?
—
Benim için fark eder.
—
Sen biraz dik başlı mısın?
—
Hayır! Fikirlerimde kararlıyım, o kadar.
—
Biraz küstahça duruşun var.
—
Bu yargıya, size eğilmediğim için kapılmış olabilirsiniz.
—
Sen benden korkmuyor musun?
—Hayır!
21 yıllık işkence hayatım korkuyu algılayan hücrelerimi köreltti.
— Sen
akıllanmamışa benziyorsun.
—
Siz aklı tahlil edemezsiniz.
—
Bu bize hakaret değil mi?
—
Düşünmedim.
—
Düşünsen ne yaparsın?
—
Hakkınızı yemem. Size layık olan her şeyi söylerim.
Yerinden
kalktı müdür yardımcısı. Bağırarak devam etti:
—
Çok küstahsın ama yine de seni bugün salıveriyorum. Çünkü mahkemeden tahliyen
geldi. Hadi bakalım hazırlan ve çık.
Hayret!
Yirmi yıl sonra yapılan mahkeme, yirmi bir yıl sonra beni serbest bırakıyor!
İnansa mıydım acaba? Başka bir oyun mu vardı yoksa bunun altında?
Bakmayın
korkmuş gibi endişelendiğime. Her şey bana vız geliyor artık.
Çin
işkencesinden öte, pardon dinsizlik işkencesinden öte bir işkence mi vardı
ki korkacaktım? Nasıl olsa ben hepsini görmüştüm. "Hazırlan" dedi bana.
Hayret!
Benim
hazırlanacak neyim vardı ki? Çantama koyup gidecek bir gömleğim bile yok. sanki,
çantam varmış gibi konuşuyorum. Müdür yardımcısına döndüm.
—
Size ne söylememi istersiniz? Şaşırdı:
—
Herhalde müjde verdik. Gözlerine baktım.
—
Müjdenizin bir karşılığı olmalı mı?
—
Öyle icap etmez mi? Taa gözlerinin içine bakarak devam ettim:
—
Size bildirilmiş bir müjdeyi söylemenizin bedeli olduğuna inandığınız gibi, size
söylenen işkenceyi uygulamanızın da bir bedelinin olduğu ve bir gün bu bedelin
karşınıza dikileceği hiç aklınıza geldi mi? Şaşkın şaşkın, ama hayranlıkla baktı
yüzüme. Kalleşler de kalleşi beğenmez, dürüstü beğenir; ona saygı
duyarlar.
Dürüstü
kalleşçe öldürseler bile...
* * *
Sordum:
—
İyi de, benim sivil elbisem yok. Bu elbiseleri çıkarırsam ne
giyeceğim?
Müdür
yardımcısı yüzüme bakarak gayet normal bir soru gibi sordu:
—
Sivil elbiselerini ne yaptın? Düşündüm.
En
son ne zaman sivil elbiselerim olmuştu? Tam yirmi bir yıldır sivil elbise
görmemiştim ki.
Hatırladım.
Köyümüzde
arabanın arkasında süründürüldüğüm gün üzerimde beyaz pantolon vardı. Ve o
günden sonra sivil elbise hiç görmemiştim.
Bana
gülmeyin ama sivil elbiseyi de özlüyormuş insan. Bunu ben çok acı bir şekilde
anladım. Dilerim, siz benim çektiklerimi çekerek anlamazsınız. Zira bunu
anlamanın bedeli çok pahalıdır. Hiçbir Müslüman’ın, hatta hiçbir Hıristiyan’ın,
bırakın Hıristiyan’ı, hiçbir dinsizin bu bedel ödeyerek bunu anlamasını
dilemem
Müdür
yardımcısının sesiyle irkildim:
—
Şimdi ne olacak? Paran var mı?
Aa!
Bana ne oluyor böyle? Her kelimeden bir şeyler çıkarıyorum... Para mı? Sahi,
para diye bir şey vardı. O nasıl bir şeydi acaba? Hem kendini, hem de ne işe
yaradığını unutmuşum.
İnanamayacaksınız
ama, şu ana kadar (21 yıldır) para hiç aklıma gelmedi.
—
Param nereden olsun, dedim. Düşündü.
