Kadın ve Hurafe: |
Tarih incelendiğinde görülüyor ki kadın, haklar
bakımından asırlar boyu ihmal edilmiş, horlanmış, en ağır zulüm, baskı ve
işkencelere maruz tutulmuştur. 19. yüzyılın ortalanna kadar, gerek Avrupa,
gerekse Asya'da kadın, hukukundan yoksun bırakılmıştır.
Mesela: Yahudi kızları babalarının evlerinde hizmetçi kabul edilmiş, ÎRAN'da
MEZDEK, ana ve kız kardeşle evlenmeyi meşru gören yeni bir din kurmuştu!.. Çin
ve Hind gibi çok eski milletlerde de kadının sosyal mevkisi çok düşüktü. Hind'de
kadın, zavallı bir yaratık olarak kabul ediliyor, her türlü aşağılık arzulara
alet ediliyordu. Vedaları okumaktan uzak tutuluyor, ayin ve merasimlere kabul
edilmiyordu. Kadının dini efendisine hizmet etmekti. Görevi ve değeri, eğer
kocası ölmüş ise onun cesedi üzerinde kendisini yakmasıydı. Eski Yunanlılarda da kadın, medeni haklar adına hiçbir şeye malik değildi. Kadın kocasının, kocası yoksa babasının, o da olmazsa akrabasından diğer erkeklerin vasiliği altında yaşardı. Kocası onu istediği zaman boşar ya da başkasına devredebilirdi. Eski Roma'da da kadının durumu çok feciydi. Hatta Roma'da bazı toplantılarda, kadının ruhsuz ve edebi hayattan nasibi olmayan bir hayvandan ve şeytanın iğrenç işinden ibaret bulunduğuna dair kararlar alındığı bile vakidir<49>. Ortaçağda Bizans'ın en şaşaalı zamanlannda bile kadının sosyal mevkisi çok düşüktü. Bizans'ta kadının durumu kısaca şöyleydi: Kadın erkeğin malı idi. Onda istediği gibi tasarruf hakkı vardı. Hayat ve ölümü eşinin elindeydi. Köle olarak kabul edilirdi. Kadının önce babasının, evlendikten sonra kocasının, kocası ölünce de oğlunun esiri idi. Kadın bir şehvet metaı addolunurdu. En medeni olan Atinalılar arasında bile kadın çarşılarda satılır, .başkalarına ihale olunurdu. O sadece evin düzeni, çocuklara bakmak için lâzımdı<50>. 1788 yıllarına kadar kadın ingiltere'de de kocasına mutlak itaata mecbur olup hemen hemen hiçbir hakka sahip değildi. 1888 yılında İngiliz piskoposlarından "Dour", Vestminister kilisesinde yaptığı bir konuşmasında şöyle diyordu. "Bundan 100 sene evveline gelinceye kadar kadın, erkeğin sofrasına oturmak hakkına sahip olmadığı gibi sorulmadan söze başlaması da caiz değildi. Kocası da başının ucuna kocaman bir sopa asardı ki karısı ne zaman bir emrini tutmazsa, onu kullanırdı. Kadının sözü kızlarına geçmezdi. Erkek çocukları ise analarına ev içinde bir hizmetçi kadından fazla paye vermezlerdi(51). İslâmiyetten önce Arap Yarımadası'nda da kadının durumu yürekler acısı idi. Araplar kızlara karşı olan nefrette o kadar ileri gidiyorlardı ki, yaşama hakkını dahi onlara çok görüyorlardı. Kız çocuklarını diri diri toprağa gömmeyi kendilerine göre fazilet kabul ediyorlardı. Herhangi birisinin bir kız çocuğu dünyaya geldiği zaman öfkesinden ne yapacağını bilemezdi. Kutsal kitabımız Kur'an-ı Kerim onların bu insanlık dışı davranışlarını şöyle anlatır: "Onlardan birine kız doğumu müjdesi verilince öfkeli olarak yüzü simsiyah kesilir. Kendisine verilen kötü müjde yüzünden halktan gizlenmeye çalışır. Onu utana utana tutsun mu? Toprağa mı gömsün?.." (Nahl Suresi, Âyet, 58,59). İslama kadar bütün dünyada kadın değersiz bir yaratık olarak kabul edilmiş, yüzyıllar boyu ona hiçbir sosyal hak tanınmamıştır. İslâmdan önce Hz. İsa kadınlar hakkında iyi düşünceliydi, onların hukukunu korumak istedi. Ama kilise Hıristiyanlığın kadınlar hakkında şefkat ve merhamete dayanan ilkelerini istediği biçimde değiştirdi. Hatta Hıristiyan azizlerinin katlettirdiği binlerce kadının acıklı öyküleri tarihte yazılıdır. İlk âyetinden itibaren dünyada yeni bir çığır açan, dünyaya kurtuluş yollarını gösteren İslâm, o zamana kadar kadınlara verilmeyen haklar getirmiş, kadını özgürlüğüne kavuşturmuştur. İslâm'a göre kadın erkeğinin eşi, yardımcısı ve danışmanı olarak kabul edilmiştir. Ona, aile içerisinde söz hakkı tanınmış ve birtakım görevlerle yükümlü kılınmıştır. Hz. Muhammed (S.A.S.): "Kadın da kocasının evinde bir çobandır ve yönetimi altında olanlardan sorumludur"(52) buyurmuş, onun aile içinde sözsahibi olduğunu cihana ilan etmiştir. İslâmda kadına işkence etmek, onu horlamak, küçük görmek, mal varlığına tecavüz etmek yoktur. Kadına aile içinde ve toplumda saygı esastır. Peygamberimiz: "En hayırlınız kadınlarına karşı en iyi davrananınızdır"(53) buyuruyorlar. İslâm esaslarına göre kadın da erkek gibi inanç, amel ve ahlâk hükümleriyle yükümlüdür. İyilik ve doğruluk üzere davranmada, kötülüklerden sakınmada aynen erkek gibidir. Kadın hukuk açısından ve haklarını kullanması bakımından o zamana kadar dünyanın hiçbir yerinde rastlanmayan ve hiçbir dinde görülmeyen geniş yetkilere kavuşmuştur. Şöyle ki: "İslâmda kadın malı, nefsi ve zimmeti üzerine istediği gibi tasarruf hakkına maliktir. Kimsenin iznine ve hakimin müdahalesine ihtiyacı yoktur. Evlenme, alım-satım, kiraya verip alma, bağış yapma, kefil alma, ödünç para verme, şirket kurma, vekalet, sulh ve ibra, dava ve ikrar gibi bilcümle hususlarda erkek gibidir. Erkek gibi gayrimeşru fiil ve hareketlerinden mal ve vicdan bakımından sorumludur"'54'. Tanıklık ve diyet gibi bir kaç mesele de erkekle eşit tutulmamıştır. Ancak bu insan hakları bakımından değil, kadınların özelliklerinden ötürüdür. İslâm kadınlara siyasal tercihlerini kullanma hakkını da tanımıştır. Hz. Peygamber kadınların oylarını kabul etmiştir. İslâm tarihinde hadis, fıkıh, tarih, siyaset ve tıp gibi bilim dallarında yetişmiş pek çok ünlü kadın vardır. Mesela Hz. Peygamberimizin muhterem eşi Hz. Aişe Kur'an, hadis, edebiyat ve tarih ilminde kaynak kabul edilen bir bilgin hanımdır. Ayrıca fetva veren meselelerin hukuki hükmünü bildiren 7 büyük sahabiden biri olarak kabul edilir. Üçüncü Abbasi Halifesi Mehdi'nin kızı Hayzüran, siyasal bilimlerde ünlüdür. Yine Hicri 5. asrın bilgin hanımlarından ŞEHDE, Bağdat Camii'nde devrin en büyük edip ve bilginlerine tarih ve edebiyat konferansları vermiştir. İslâm tarihinde böyle daha pek çok bilgin hanımefendiler vardır(55). Dünyanın her yerinde insan haklarının çiğnendiği, insan ve kadın ticaretinin yapıldığı, kadına hiçbir hakkın tanınmadığı, her türlü zulüm ve hareketin reva görüldüğü, bir meta gibi elden ele satıldığı, hatta uzun süre "Kadının ruhu var mıdır, yok mudur?" diye tartışmasının yapıldığı bir çağda, İslâm'ın ve sevgili Peygamberimizin kadın haklarına karşı gösterdiği titizlik, hiç şüphesiz yüce dinimiz İslâm'ın getirdiği yeniliklerdir. Tarih budur, gerçek budur. 1789 Fransız Büyük îhtilali'nin, kan akıtarak yazdığı "Hukuku Beşer Beyannamesi" ve ondan çok yıllar sonra, Birleşmiş Milletlerin "İnsan Hakları Beyannamesinden", insanlığın çok uzak olduğu bir dönemde ta 15 asır önce, İslâm'ın kadına tanıdığı haklar hiç de küçümsenecek ölçüde değildir. İslâm'da kadına saygı bir anlamda Peygamberin buyruklarına saygıdır. Çünkü kadın varlığımızın devamlılığının kaynağıdır. Sevgili Peygamberimiz Veda hutbesinde: "Ey insanlar! Sizin kadınlarınız üzerinde birtakım haklarınız vardır. Onlar sizin haklarınıza riayet etmelidirler.Onların da sizin üzerinizde hakları vardır. Onlara karşı iyi davranınız. Eşlerinize şefkatle muamele edin. Siz onları Allah'ın ahdi ile aldınız. Onlar size Allah'ın ahdi ile helâl olmuştur" buyurmuşlardır. İslâm kadını bu şekilde değerlendirmesine rağmen, maalesef bazı cahil kişilerin gözünde o, hâlâ "saçı uzun, aklı kısa" kabul edilerek ezilmeye, horlanmaya mahkûm bir varlık gibi muamele görmektedir. Ancak kadın hakkında söylenen bir sürü hurafenin mevcudiyeti de bir gerçektir. İşte kız, kadın ve gelinler hakkında söylenen hurafelerden bazı örnekler. —Evden çıkan erkek işine giderken önünü kadın keserse işi ters gider. —Kısa boylu kadın uğursuzdur. —Hayızlı (aybaşılı) kadın sebze bahçesinden geçerse sebzeleri kurutur. —Hayızlı kadın akşam ezanından sonra küpten turşu çıkarırsa turşu bozulur. —Gelin eve ilk geldiğinde kaynanasının iki bacağı arasından içeri girerse saygılı olur. —Bir kız akşam ezanı okunurken merdiven altından geçerse kısır kalır. —Cuma günü ezan okuyan müezzine kızın başörtüsü veya mendili sallattırılırsa nasibi çıkar. —Çocuğu yaşamayan bir kadın bir yatıra "Bunu sana sattım" der ve kurban kestirir. Çocuk dünyaya gelince eğer kız ise adını satı, oğlan olursa Satılmış koyar. Aksi halde çocuğu yaşamaz. —Çocuğu ölen kadın Cuma günü iş yapmaz. —Gelin olanın duvağı evde kalmış kızın başında çözülürse bahtı açılır. —Evde kilitlenen kilit, bayram sabahı veya Cuma günü, namazdan önce imam tarafından camide açılırsa kızın bahtı açılır. —Çocuğu yaşamayan kadın yeniden doğum yaptığında 40 evden topladığı parçalarla gömlek dikip çocuğuna giydirirse çocuğu yaşar ve ömrü uzun olur. —Aş yeren bir kadın çirkin bir yere bakarsa çocuğu çirkin olur. —Doğum yapan kadın yedigün çocuğunun yanından dışarı çıkmaz. Çıkarsa cinniler gelir çocuğu götürür. Başka bir çocukla değiştirir. —Doğuran kadının (lohusanın) bulunduğu yere süpürge, Kur'ân, soğan, sanmsak aşılırsa "alkansı" lohusa ve çocuğa zarar vermez. —Lohusa kadının ve çocuğun yastığı altına iğne, çuvaldız, kama, bıçak konursa albasmaz. —Bir hamile kadın ölü yıkanırken suyundan atlarsa çocuğu baygın doğar (Kıbrıs). —Evli birinin yüzüğünü bekar kız takarsa kısmeti kesilir (Kıbrıs Halk İnanışları). —Bekar kız, evli birinin gelinliğini giyerse kısmeti kesilir (Kıbrıs). —Hamileyken yumurta yiyen kadının çocuğu haylaz olur (Kıbrıs). —Hamileyken anında anahtar açanın doğumu kolay olur (Kıbrıs). |
(49) Muhammed Aleyhisselamın
Peygamberliği,
Muhammed Kemil Hatte, Terc. İsmail
Ezherli - M.Asım Koksal, s. ?
(50) Hz. Muhammed ve Hayatı, A.Hemmet Berki-O.
Keskioğlu, s. 10
(51) Anglikan Kilisesine Cevap, Abdülaziz Caviş,
s. 166 -167.
(52)
Fethü'l-Kebir, c. 2, s. 330
(53)
Fethü'l-Kebir, c. 2, s.95
(54) Hz. Muhammed ve Hayatı, s. 12.