Hayret!
Bu cezaevinde birisi bir mahkumun ihtiyacı hakkında düşünüyordu.
Hava
da soğuk mu soğuk! Ben de düşünmeye başladım.
Sonra
başını kaşıyan müdür yardımcısı, yeni hatırlamış gibi bana döndü:
— Sahi,
senin için bir takım elbise hazırlamıştık. Nasıl inanırım? Dahası, niye
inanayım?
—
Siz mi bana elbise ayarladınız
—
Evet. Neden şaşırdın? Gözlerine soru dolu bakıp sordum:
—
Sizce şaşırmakta haksız mıyım?
Kızardı
dememi beklemeyin. Onlar kızarmayı bilmezler. Kızartmayı bilirler
ancak...
Hayret
etmeme rağmen kabul ettim:
—
Peki. Madem ki siz mahkumlara elbise hazırlıyormuşsunuz, komünizmden bir elbise
alayım bari. Nasıl olsa ondan alacağım çok fazla.
Yeni
elbiseleri giydim. Tam kapıdan çıkacaktım ki Turgut geldi. Müdür yardımcısı
Turgut'u göstererek yağcılığını yaptı:
—
Bak, tam zamanında geldi. Onu yılandan kurtarmışsın diye sana bu elbiseleri
sayın müdürümüz Turgut bey temin etmişti. Ona teşekkür et.
Birdenbire
başım döndü.
—
Nee! Bana bu elbiseyi sayın müdürünüz mü temin etti?
Müdür
yardımcısı gülümseyerek cevap verdi:
—
Evet ya. Onu yılandan kurtarmanın bedeliymiş.
Turgut'a
baktım. O da bana bakıyordu. Göz göze geldik, birkaç saniye bakıştık.
Demek
yılan hikayesini uydurmuştu. Turgut'a dönerek, kestirip attım:
—
Teşekkür ediyorum Müdür Bey. Ben iyilik yaptığım insanlardan iyiliğime karşılık
almam.
Sonra
hızla elbiseyi çıkarıp bir köşeye fırlattım. Sadece iç elbiseyle kalmıştım. Onu
da birkaç gün cezaevinde yatıp çıkan bir mahkum vermişti. Pijamanın üstü yoktu,
ama altı yeniydi. Çok şaşırdılar. Üstüm çıplak bir halde cezaevinin kapısından
çıktım.
Buz
gibiydi her taraf. Bir saat kadar yürüdüm. Bir ara yanımda bir araba durdu.
Halimi sordu, anlattım.
Daha
sonra beni evine götürüp üzerime giysi vermek istediğini söyledi. Kabul etmedim,
çünkü korkmuştum. Bu da onlardan biri olabilirdi. Adam halime çok üzüldü.
Paltosunun altındaki gömleği çıkarıp bana verdi. "Demek ki komünizmin
öldüremediği temiz Çinliler, iyi vicdanlar da varmış" diye düşündüm.
Ana
caddedeydim. İnsanlara bakıyordum ama kimse bana bakmıyordu.
Aslında
baktığım İnsanları doğru dürüst göremiyordum. Tepe taklak olmuşlar gibi
geliyordu bana.
Yer
ve gökyüzü sanki yer değiştirmişlerdi. Şimdi ne yapacaktım, nereye gidecektim?
Ne bir yerim, ne de bir yârim vardı.
Vay
komünizm vay! Demek "halk halk" diye diye beni kimsesiz bırakacaktın
ha!
Dalgın
dalgın yürüyordum. Hava da kararmak üzereydi.
Bir
parka geldim. Sonradan öğrendiğime göre Urumçi şehrinin göbeğindeydi park.
"Burada sabahlarım" diye düşünürken bir sesle irkildim
—
Kaan!
Dönüp
baktım. Turgut'tu bu. Kaşlarımı çatıp sordum:
—
Benden ne istiyorsun? Ağlayarak bana doğru yaklaştı.
—
Senden seni istiyorum Kaan. Bana dönmeni, beni affetmeni istiyorum.
Yaptıklarımdan köpekler gibi pişmanım.