(55) Muhammed Aleyhisselamın Peygamberliği, s.
76.
|
Arkadaşlar kendim yazıyorum araştırıyorum yani faydalı bilgiler okuyun çok güzel ve okudum kitaplardan alıp yazarak kayıt ediyorum beni etkileyen yazıları sizler le paylaşmak istiyorum
REKLAM
16.04.2017
Kadın ve Hurafe
Çocuk İçin Söylenen Hurafeler
"Henüz ergin kişi niteliğine erişmemiş insan yavrusu" diye tanımlanan çocuk, hiç kuşkusuz en sevimli yaratıktır. Onlar, gönlümüzün eğlencesi, evlerimizin neş'esi, mutluluğumuzun tatlı meyveleridir.
Çocuk yüce Allah'ın insana lütfettiği bir nimet, pahası biçilmez kıymet ve en değerli bir emanettir. Bu emanete sahip çıkmak, onu en iyi şekilde korumak ve kollamak hem insanî hem de dinî görevimizdir.
Çocuklar yarınlarımızın umudu, neslimizin teminatıdır. Çocuklarını korumayan toplum, yeryüzünden silinmeye mahkûmdur. Bu nedenle onlara karşı en büyük sorumluluğumuz beden ve ruh sağlıkları yönünden onları en iyi şekilde yetiştirmek eğitimlerini ihmal etmemektir. Onları her türlü tehlikeye karşı korumak en başta gelen ödevimizdir. Marifet çocuk dünyaya getirmek değil, dünyaya gelen çocuğa dünyayı zehir etmemektir.
Gerçek böyle olmasına rağmen, maalesef çocuklarla ilgili bir sürü hurafe ortaya çıkmış ve pek çok çocuk, bu batıl inanışlar yüzünden hayatından olmuştur.işte çocuklarla ilgili olarak söylenen hurafelerden bazı örnekler: —Çocuğun yattığı odadaki örtü altına kurumuş insan dışkısı konursa, çocuk cinnilerin şerrinden korunurmuş,
—Yeni doğan çocuğun beşiği altına türbe ve kabirlerden toprak getirilip konursa çocuğu cadı boğmazmış. (Buna bazı yerlerde cüher almak denilmektedir.)
—Çocuk fıtık doğarsa, kilotu çalı ağacının bir dalı yarılarak arasından geçirilince fıtığı iyileşirmiş.
—Çocuğun kırkı çıkmadan tırnağı kesilirse ya arsız ya da hırsız olurmuş.
—Yeni doğan çocuk, bayram günü bir dişi eşeğe ters bindirilip köyün etrafında dolaştınlırsa ömrü mutlu geçermiş.
—Çocuğun doğduğu yerde elişi yapılırsa göbeği düşmezmiş.
—Cuma günü çocuğun ayakları bir camii kapısında bağlanır, Cuma namazından sonra çözülürse hastalığa tutulmazmış!
—Erkek çocuk sünnet olurken annesi oklava sallarsa, sünnet acısız ve kolay olurmuş (Kıbrıs).
—Bebek ayakları altından öpülürse talihsiz olurmuş (Kıbrıs).
—Boyu ölçülen çocuk kısa kalırmış!
—Çocuğun boyu metre ile ölçülürse ömrü kısa olurmuş!
—Sünnetsiz ölen çocuğun parmaklarından birinin kırılması gerekirmiş!
—Küçük çocukların yüzünde yara çıkarsa, deniz kenarında yaşayan ve denize giren biri tarafından okunup yüzü meshedilirse yaraları iyileşirmiş.
—Çocuk dünyaya geldikten sonra yıkanıp tuzlanır ve sofraaltı denilen beze (örtüye) sarılırsa tokgözlü olurmuş.
—Çocuğun göbeği,cami duvarına veya avlusuna gümülürse dindar, medresenin bahçesine (okulun) veya avlusuna gömülürse âlim, ahıra gömülürse malcı olurmuş. Ayrıca suya atılırsa huyu temiz, evin içinde bir yere gömülürse gözü dışarda olmazmış. Daha neler neler!..
Bu söylenenlere dikkat edilirse, çoğu çocuğun sağlığına zarar verici inanışlar olduğu hemen anlaşılır. Ne çareki bu uydurmalara kanan pek çok insanımız vardır.
Değişik Hurafelerden Örnekler
1. Bir genç askere giderken evden çıkmadan önce bir dilim ekmeğin yarısını yer, yarısını da geri bırakırsa, artık ekmek onu, çağıracağı için kazaya belaya uğramadan geri dönermiş.
2. Biri yolculuğa çıkarken arkasından aynaya su serpilirse kazaya uğramazmış.
3. Biri gurbete giderken arkasından su dökülürse hem kazaya uğramaz, hem de gurbetten çabuk dönermiş.
4. Bir kişi sabunu başka birine elden verirse, sabun acı olduğu için, acı olaylar görülürmüş veya iki kişi arasına düşmanlık girermiş.
5. Evliliğin ilk günü (gerdek gecesi) erkek veya kadın, hangisi önce uyursa o daha evvel ölürmüş.
6. Bir erkekle bir kadın evlendikleri zaman gerdek gecesi hangisi daha evvel diğerine tokat vurursa onun sözü daha çok dinlenirmiş. En mutlu gecede mutsuzluğa teşvik, bundan daha çok saçma inanç ve âdet olur mu?..
7. Gök gürlerken buğday anbarlanna el ile vurulursa hasat çok olurmuş.
8. Soğan kabuğuna basılırsa fakirlik gelirmiş.
9. Nar taneleri yere düşürülmeden yenilirse cennete girilirmiş.
10. Tarla veya bahçede bitkiler hastalanmış ise, tarla sahibinin güneş doğmadan önce, tarlasının etrafını koşarak dolaşması gerekirmiş.
11. Çeltik ekilen arazinin etrafı eşeğe binmiş bir kimse tarafından Kur'an okunarak dolaşdırsa, o araziye DOLU yağmazmış.
12. At nalı asılan yere nazar isabet etmezmiş.
13. Önünde "beştaş oyunu" oynanan eve fakirlik gelirmiş (Kıbrıs).
14. Otururken ayak sallanırsa alacaklı kapıya gelirmiş (Kıbrıs).
15. Cezvede su içilirse zengin olunurmuş (Kıbrıs).
16. Kefen diken iğne kırılmalıdır. Zira ölümü ve uğursuzluğu celbedermiş (Kıbrıs).
17. Ayakkabılar ters dönerse şeytan üzerinde namaz kılarmış (Kıbrıs).
18. Gece sandık açmak, kendi mezarını açmaktır. Yani ölümü çağırmaktır.
19. Cenaze çıkan ev ile çevresindeki evlerin suları dökülmelidir. Çünkü Azrail kılıcını o sularda yıkar. Sular pislendiği için içilmez olur (Kıbrıs).
Ölüm ve Hurafe
Ölüm olayı ile ilgili hurafelerin ne
olduğuna geçmeden önce kısaca ECEL konusuna değinmek isterim.
Ecel, insan ömrünün son anı, ölüm vakti anlamına kullanılır. Dini deyim olarak ise; ölüm için takdir ve tayin olunan vakittir. Bu vakit ne öne alınır ne de geciktirilir. Emr-i İlâhi gelince canlının hayatı son bulur. Kur"ân-ı Kerim'de bu husus çeşitli ayetlerde hatırlatılarak şöyle buyurulur.
"Her ümmetin (mukadder) bir eceli vardır. Ecelleri gelince ne bir an geriye atabilirler ne de bir an ileriye alabilirler" (Araf, 34). Bir başka âyette de: "Eğer Allah, insanları zulümleri yüzünden cezalandıracak olsaydı, yeryüzünde hiçbir canlı bırakmazdı. Fakat onları takdir edilen bir müddete kadar erteliyor. Ecelleri geldiği zaman onlar ne bir saat geri kalabilirler ne de öne geçebilirler" (Nahl, 61).
Bilindiği üzere doğumla başlayıp ölüm anına kadar geçen süreye "ÖMÜR" denilir. Her canlının ömürü sınırlıdır. Ömrünü tamamlayan ölecektir. Kur'ân-ı Kerim'de bu da hatırlatılarak şöyle buyrulur. "Her canlı, ölümü tadacaktır. Bir deneme olarak sizi iyilikle de kötülükle de imtihan ederiz. Ve siz ancak bize döndürüleceksiniz" (Enbiya, 35). Ölümden kurtuluş ve kaçış yoktur. Bu konuda hiçbir kimseye müsamaha ve hatır yapılmaz. Çünkü ölüm olayı canlının değişmez kaderidir. Canlı doğar, yaşar ve vakti gelince ölür. Münâfikun Sûresi 11. âyette: "Bir canın eceli gelip çatınca, Allah onu asla geri bırakmaz..." denilmekte ve bu kaderden kaçılamayacağı ifade edilmektedir. Hangi mevki ve makamda olursak olalım, mutlaka ölümü tadacağız, bu değişmez bir gerçek. Ancak insan hemen ölecekmiş gibi ahiretini düşünürken, hiç ölmeyecekmiş gibi de dünya yaşayışını sürdürmelidir. Nasıl olsa öleceğim diye "Terk-i dünya" etmek, dünyadan elini eteğini çekmek, İslâm prensiplerine aykırıdır.
İnsan, ömrünün ne kadar süreceğini, nerede, nasıl ve ne şekilde öleceğini bilemez. Eğer insan öleceği saati ve günü bilebilseydi yaşayamazdı. Paniğe kapılır ve insani niteliklerini kaybederdi. Dünyanın yaşama düzeni bozulurdu. İşte Allah bu durumu ezelde bildiği içindir ki insana bu vakti bildirmemiştir. Bu gizlilik insanı rahatlatmış ve dünya hayatına bağlamıştır. Bununla ilgili olarak Cenab-ı Hak şöyle buyuruyor: "Aranızda ölümü (keyfiyetini, zamanını, mekanını ve ecellerin miktarını) biz tayin ettik" (Vakıa, 60). Buna göre insan tayin edilen süre içerisinde yaşayışını sürdürme yetkisine haizdir. Çünkü insanoğlu yaşamayı sever. Erken ölmeyi istemez. Bu konuda evhamlıdır. Nitekim halkımız konuyla ilgili olarak bazı olayları ölüm habercisi olarak kabul etmiş, bir sürü hurafeye kanmıştır.
Cenaze ve ölümle ilgili olarak tesbit ettiğimiz yaygın halk inanışlarından bazıları şunlardır.
—Geceleyin herhangi bir evin üzerinde "baykuş veya kara karga" öterse o evden cenaze çıkar.
—Gece herhangi bir evde köpek ulursa ya o haneden ya da yakınından biri ölür.
—At, öküz, inek, dana gibi evcil hayvanlar, eğer gece ahırda huzursuzsa, bağırıyor, kişniyor veya böğürüyorsa, o haneden biri ölecektir.
—Gece vakti bir evden başka bir eve kazan, tava ve tencere verilirse ölümü celbeder.
—Makas ağzı açık kalırsa kefen biçmeye yarar.
—Ölü yıkandıktan sonra kazan ters çevrilmezse bir başkası daha ölür.
—Bir evden ölü çıkarsa o evdeki su kapları boşaltılır. Eğer boşaltılmazsa AZRAİL suları ellediği için biri gene ölebilir.
—Bir evdeki eşyalardan herhangi biri kendi kendine düşer veya kırılırsa ölüme işarettir.
—Ayakkabı çıkarılırken ters çevrilirse o haneden cenaze çıkar.
—Cenaze çıkan evde 40 gün ışık yakılır. Ruh geldiğinde odasını aydınlık bulsun diye.
Daha bir sürü inanışlar!...
Örneklerini sunduğumuz bu inanışların hiçbirisi İslâm'a uygun değildir. Batıl inanıştır. Kimin ne zaman nerede, nasıl öleceğini yukarıda da belirttiğimiz üzere ancak Allah bilir, Allah'ın bildirmediği bir zamanı, bazı olaylara inanarak, "ölüm vakti" diye kabullenmek inanç zaafındandır, bilgisizliktendir!..
Müslüman ölmekten değil, imansız gitmekten korkar. Bunun için mü'minin görevi, Allah'a:
—Ya Rabbi, bana son nefesimde adını anmayı (Allah demeyi), iman ile çene kapamayı nasip et diye dua etmek olmalıdır.
Peygamberimiz Yüce Allah'tan, uzun ömür talebinde bulunmamızı tavsiye etmektedir.
Bizim de dileğimiz, Yüce Rabbimizin her mü'mine sağlık ve afiyet içerisinde uzun ömür ihsan etmesi, vakit-gelince de iman ile huzuruna kabul buyurmasıdır
Ecel, insan ömrünün son anı, ölüm vakti anlamına kullanılır. Dini deyim olarak ise; ölüm için takdir ve tayin olunan vakittir. Bu vakit ne öne alınır ne de geciktirilir. Emr-i İlâhi gelince canlının hayatı son bulur. Kur"ân-ı Kerim'de bu husus çeşitli ayetlerde hatırlatılarak şöyle buyurulur.
"Her ümmetin (mukadder) bir eceli vardır. Ecelleri gelince ne bir an geriye atabilirler ne de bir an ileriye alabilirler" (Araf, 34). Bir başka âyette de: "Eğer Allah, insanları zulümleri yüzünden cezalandıracak olsaydı, yeryüzünde hiçbir canlı bırakmazdı. Fakat onları takdir edilen bir müddete kadar erteliyor. Ecelleri geldiği zaman onlar ne bir saat geri kalabilirler ne de öne geçebilirler" (Nahl, 61).
Bilindiği üzere doğumla başlayıp ölüm anına kadar geçen süreye "ÖMÜR" denilir. Her canlının ömürü sınırlıdır. Ömrünü tamamlayan ölecektir. Kur'ân-ı Kerim'de bu da hatırlatılarak şöyle buyrulur. "Her canlı, ölümü tadacaktır. Bir deneme olarak sizi iyilikle de kötülükle de imtihan ederiz. Ve siz ancak bize döndürüleceksiniz" (Enbiya, 35). Ölümden kurtuluş ve kaçış yoktur. Bu konuda hiçbir kimseye müsamaha ve hatır yapılmaz. Çünkü ölüm olayı canlının değişmez kaderidir. Canlı doğar, yaşar ve vakti gelince ölür. Münâfikun Sûresi 11. âyette: "Bir canın eceli gelip çatınca, Allah onu asla geri bırakmaz..." denilmekte ve bu kaderden kaçılamayacağı ifade edilmektedir. Hangi mevki ve makamda olursak olalım, mutlaka ölümü tadacağız, bu değişmez bir gerçek. Ancak insan hemen ölecekmiş gibi ahiretini düşünürken, hiç ölmeyecekmiş gibi de dünya yaşayışını sürdürmelidir. Nasıl olsa öleceğim diye "Terk-i dünya" etmek, dünyadan elini eteğini çekmek, İslâm prensiplerine aykırıdır.
İnsan, ömrünün ne kadar süreceğini, nerede, nasıl ve ne şekilde öleceğini bilemez. Eğer insan öleceği saati ve günü bilebilseydi yaşayamazdı. Paniğe kapılır ve insani niteliklerini kaybederdi. Dünyanın yaşama düzeni bozulurdu. İşte Allah bu durumu ezelde bildiği içindir ki insana bu vakti bildirmemiştir. Bu gizlilik insanı rahatlatmış ve dünya hayatına bağlamıştır. Bununla ilgili olarak Cenab-ı Hak şöyle buyuruyor: "Aranızda ölümü (keyfiyetini, zamanını, mekanını ve ecellerin miktarını) biz tayin ettik" (Vakıa, 60). Buna göre insan tayin edilen süre içerisinde yaşayışını sürdürme yetkisine haizdir. Çünkü insanoğlu yaşamayı sever. Erken ölmeyi istemez. Bu konuda evhamlıdır. Nitekim halkımız konuyla ilgili olarak bazı olayları ölüm habercisi olarak kabul etmiş, bir sürü hurafeye kanmıştır.
Cenaze ve ölümle ilgili olarak tesbit ettiğimiz yaygın halk inanışlarından bazıları şunlardır.
—Geceleyin herhangi bir evin üzerinde "baykuş veya kara karga" öterse o evden cenaze çıkar.
—Gece herhangi bir evde köpek ulursa ya o haneden ya da yakınından biri ölür.
—At, öküz, inek, dana gibi evcil hayvanlar, eğer gece ahırda huzursuzsa, bağırıyor, kişniyor veya böğürüyorsa, o haneden biri ölecektir.
—Gece vakti bir evden başka bir eve kazan, tava ve tencere verilirse ölümü celbeder.
—Makas ağzı açık kalırsa kefen biçmeye yarar.
—Ölü yıkandıktan sonra kazan ters çevrilmezse bir başkası daha ölür.
—Bir evden ölü çıkarsa o evdeki su kapları boşaltılır. Eğer boşaltılmazsa AZRAİL suları ellediği için biri gene ölebilir.
—Bir evdeki eşyalardan herhangi biri kendi kendine düşer veya kırılırsa ölüme işarettir.
—Ayakkabı çıkarılırken ters çevrilirse o haneden cenaze çıkar.
—Cenaze çıkan evde 40 gün ışık yakılır. Ruh geldiğinde odasını aydınlık bulsun diye.
Daha bir sürü inanışlar!...
Örneklerini sunduğumuz bu inanışların hiçbirisi İslâm'a uygun değildir. Batıl inanıştır. Kimin ne zaman nerede, nasıl öleceğini yukarıda da belirttiğimiz üzere ancak Allah bilir, Allah'ın bildirmediği bir zamanı, bazı olaylara inanarak, "ölüm vakti" diye kabullenmek inanç zaafındandır, bilgisizliktendir!..
Müslüman ölmekten değil, imansız gitmekten korkar. Bunun için mü'minin görevi, Allah'a:
—Ya Rabbi, bana son nefesimde adını anmayı (Allah demeyi), iman ile çene kapamayı nasip et diye dua etmek olmalıdır.
Peygamberimiz Yüce Allah'tan, uzun ömür talebinde bulunmamızı tavsiye etmektedir.
Bizim de dileğimiz, Yüce Rabbimizin her mü'mine sağlık ve afiyet içerisinde uzun ömür ihsan etmesi, vakit-gelince de iman ile huzuruna kabul buyurmasıdır
Muska ve Tılsımların Menşei
MUSKA VE TILSIMLAR 1. Muska ve Tılsımların Menşei: |
Muska ve tılsımların menşe-i putperestliğin en ilkel şekli olan
"FETİŞ"tir. Bu inançta olanlar bazı nesnelerde uğur veya uğursuzluk bulunduğuna inanırlar. Kişi, uğurlu saydığı nesneyi boynuna asar veya yanında taşır. Bu nesne bir bitki, kurt dişi, ayı tırnağı, leylek kemiği, kartal tırnağı olduğu gibi, bazan kurumuş bir böcek hatta bazı taş parçalan v.b. olabilir. Bu nesneleri taşıyanlar çeşitli hastalıklardan, belâ ve kazalardan korunacaklarına inanırlar. Hâlâ bazı nesneleri "uğur getiriyor" inancıyla boynunda ya da yanında taşıyanlar bulunmaktadır. Daha sonraki dönemlerde kağıt parçalan üzerine yazılmış dinî formüller veya acaip işaretlerle çizilmiş muska ve tılsımlar fetişlerin yerini aldı. Muska ve tılsımların en eski şeklinin MISIR'da bulunduğu rivayet edilir. Eski Romalılarda hastalıklardan ve zehirlenmeden korunmak için acaib işaretlerle yazılmış veya çizilmiş muska tılsımları kullanmışlardır. İsrail Peygamberleri, fetiş ve tılsımlan yasaklamışlardı. Buna dair eski Ahit'de (Tevrat'ta) rivayetler vardır. Mesela Hz. Yakub'la ilgili olarak şöyle söyleniyor. "Yakup evine ve kendisiyle beraber olanların hepsine dedi: Aranızda olan yabancı ilahları atın, kendinizi tathir (temiz) edip elbiselerinizi değiştirin. Ve ellerinde olan bütün yabancı ilahları (fetişleri) ve kulaklarındaki küpeleri Yakup'a verdiler. Yakup onları şekemin yayında olan meşe ağacı altına gömdü.(1) Hıristiyanlıkta muska ve tılsımlara inanmak yaygındı. Hıristiyan din adamları muska taşıma âdetleriyle mücadele etmişlerdir. Hatta Miladî 366 yılında toplanan "LAODİCE" dinî kurultayı, muska-tılsım taşımayı yasak eden bir karar çıkartıp ilân etmiştir. Fakat hıristiyanlar bunları taşımaktan bir türlü vazgeçememişlerdir. 8. yüzyılda Papa II. Gregoare bu bâtıl inançlara karşı şiddetle karşı koydu. Ancak halk bildiğinden ve gördüğünden şaşmadı. Sonuçta Hıristiyan din adamları bu hurafeye taviz vermeye mecbur kaldılar. Muskaların yerine "HAÇ", Hıristiyanlık sembolü olan balık resmi, "AGNUS DEİ" yazılı levhacıkları taşımayı tavsiye ettiler, giderek halkı buna alıştırdılar(2). İslâm'ı kabulden evvel yaşamış Türk boylarında da muska-tılsım kullanma âdeti vardı. Sekiz ve dokuzuncu yüzyıllarda Budist ve Manihaist Türklerin yaşamış olduğu Doğu Türkistan'da yapılan arkeolojik araştırmalarda elde edilen malzemeler arasında "tılsım-muskalar", çeşitli dini formüller yazılı levhalar, tahtalar v.s. eşya bulunmuştur. "Budist Uygurların dini kitaplarında da tılsım şekillerine rastlanmıştır. Bunlardan üç şekil Alman Türkoloğu F.W.K. Müller tarafından neşredilen eski Türkçe Uygur metinlerinden birinde açıklamalarıyla gösterilmiştir. İşte adı geçen üç şekil ve ifade ettiği anlamları:
1. Şekil:
(Bir kanlı dişi, canlı (kadın) bu muskayı vücudunda
tutsa-saklasa- kolay doğurur, rahat ve sevinç bulur.)
2. Şekil:
Pars yılı (doğmuş?) kişi bu tılsımı saklarsa çok mesut
olur).
3. Şekil
(Herhangi kişinin hayvanları çok ölüyorsa bu tılsımı kapıya
yapıştırsın). (4)
Günümüzde muska, tılsım ve sihir yapma işleriyle uğraşan bazı inanç
sömürücüsü kişilerin ellerinde bulunan kitaplar, eski Babil, Asur, Mısır
müşriklerinin, eski Budist ve Şamanist Türklerin kullandıkları kitaplardan
yararlanılarak yazılmıştır. Bu kitaplara inandırıcılığı kuvvetlendirmek için
Kur'ân-ı Kerim'den ayetler, Esma-i Hüsna ve bazı dualar da ilave edilmiştir.Muska-tılsım üzerine yazılan kitapların en meşhurlarından biri Mısır'da basılan "Şems'ül-Maarif'ül Kübra" adlı kitaptır. Kitabın yazan 7. Hicri asır şeyhlerinden Ahmet b. Ali el-Buni'dir. Bu kitapta dörtyüze yakın tılsım şekilleri bulunur. Yine böyle ünlü muska-tılsım kitaplarından biri de "Kenz'ül Havas Keyfiyet-i Celb ve Teshir'dir. Bu kitap, "Süleyman El Hüseyni" tarafından yazılmıştır. Türkçe olup dört cilttir. Bu kitap daha çok Şems'ül-Maarif'in bir çevirisidir. Ancak El-Hüseyni bu kitaba başka kitaplardan ve kendinden bazı dualar da ilave etmiştir. Bu tür kitaplarda yazılan muska ve efsunlar incelendiğinde görülüyor ki, bir çoğunda bazı ayet ve dualarla beraber, hiç bir dile benzemeyen kelimeler de bulunmaktadır. Şems'ül-Maarif müellifi bu efsunlarda geçen kelimelere "NURANÎ İSİMLER" demiştir. |
(1) Kitab-ı Mukaddes, Tekvin, Bab: 35, s.
35.
(2) Hurafi ve Menşeleri, s. 44.
(4) Hurafeler ve Menşeleri, s.
46+47.
|
Muska nedir ?
MUSKA
Bazı hastalıkları, kötülükleri ve nazarı uzaklaştırmak için
boyna asılan veya üstte taşınan yazılı kağıt; üç köşeli şekilde katlanmış şey;
üç köşeli bir nüsha manalarında kullanılır.
Muska kelimesinin aslı "nüsha"dır. Arapça nüsha'dan Türkçeye bu
şekilde, değişerek geçmiştir. Buna Kuzey Afrika'da "hurz", Doğu Arabistan'da
"hamaya", "hafiz" yahutta "maâza", Türkiye'de "muska", "nusha" veya "hamail"
denir. Hadis ve fıkıh kitaplarında, "rukye" olarak geçmektedir.
Muska, genellikle olası bir hastalıktan korunmak veya tedavî
amacıyle yazılarak taşınır. Çoğunlukla üçgen biçiminde meşin, teneke, gümüş ve
altın kalplar içine konarak boyna asılır ya da kola takılır. Dört köşeli veya
kalp biçimiııde kaplara da konan hamail, bütün İslâm dünyasında yaygın biçimde
kullanılmaktadır.
Muskalara yalnızca sûre, ayet, hadis veya bir dua yazıldığı
gibi, Allah'ın, meleklerin, efsanevî kişilerin adları, anlaşılmaz tılsımlı
sözler, simgeler, yıldız işaretleri, rakamlar, rumuz ve işaretler, insan ve
hayvan resimleri ile garip harf şekilleri de yazılıp çizilmiştir. Sûre, ayet,
hadis ve duanın yazıldığı muskalar İslâm dönemine; diğerleri ise, İslâm'dan
önceki batıl inanç ve hurâfelere aittir.
Müslümanlar arasında muskalara 113. sûre olan Felak, 114. sûre
olan Nâs, Yasin, Fâtiha süreleri, Âyetü'l-Kürsi (2/256), Âyetü'l-Arş (9/130),
diğer çeşitli ayet, hadis ve dualar yazılır.
İslâm fıkhı âlimleri, zararı gideren şeyleri üçe ayırmışlardır:
Birincisi, açlık için ekmek yemek ve susuzluk için su içmek gibi kesin
olanlarıdır. İkincisi, tıbbî tedâvilerin bir kısmı gibi muhtemel (maznûn)
olanlardır ve üçüncüsü de, okuyarak tedâvi gibi, etkisi ihtimalli olanlardır.
Zararı gidereceği kesin olan şeyi kullanmak farz ve onu terketmek haramdır.
Muhtemel olanı yapmak iyidir. Ancak onu terketmek haram değildir. Üçüncü türünü
yapmak da caizdir (Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur'ân Dili, İstanbul 1970,
IX, 6395 vd.).
Dolayısıyle İslâm'a göre nazar, korku ve benzeri bazı
psikolojik hastalıklar için sûre, ayet, hadis ve duaları okumak ve yazıp bir
yere asmak caiz kabul edilmiştir.
Her şeyden önce İslâm dini, insan sıhhâtinin korunmasına ve
hastalandığı zaman tedâvî görmesine son derece önem vermiştir. Ebu Hureyre, İbn
Abbâs ve İbn Mes'ûd'tan rivâyet edildiğine göre, birisi Hz. Peygamber (s.a.s)'in
huzuruna gelerek, "Ya Rasûlallah, gerektiğinde tedâvi olalım mı?" diye sormuş.
Hz. Peygamber (s.a.s) bu soru üzerine: "Ey Allah'ın kulları tedâvi olunuz. Yüce
Allah ihtiyarlığın dışındaki her hastalığın şifâsını da yaratmış" diye
buyurmuştur (Buhârî, Tıb, 1; et-Tirmizî, Tıb, 2;)
Ebu Sâîd kanalıyla rivâyet edilen bir hadiste, Hz. Peygamber
(s.a.s)'in muavvizeteyn* (Felak ve Nas) sûreleri nazil oluncaya kadar, insan ve
cinlerin nazarlarından Allah'a sığındığı açıklanmaktadır (et-Tirmizî, Tıb, 16;
İbn Mace, Tıb, 33).
Hasta olan bir insanın dua etmesi ve okuması câiz olduğu gibi,
salih kimselere bunu yaptırmak da câizdir. Hz. Aişe (r.a)'dan şöyle rivâyet
edilmiştir: Hz. Peygamber (s.a.s) hasta olan akrabalarının üzerine okuyarak sağ
eliyle onları sıvazlar ve şöyle derdi: "Ey Allah'ım, ey insanların Rabb'ı, şu
hastalığı götür, şifâ ver, şifâ veren Sensin. Senin vereceğin şifâdan başka şifâ
yoktur. Hastalığı ortadan kaldıracak bir şifâ ver" (İbn Mace, Tıb, 35, 36).
Bu ve benzeri rivâyetlere göre, okuma ve yazma sûreti ile
tedâvî caizdir. Ancak bunun için bazı şartlar vardır. Bu şartları şöyle
sıralamamız mümkündür:
1- Okunan ve yazılan şey sûre, ayet, hadis veya manası
anlaşılan dua olacak.
2- Manası bilinmeyen bir takım isim, harf, resim ve işâretler
kullanılmayacak. Buna göre, yukarıda anlatılan ikinci çeşit muskalar İslâm'a
göre haram ve yasaktır.
3- Tıbbi tedâvide olduğu gibi, burada da şifâ verenin yalnız
Allah olduğuna inanılacak; O'ndan başkasından hiç bir şey umulmayacaktır.
4- Sevdirmek veya nefret ettirmek gibi, tedâvi ile alakası
olmayan şeyler için yapılmayacaktır (Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur'ân Dili,
IX, 6397).
Dikkat edilecek diğer bir husus da muska yazarken veya
yazdırırken, İslâm'a muhalif olan her şeyden uzak durmak gerekir. Ölçü İslâm ve
niyet Allah'ın rızası olmalıdır.
Âlimlerin çoğunluğu, okuma veya yazma yolu ile tedâviden ücret
almayı câiz görmüş bunu haram kabul etmemişlerdir (et-Tirmizî, Tıb, 20; el-Aynî,
Umdetu'l-Kari, V, 647). Ancak bunu istismar etmemek gerekir.
Yukarıdaki şartlara uygun olarak yazılan muskaları kullanmak ve
taşımak (caizin terki ise evlâdır). İslâm dini açısından herhangi bir sakıncası
yoktur; fakat bu şartlara aykırı olarak yazılan ve taşınan muskalar, Allah'a
ortak koşma (şirk) anlamına geleceğinden, kesinlikle yasaklanmış, haram kabul
edilmiştir.
Nureddin TURGAY
|
osmanlı armasında bulunan işaretlerin anlamı
OSMANLI DEVLETARMASINDA BULUNAN REMZ VE ALAMETLERİN MANALARI
v
GÜNEŞ; halîfeliği,
v
AY; pâdişahlığı,
v
SİLAHLAR; devletin gücünü,
v
ÇÜÇEKLER; sevgi ve muhabbeti;
v
TERAZİ; adâleti,
v
KİTAP; hukuku ve Allah’ın kanunlarına
bağlılığı,
v
EN ALTTAKİ YUVARLAK İÇİNDEKİ TUĞRA;
devrin pâdişahının tuğrasıdır.
v
AYIN İÇİNDEKİ YAZI; el-müstenidü bi
tevfikâti’r rabbâniyye meliki’d devlet-il Osmâniyye.
(mânâsı: Osmanlı
Devleti’nin padişahları, Allâhü Teâlâ’nın muvaffak kılması ve yardım etmesine dayanırlar.)
TÂRİHİMİZ ŞANLIDIR, BAŞI ÇEKEN OSMANLIDIR
Osmanlı Devleti, İslam
âleminin hâmisi idi.Dünya Müslümanlarının meseleleri ile ilgilenir, hiçbir
düşmanın Müslümanlara ve hatta kâfirlere zulmetmesine müsâade
etmezlerdi.Emperyalist zalimler Osmanlı’nın korkusundan zulmedemez, insanlığı
sömüremezlerdi.
Osmanlı
Devleti, Hıristiyan Avrupa’yı ve Dünyayı orta çağ karanlığından kurtararak
İslâmın nurlu ışıkları ile aydınlattı.Medeniyetin, insanlığın ne olduğunu
gösterdi.Dünyânın günümüzdeki ilim ve teknolojideki ilerlemesinin temelini
attı.
7.04.2017
hikaye1
>Çoban yol kenarinda koyunlarini otlatiyormus.
>Tam o anda, yanina bir Cherokee Jeep yanasmis.
>Brioni gömlek, Cerruti ayakkabilar giyen, Ray-Ban
>gözlüklü ve YSL kravatli
>bir sürücü asagi inmis ve çobana sormus :
>
>"Eger kaç tane koyunun oldugunu bilirsem bana
>onlardan bir tanesini verir misin ?"
>
>Çoban bir adama bir koyunlara bakmis tamam diye
>cevap vermis.Genç adam arabasina park etmis,
>telefonunu bilgisayarina
>baglamis, bir NASA sitesine girmis, GPS'ini
>kullanarak yeri taramis, bir
>data base ve logaritma ile doldurulmus 60 excel
>tablosu açmis ve 150
>sayfalik bir rapor basmis.Çobana dönmüs ve tam olarak
>1586 adet koyunun var demis.
>
>Çoban dogru diye cevap vermis. Koyununu alabilirsin.
>Genç adam koyunu almis ve jeep'inin arkasina koymus.
>Bu sefer çoban genç adama dönmüs ve ;
>
>"Eger ben senin isinin ne oldugunu bilirsem koyunumu
>geri verir misin ?" diye sormus.
>
>Adam "Evet neden olmasin" diye yanitlamis.
>Çoban "Sen bir Arthur Andersen danismanisin" demis.
>Genç adam "Nasil oldu da bildin" diye sormus.
>Çoban "Çok basit" diye cevap vermis.
>"Buraya çagrilmadan geldin bu bir.Ikincisi benim
>zaten bildigim bir seyi
>bana söylemek için benden koyun aldin. Üçüncüsü
>yaptigim hiçbirseyden
>anlamiyorsun çünkü köpegimi aldin."
Hıncal ULUÇ'un "Siz Çok Önemlisiniz" adlı kitabınından alınmıştır.
1.
Kendini tanı...(Sokrates)
Kendi
içinde yolculuk yap. Günlük tut. Kalbin, gönlün, vicdanın ne diyor? Neyi öne
çıkartıyor? Dünyaya bilinçli bakmanın yolu başta bu iç yolculuktan geçiyor.
2. Ya
olduğun gibi görün ya da göründüğün gibi ol!... (Mevlana)
Dürüst
ol, adil ol, hakça düşün. İçinden gelen sesin öne çıkardığı değerleri koru.
Hayatta bir şeyleri korumak için ayakta kalmazsan her şey seni düşürür.
3. En
yukarda aşk var!... (St. Paul)
Sesi
müziğe dönüştüren aşktır. Aşk olmazsa, sevgi ilişkileri yoksa, ihtimam eksikse
hayatın kuru bir daldan farkı kalmaz.
4.
Dünyayı hayal gücü döndürür. (Albert Einstein)
Yaptığımız
her şey hayal kurarak başlar. Hayat -herkes için- hayalleri gerçekleştirmek ve
yapabileceğin en iyisi, olabileceğin en güzeli peşinden gitmektir. Bobby
Kennedy'nin sözü gibi:
"Diğerleri
dünyaya bakıyor ve "Neden" diye soruyor. Ben bambaşka bir dünya
düşünüyor ve "Neden olmasın" diye soruyorum.
5. Fazla
güzellik göz çıkarmaz!... (Mae West)
Güzel
hayat doya doya yaşanır. Mutluluk paylaşılır, hayatı sevme hissi coşkuyla
beraber gelir. Ruhun müziğinde, "haydi bastır, göster kendini"
temposu vardır. Kibir değil, coşku!
6.
Fırsatlar yakalandıkça çoğalır. (Sun Tzu)
Başarı
cesaret ister, başlangıçtaki cesaret sonradan inanca dönüşür. İnanç insanlığa
daha iyi hizmet arzusuna dönüştüğünde fırsatlar yelpazesi yukarı bir seviyede
tekrar açılır.
7. Ya
yap, ya yapma. Kararsızlık yok!... (Yoda-Yıldızlar Savaşı)
Hayat
seri hareket, karar ve kararlılık gerektirir. Tereddütte kalanlar geride kalır.
Hayatın üstüne gitmezseniz hayat sizin üstünüze gelir.
8.
Mükemmellik, ekleyecek bir şey kalmadığında değil, alınacak bir şey
kalmadığında oluşur. (Antoine de St. Exupery)
Hayatınızı
basitleştirin. Basite indirge... Daha indirge, bir kere daha indirge... O zaman
ne kalıyor, ona bak. İstekler listenizi kısa tutun. Kısa tutun ki
yoğunlaşabilesiniz. Güneş ışığına büyüteç tutmak gibi, odaklamazsanız hayatı
yakamazsınız.
9.
Kabiliyet yoksa sanatçı olmaz, ama çalışılmadıkça kabiliyet hiçbir işe
yaramaz... (Emile Zola)
Ancak
akıllı, bilinçli ve odağı şaşmayan çabalar sonrası olası potansiyelin yapabilecekleri
gerçekleşir. Elması yontmadıça elinizde sadece bir taş parçası vardır.
10.
Hayatı yaşamanın iki yolu vardır. Biri, hiçbir şey mucize değilmiş gibi
yaşamak... Diğeri, her şey mucizeymiş gibi yaşamak... (Albert Einstein)
Şükretmeyi
unutmamak gerek!...
Savas sonrasi Adolph, Rudolph'a artik birlikte çalismak istemedigini, kendine ayri imalathane açacagini söyler. Rudolph saskindir. Ufacik kasabada iki kardes ayri imalaethanelerde rekabet edeceklerdir. Kardesine bunun mantikli olmayacagini, bu ufak kasabada zaten insanlarin sayili ayakkabi satin aldiklarini, ikisinin birden iflas edecegini söylese de Adolph bu uyariyi dikkate almaz ve kendine yeni bir ayakkabi imalatahanesi açar.
Gerçekten de aralarinda kiyasiya bir rekabet baslar. Rekabetleri dogduklari kasaba sinirlarini dahi asar. Iki kardes ayrildiktan sonra birbirlerine küsmüslerdir ve Adolph 1978 yilinda öldügünde tam 29 yil darginlardir. Bugün iki firmanin genel merkezi de bu ufak kasaba Herzogenerauch'tadir. Adolph Dassler'in ayakkabi sirketinin adi ADIDAS, Rudolph'un ki ise PUMA'dir.>
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)