—
Köpekler pişman olmayı bilmez. Neye pişmansın? Yaptıklarına mı, yoksa
inandıklarına mı? Ben bunun cevabını istemiştim senden. Yaptıklarına pişman
olman yetmez seni affetmem için. İnandıklarına pişman olman lazım ki, insan olup
olmadığını düşüneyim.
Gözlerimin
içine aynı yakıcı hüzünle baktı.
—
Ben o senin dediğinden daha on beş yıl önce pişman olmuştum Kaan. Ama yaşamak
için pişmanlığımı gizlemem gerekiyordu. Pişmanlığımı hayata geçirecek fırsatım
yoktu...
—
Şimdi nasıl buldun bu fırsatı?
Özlem
dolu bakışlarını daha da pekiştirerek baktı gözlerime.
—
Bir yolunu bulup doktor raporu aldım. Yakında o kahrolası yerden ayrılacağım.
Şimdi evime gidelim. Artık beni kimse takip etmiyor. Bir yolunu bulur,
buralardan uzaklara, çok uzaklara kaçarız. Beni affedersen eğer, hamallık yapar
geçiniriz. Beni affetmen için her şeyi göze alırım. Ne olur anla beni. Sen
aldanmışlığın nasıl bir körlük olduğunu biliyorsun. "Seni affettim" de, sana
doyasıya sarılayım ne olur Kaan! Ben on beş yıldır senden beter işkence
çekiyorum. Beni, ben olmadan anlayamazsın.
Gözleri,
evet gözleri doğru söylemişti. İçten pişmandı. Şimdi dili de doğru söylüyordu.
Doğrusunu isterseniz, ben de onu özlemiştim. Zaten ondan başka kimim vardı ki
hayatta.
Ben
de ağlamaya başladım.
—
Ben seni özlemedim mi sanıyorsun Turgut?! Gözümde tütmüyor muydun sanıyorsun?
Sen benim saçlarımı gizlice kokladın. Ama ben onu da yapamadım. Madem ki
pişmansın, sana sarılmamam için bir sebep yok.
Ağlayarak
sarıldık birbirimize.
—
Affet beni Kaan'ım, affet! Dev bir sihirbaza aldandım. Ağlamaktan bir şey
konuşamıyorduk. Sanki birileri koparıp bizi ayırmasın tekrar diye
birbirimize sıkıca sarılmış, uzun sure öylece kalakalmıştık.
Şartlar
yoksa mutlulukta yoktur. Şimdi, mutlu olmak için şartlardan biri
oluşmuştu.
Bir
ara gözyaşlarını silerek mırıldandı:
— Biliyor musun Kaan'ım, yıllarca bu günü hayal ettim. Şimdi ölsem
bile gam yemem.
* * *
Bundan
sonra hiç durmadan Komünizmin gerçek yüzünü anlattık. Nerede komünizmle,
Türkistan'la, aldanmışlıkla ilgili bir kitap görürseniz, unutmayın ki, adı ne
olursa olsun onu ben yazmışımdır. Müstear ismimdir o. Yada Öteki benimdir onu
yazan.
Unutmadan
söyleyeyim, bir daha Sevimgül'ü göremedim. İçimden merakı hiç gitmedi. Neydi o
dünyanın bilmediği işkence, bunu da öğrenemedim.
Sonra
Turgut'la Çin'den kaçmayı başardık. El ele verip bizi duyanlara
seslendik.
Takma
isim kullandık bu defa, ama duygularımız takma değil, gerçeğin ta kendisiydi,
tecrübenin tecrübesiydi.
Bize
el uzatan oldu mu derseniz, kendinize sorun. Komünizm kanımızı içerken, bizim
için siz neler yaptınız? Öylesine ırkçılık sarmış ki dünyayı, biz onların
ırkından değiliz, Türk'üz diye sahip çıkmadılar bize. Onlar kim mi? Siz onları
tanırsınız.
Haa!
Türkler sahip çıktı mı? Bir kısmı evet. Diğerleri duymadı bile.
Bu
duymayanların bazıları şimdi hatasını anlayıp şiirler yazıyorlar ancak.
TÜRKİSTAN
Kalbine
orak-çekiç saplandığı gün
Dağ
ve taşların bile kalbi hûn oldu
Pek
bir şey değişmedi o gün ve bugün
Hâlâ
anlamayan var, sana ne oldu?
Sana
senden başka kim, yandı ağladı?
Sorduk
mu hiçbirimiz, kan kustuğunda?
Çin
İşkencesi nice yürek dağladı,
Bizden
biri var mıydı acep arkanda?...
Hey
dünya! Şiirler, sloganlar yetmez! Uyan ve sesimize kulak ver!
Doğu
Türkistan'ın, Batı Türkistan'ın ezilen, yok edilen bir ulusun ve kimliğin mazlum
sesine kulak ver!
Dinsizliğin
iki çocuğu olan Kapitalizmi de, Komünizmi de gördük ve onları yaşadık. Özellikle
komünizmi biz biliriz. Siz duydunuz, ama biz onu yaşadık!
Hatta
biz o kadar iyi biliyoruz ki, Marks ve Lenin bile Komünizmin sonuçlarını bizim
kadar yakından göremedi.
— SON —
EMİNE şenlİkoğlu:
1953
yılında dünyaya geldi. Çocuk yaşta ailesiyle birlikte Adapazarı'ndan gelip
İstanbul’a yerleşti. Daha küçük yaşta bazı çelişkileri fark etti. Büyüdükten
sonra Hıristiyanlığı araştırdı. Aynı dönemde kiliselere gidip İncil’i okumaya
başladı. Bu inceleme sırasında İncilleri kendi ölçüleri içinde çelişkilerle dolu
olduğunu gördü. Sonra İslâm'ı incelemeye ve İslimî tahsil için yoğun bir eğitime
başladı. Fıkıh, Akait gibi islâmî temel ilimlerle meşgul oldu. Ayrıca, İlahiyat
mezunu eşi Recep Özkan ve özel hocalardan dersler aldı.
İki
çocuk annesi olan Şenlikoğlu; ilkokulu, İmam Hatibin orta ve lise kısmını
dışarıdan bitirdi. 1985'ten beri Mektup Dergisi’nin Genel Yayın Yönetmenliğini
yürüten yazar, Türkiye'nin çeşitli illerinde ve dış ülkelerde konferanslar
verdi. Araştırmacı yazar Şenlikoğlu 1984'de yazmış olduğu ilk kitabı;
"gençliğin İMANINI SORULARLA
ÇALDILAR" adlı kitabından dolayı 2.5 yıl cezaevinde yattı. Yazarın 1984
tarihinden itibaren çıkan kitapları şunlardır:
1. SERİ: "Gençliğe HATIRAMDIR"
-
Gençliğin İmanını Sorularla Çaldılar
-
Bize Nasıl Kıydınız
-
Mahkum Duygular
-
Burası Cezaevi
-
İslam'da Erkek
-
Ne Olur îhanet Etme
-
Ülkemi Arıyorum
-
Biz Bu Vatanin Nesi Oluyoruz
-
Ruhumun Penceresi
-
Kelepçeli Kalemimden
-
Ağlatan Yollar
-
İnsanlar da Kayar
-
Telefonla Röportaj
-
Önce Soru Sorarlar
-
İsimsiz Kitap
-
Vicdan Azabı
-
Maria
-
İdamlık Genç
(Bu seri
tamamlanmıştır.)
2. SERİ: "İnsanlığa çağrı"
-
İnsanlığın Belgeseli
-
Kıbrıs Sular içinde Bir Yetim
-
Ben Kimin Kurbanıyım
-
Geri Tepen Kurşunlar
-
Radyo ve Basın Röportajları
-
Televizyon Röportajları
-
Uzaktaki Çığlıklar
-
Geçmişin İzleri
-
Sabıkalı ve Dul
-
Çingene
-
İmamın Manken Kızı
-
Son Pişmanlık Fayda Eder
-
Çin İşkencesi
-
Kadınları Kadınlar da Eziyor
(Bu
seri tamamlanmıştır.)
3. SERİ: "NESİLLERÎN ÖYKÜSÜ"
-
Anne Büyüklere Bir Şey Söyle
-
Küçük Kız
-
Küçük Kelebekler
-
Yılan Yavrusu
-
Kırmızı Elbiseli Kız
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder