REKLAM

14.06.2021

Ihlamur ağacı


 

deve ile fare İnsan kendini Bilmeli


 

CA'FER-I SÂDIK (83-148/700-769)

 CA'FER-I SÂDIK (83-148/700-769)

 

      

      Imamiyye mezhebinin kabul ettigi oniki imamın altıncısı. Künyesi Câ'fer

      es-Sâdik Muhammed Bâkir b. Ali b. Hüseyin b. Ali b. Ebî Tâlib'tir. Babası,

      Muhammed Bâkir'in yerine imamete geçmistir. Oniki imamin altincisidir. Hz.

      Hüseyin'in sehit edilmesinden sonra Peygamber çocuklari siyasetle

      ugrasmamislar; kendilerini ilme vermislerdir. Bu evde yetisen Câ'fer de

      kendini ilme verdi; fikih, hadis, ve öteki ser'î ilimler yaninda kimya ve

      diger ilimleri de tahsil etti. Talebesi Tarsuslu ibn Hayyan'in, Câfer'in

      besyüz risalesini toplayarak bin yaprak tutan bir kitap yazdigi rivayet

      edilir. (ibn Hallikân, Vefeyâtü'l-A yân, Misir 1948, I, 291).

      Câbir ibn Hayyan, Câ'fer-i Sâdik'tan çok yararlanmis, ondan itikad ve iman

      usulünü ögrenmis bunun yaninda maddî varliklarin tabiati ve özelliklerine

      ve bunlarin birbirine karistirilmasina (eczacilik-simya) dair bilgiler de

      almistir. Câbir'in Câ'fer'den ilim ögrenmek için belirli bir saati vardi.

      O saatte, imamin yanina ondan baskasi giremezdi. Risalelerinin büyük

      kismini hocasi Câ'fer'in adina yazmistir (Muhammed Ebu Zehra, el-imamü's

      Sâdik, 77).

      Ebû Hanife, imam Mâlik ve Süfyân-i Sevrî gibi büyük bilginler Câ'feri

      Sâdik'tan ilim ögrenmis ve hadis rivayet etmislerdir. Câ'fer-i Sâdik fazla

      konusmazdi. Süfyan-i Sevrî, Câ'fer'i ziyarete gitmis; uzun süre sustugunu

      görünce konusmasini rica etmis; bunun üzerine Câ'fer söyle demistir:

      "Allah'in nimetine sükret; sükür, nimetin artmasina vesîle olur. Nimet

      verildigi zaman da istigfara devam et. Devletin zulmüne karsi da Lâ havle

      velâ kuvvete illâ billah de."

      Ebû Hanife de, Hicaz'a gidip, iki yil Câ'fer'in yaninda kalmis, ondan çok

      seyler ögrenmis ve bu iki yil için "Eger iki yil olmasaydi Nûman

      mahvolurdu" demistir (Ebû Zehra, a.g.e., s. 37-39).

      imam Câ'fer'in ilmi önce kesbî olarak baslamis, sonra vehbî ilimle

      desteklenmis, ilhâma mazhar olmustur. Bu yüzden imâmiye mezhebi

      mensuplari, imamlarin ve bu arada Câ'fer-i Sâdik'in hatadan sâlim oldugu

      inancindadir. Her biri yildizlar gibi olan ashab-i kiram'in bile görüs ve

      ictihadlarinda zaman zaman hata ettikleri olmustur. Sahabeden sonra gelen

      imamlarin ilham disindaki sözlerinde yanilmasi mümkündür. Câfer-i Sâdik da

      insandir, masum degildir. Çünkü ismet (masumluk) sifati yalniz

      peygamberlere mahsustur.

      Câ'fer-i Sâdik, ahlâk, fazilet ve takvada ileri idi. imam Mâlik onun

      hakkinda söyle der: "O, üç halde bulunurdu: Ya namaz kilar, ya oruç tutar,

      veya Kur'an okurdu. Hiç bir zaman temiz olmadan Allah'in Rasûlü'nü agzina

      almazdi. Bos yere konusmazdi. Kendisini her gördügümde kalkar, altindaki

      minderi bana verirdi." (Ebû Zehra, a.g.e., s. 77).

      Alta yün, üste ipekli giyerdi. Süfyan ona "Bu senin ve babalarinin

      elbisesi degildir" deyince Câ'fer ona "O zaman darlik zamani idi. simdi

      genislik zamanidir. simdi hersey bol." demis, sonra cübbesini açip alttan

      beyaz yünlü elbisesi görününce, "iste" demis "Allah için giydigimiz elbise

      budur. Bu üstteki de sizin için giydigimiz elbisedir. Allah için olani

      gizledik. Sizin için olani gösterdik." (Hilye, III, 193; el-Kevâkib, I,

      95). imamiye, Câ'fer-i Sâdik'in bazi vehbî ilimlere sahip oldugunu, Hz.

      Peygamber'in bu ilmi Hz. Ali'ye verdigini, Hz. Ali'den Ali Zeynelâbidin'e,

      ondan Muhammed Bâkir'a, ondan da Câ'fer-i Sâdik'a geçtigini, bu ilmin

      "cifr ilmi"* oldugunu söyler. Cifr ilmi, harflerin ilmidir. Câfer'i

      Sâdik'in cifr'i bildigi ve onu söyle tarif ettigi bildirilir: "O, deriden

      bir kaptir. Onda, peygamberlerin ve israilogullari bilginlerinin bilgisi

      vardir." (Seyyid Hüseyin Muzaffer, es-Sâdik, 109).

      Bu gibi rivayetler genellikle Kuleynî yoluyla gelmektedir. Kuleynî,

      Câ'fer-i Sâdik'in, gûya Kur'an'da eksiklikler veya ilâveler bulundugunu

      söylediginden bahs eder ki; Murtaza Tûsî, büyük imamiye bilginleri onu

      yalanlamislar ve Câfer-i Sadik'dan bunun aksini rivayet etmislerdir. Ebû

      Hanife ve imam Mâlik, Câ'fer-i Sâdik'in görüslerine muttali olmus, ancak

      yukaridaki cifr ilmi vb. iddialar onlarin eserlerinde yer almamistir.

      Hamdi DÖNDÜREN

      Kaynak: Sâmil Islam ansiklopedisi

 

Biruni (973-1051)

 Biruni (973-1051)

         Biruni hastalıkları tedavi konusunda değerli bir uzmandı. Yunan ve Hint

      tıbbını incelemiş, Sultan Mes'ud'un gözünü tedavi etmişti. Otların

      hangisinin hangi derde deva

      ve şifa olduğunu çok iyi bilirdi. Eczacılıkla doktorluğun sınırlarını

      çizmiş, ilaçların yan etkilerinden bahsetmiştir. Bîrûnî, Cebir, Geometri

      ve Coğrafya konularında bile o konuyla ilgili bir âyet zikretmiş, âyette

      bahsi geçen konunun yorumlarını yapmış, ilimle dini birleştirmiş, fennî

      ilimlerle ilahî bilgilere daha iyi nüfuz edileceğini söylemiş, ilim

      öğrenmekten kastın hakkı ve hakikatı bulmak olduğunu dile getirmiş ve

      "Anlattıklarım arasında gerçek dışı olanlar varsa Allah'a tevbe ederim.

      Razı olacağı şeylere sarılmak hususunda Allah'tan yardım dilerim. Bâtıl

      Şeylerden korunmak için de Allah'tan hidayet isterim. İyilik O'nun

      elindedir!" demiştir.

 

      Hayatı

      Yaşadığı çağa damgasını vurup

      " Biruni Asrı" denmesine sebep

      olan zekâ harikası bilginimiz.

      973 yılında Harizm'in merkezi Kâs'ta

      doğdu. Esas adı Ebû Reyhan b. Mu-

      hammed'dir. Küçük yaşta babasını kay-

      betti. Annesi onu zor şartlarda, odun

      satarak büyüttü. Daha çocuk yaşta

      araştırmacı bir ruha sahipti. Birçok ko-

      nuyu öğrenmek için çılgınca hırs göste-

      riyordu. Tahsil çağına girdiğinde Hâ-

      rizmşahların himayesine alındı ve sa-

      ray terbiyesiyle yetişmesine özen göste-

      rildi. Bu aileden bilhassa Mansur, Bîrû-

      nî'nin en iyi bir eğitim alması için her

      imkânı sağladı. (1)

 

      Bu arada İbn-i Irak ve Abdüssamed

      b. Hakîm'den de dersler alan bilginimi-

      zin öğrenimi uzun sürmedi, daha çok

      özel çabalarıyla kendisini yetiştirdi.

      Araştırmacı ruhu, öğrenme hırsı ve sön-

      meyen azmiyle birleşince 17 yaşında

      eser vermeye başladı.

 

      Fakat Me'mûnîlerin Kâs'ı alıp Hâ-

      rizmşahları tarihten silmeleriyle Bîrû-

      nî'nin huzuru kaçtı, sıkıntılar başladı ve

      Kâs'ı terketmek zorunda kaldı. (2) An-

      cak iki yıl sonra tekrar döndüğünde ün-

      lü bilgin Ebü'l-Vefâ ile buluşup rasat ça-

      lışmaları yaptı.

 

      Daha sonra hükümdar Ebü'l-Abbas,

      sarayında Bîrûnî'ye bir daire tahsis

      edip, müşavir ve vezir olarak görevlen-

      dirdi. Bu durum, hükümdarların ilme

      duydukları derin saygının göstergesi,

      bilginimizin de devlet başkanları yanın-

      daki yüksek itibarının belgesiydi. (3)

 

      Gazneli Mahmud Hindistan'ı alınca

      hocalarıyla Bîrûnî'yi de oraya götürdü.

      Zira onun yanında da itibarı çok yük-

      sekti. " Bîrûnî, sarayımızın en değerli

      hazinesidir' derdi. (4) Bu yüzden ted-

      birli hünkâr, liyakatını bildiği Bîrûnî'yi

      Hazine Genel Müdürlüğü'ne tayin etti.

      O da orada Hint dil ve kültürünü bütü-

      nüyle inceledi. Üstün dehasıyla kısa sü-

      rede Hintli bilginler üzerinde şaşkınlık

      ve hayranlık uyandırdı. Kendisine sağ-

      lanan siyasî ve ilmî araştırmalarına de-

      vam etti. Bir devre adını veren, çağını

      aşan ilmî hayatının zirvesine erişti. Sul-

      tan Mes'ud, kendisine ithaf ettiği Ka-

      nun-u Mes'ûdî adlı eseri için Bîrûnî'ye

      bir fil yükü gümüş para vermişse de o,

      bu hediyeyi almadı. (5) Son eseri olan

      Kitabü's-Saydele fi't Tıb'bı yazdığında

      80 yaşını geçmişti. Üstad diye saygıyla

      yâd edilen yalnız İslâm âleminin değil,

      tüm dünyada çağının en büyük bilgini

      olan Bîrûnî, 1051 yılında Gazne'de

      hayata gözlerini yumdu. Ruhu şâd, ma-

      kamı cennet olsun. Âmin.

 

      ŞAHSİYETİ:

      Bîrûnî, " Elinden kalem

      düşmeyen, gözü kitaptan ayrılmayan,

      iman dolu kalbi tefekkürden dûr olma-

      yan, benzeri her asırda görülmeyen bil-

      ginler bilgini bir dâhiydi. Arapça, Fars-

      ça, Ibrânîce, Rumca, Süryânice, Yunan-

      ca ve Çinçe gibi daha birçok lisan bili-

      yordu. Matematik, Astronomi Geomet-

      ri, Fizik, Kimya, Tıp, Eczacılık, Tarih

      Coğrafya, Filoloji, Etnoloji, Jeoloji, Din-

      ler ve Mezhepler Tarihi gibi 30 kadar

      ilim dalında çalışmalar yaptı, eserler

      verdi. (4)

 

      Onun tabiat ilimleriyle yakından ilgi-

      lenmesi, Allah'ın kevnî âyetlerini anla-

      mak, kâinatın yapı ve düzeninden Al-

      lah'a ulaşmak, O'nu yüceltmek gâyesi-

      ne yönelikti. Eserlerinde çok defa

      Kur ân âyetlerine başvurur, onların çe-

      şitli ilimler açısından yorumlanmasını

      amaçlardı. Kurân'ın belâğat ve i'cazı-

      na olan hayranlığını her vesileyle dile

      getirdi.

 

      İlmî kaynaklara dayanma, deney ve

      tecrübeyle ispat etme şartını ilk defa o

      ileri sürdü. İbn-i Sinâ'yla yaptığı karşı- ;

      lıklı yazışmalarındaki ilmî metod ve yo-

      rumları, günümüzde yazılmış gibi taze-

      liğini halen korumaktadır.

      Tahkîk ve Kanûn-ı Mes'ûdî adlı eserle-

      riyle trigonometri konusunda bugünkü

      ilmî seviyeye tâ o günden,ulaştıgı açık-

      ça görülür. Bu eser astronomi alanında

      zengin ve ciddî bir araştırma âbidesi

      olarak tarihe mal olmuştur. İlmiyle dine

      hizmetten mutluluk duymaktadır. Gaz-

      ne'de kıbleyi tam olarak tespit etmesi

      ve kıblenin tayini için geliştirdiği mate-

      matik yöntemi dolayısıyla kıyamet günü

      Rabb'inden sevap ummaktadır.

 

      Ayın, güneşin ve dünyanın hareketle-

      ri, güneş tutulması anında ulaşan hadi-

      seler üzerine verdiği bilgi ve yaptığı ra-

      satlarda, çağdaş tespitlere uygun neti-

      celer elde etti. Bu çalışmalarıyla yer öl-

      çüsü ilminin temellerini sekiz asır önce

      attı. Israrlı çabaları sonunda yerin çapı-

      nı ölçmeyi başardı. Dünyanın çapının

      ölçülmesiyle ilgili görüşü, günümüz ma-

      tematik ölçülerine tıpatıp uymaktadır.

      Avrupa'da buna BÎRÛNI KURALI den-

      mektedir.

 

      Newton ve Fransız Piscard yaptıkları

      hesaplama sonucu ekvatoru 25.000

      mil olarak bulmuşlardır. Halbuki bu öl-

      çüyü Bîrûnî, onlardan tam 700 yıl önce

      Pakistan'da bulmuştu. O çağda Batılı-

      lardan ne kadar da ilerideymişiz.(6)

 

      Biruni, hastalıkları tedavi konusunda

      değerli bir uzmandı. Yunan ve Hint tıb-

      bını incelemiş, Sultan Mes'ud'un gözü-

      nü tedavi etmişti. Otların hangisinin

      hangi derde deva ve şifa olduğunu çok

      iyi bilirdi. Eczacılıkla doktorluğun sınır-

      larını çizmiş, ilaçların yan etkilerinden

      bahsetmiştir.

 

      Daha o çağda Ümit Burnu'nun varlı-

      ğından söz etmiş, Kuzey Asya ve Ku-

      zey Avrupa'dan geniş bilgiler vermişti.

      Christof Coloumb'dan beş asır önce

      Amerika kıtasından, Japonya'nın varlı-

      ğından ilk defa sözeden O'dur. Dünya-

      nın yuvarlak ve dönmekte olduğunu,

      yerçekimin varlığını Newton'dan asır-

      larca önce ortaya koydu.

 

      Henüz çağımızda sözü edilebilen ka-

      raların kuzeye doğru kayma fikrini 9.5

      asır önce dile getirdi. Botanikle ilgilen-

      di, geometriyi botaniğe uyguladı. Bitki

      ve hayvanlarda üreme konularına eğil-

      di. Kuşlarla ilgili çok orjinal tespitler

      yaptı. Tarihle ilgilendi. Gazneli Mah-

      mud, Sebüktekin ve Harzem'in tarihleri-

      ni yazdı.

 

      Bîrûnî, ayrıca dinler tarihi konusuna

      eğildi, ona birçok yenilik getirdi. Ça-

      gından dokuz asır sonra ancak ayrı bir

      ilim haline;gelebilen Mukayeseli Dinler

      Tarihi, kurucusu sayılan Bîrûnî'ye çok

      şey borçludur.

 

      Bîrûnî, felsefeyle de ilgilendi. Ama fel-

      sefenin dumanlı havasında boğulup

      kalmadı. Meseleleri doğrudan Allah'a

      dayandırdı. Tabiat olaylarından söze-

      derken, onlardaki hikmetin sahibini

      gösterdi. Eşyaya ve cisimlere takılıp

      kalmadı.

 

      Bîrûnî, Cebir, Geometri ve Cografya

      konularında bile o konuyla ilgili bir

      âyet zikretmiş, âyette bahsi geçen ko-

      nunun yorumlarını yapmış, ilimle dini

      birleştirmiş, fennî ilimlerle ilahî bilgilere

      daha iyi nüfuz edileceğini söylemiş,

      ilim öğrenmekten kastın hakkı ve haki-

      katı bulmak olduğunu dile getirmiş ve

      "Anlattıklarım arasında gerçek

      dışı olanlar varsa Allah'a tevbe

      ederim. Razı olacağı şeylere sa-

      rılmak hususunda Allah'tan yar-

      dım dilerim. Bâtıl şeylerden ko-

      runmak için,de Allah'tan hida-

      yet isterim. İyilik O'nun elinde-

      dir!" demiştir.

 

      Eserleri halen Batı bilim dünyasında

      kaynak eser olarak kullanılmaktadır.

      Türk Tarih Kurumu 68. sayısını Bîrû-

      nî'ye Armağan adıyla bilginimize tah-

      sis etti.

 

      Dünyanın çeşitli ülkelerinde Bîrûnî'yi

      anmak için sempozyumlar, kongreler

      düzenlendi, pullar bastırıldı. UNES-

      CO'nun 25 dilde çıkardığı Conrier Der-

      gisi 1974 Haziran sayısını Bîrûnî'ye

      ayırdı. Kapak fotoğrafının altına,

      "1000 yıl önce Orta Asya'da yaşayan

      evrensel dehâ Bîrûnî; Asrtonom, Tarih-

      çi, Botanikçi, Eczacılık uzmanı Jeolog,

      Şair, Mütefekkir, Matematikçi, Coğraf-

      yacı ve Hümanist" diye yazılarak tanı-

      tıldı.

 

      Eserleri;

      Biruni, toplam 180 kadar Eser

      kaleme aldı. En meşhurları şunlardır:

      1. EI-Asâr'il-Bâkiye an'il-Kurûni'I-Hâli-

      ye: (Boş geçen asırlardan kalan eser-

      ler.)

      2. EI-Kanûn'ül-Mes'ûdî; En büyük ese-

      ridir. Astronomiden coğrafyaya kadar

      birçok konuda yenilik, keşif ve buluşları

      içine alır.

      3. Kitab'üt-Tahkîk Mâ li'I-Hind: Hind

      Tarihi, dini, ilmi ve coğrafyası hakkın=

      da geniş bilgi verir.

      4. Tahdîd'ü Nihâyeti'l-Emâkin li Tas-

      hîh-i Mesâfet'il-Mesâkin: Meskenler ara-

      sındaki mesafeyi düzeltmek için mekân-

      ların sonunu sınırlama. Bu eseriyle Bîrû-

      nî, yepyeni bir ilim dalı olan Jeodezi'nin

      temelini atmış, ilk harcını koymuştu.

      5. Kitabü'I-Cemâhir fî Ma'rifet-i Cevâ-

      hir: Cevherlerin bilinmesine dair kitap.

      b. Kitabü't-Tefhim fî Evâili Sıbaâti't-

      Tencim: Yıldızlar İlmine Giriş.

      7: Kitâbü's-Saydele fî Tıp: Eczacılık

      Kitabı. İlaçların, şifalı otların adlarını

      altı dildeki karşılıklarıyla yazmış.

 

      Bu yazı Eğitim Bilim Dergisi Ocak 2000

      sayısından alınmıştır.

 

      KAYNAKLAR

      1. Zeki Velidi Togan, İbn-i Fadlan,

      s.10/TDV Ansiklopedisi, c.6, s.207-208

      2. şifat eI-Mâ'mure alel Bîrûnî, s.59

      3 İslâm Alimleri Ansiklopedisi. c.4,, s.59

      4. Şaban Döğen, Müslüman İÎim Oncüleri,

      s.50-53

      5. Şaban Dögen, a.g.e./s.49.

      6. Islâm Ansiklopedisi, c.2, s.635

 

 

BAKİLLANİ

 BAKİLLANİ ( ... - 1013m. )

 

           evliyalar Ansiklopedisi

 

           Büyük İslâm âlimi ve velî. İsmi Muhammed bin Tayyib bin Muhammed bin

      Câfer'dir. Künyesi Ebû Bekr, lakabı Bâkıllânî el-Eş'arî'dir. Aslen Basralı

      olup, doğum târihi bilinmemektedir. 1013 (H.403) senesinde Bağdât'ta vefât

      etti. Bağdât'ta kâdılık ve Sağra'da kâdılkudâtlık vazîfesi yapması

      sebebiyle Kâdı ünvânıyla da meşhûrdur. Babası veya dedesi bakla

      ticâretiyle meşgûl olduğu için ona önce İbn-i Bâkıllânî sonradan da

      Bâkıllânî lakabı verildi. Bâkıllânî bakla vs. satan mânâsında

      kullanılmıştır.

 

           Bâkıllânî, ilim tahsîline Basra'da başladı. Zamânında Basra'da

      bulunan meşhûr âlimlerden ders aldı. Bilhassa kelâm ilminde meşhûr âlim

      oldu. Kelâm ilmini îtikâdda iki mezheb imâmından biri olan Ebü'l-Hasan

      Eş'arî hazretlerinin talebelerinden olan İbn-i Mücâhid et-Tâî'den ve

      Ebü'l-Hasan el-Bâhilî'den öğrendi.Ebû Abdullah eş-Şîrâzî'den usûl, İbn-i

      Ebû Zeyd el-Kayravânî'den ve Ebû Bekr el-Ebherî'den fıkıh ilmini öğrendi.

      İbn-i Sem'un'dan da ahlâk ilmini öğrendi. Basra'da tahsilini tamamladıktan

      sonra, genç yaşta önemli bir ilim merkezi olan Bağdât'a gitti. Tahsiline

      orada devâm etti ve zamânın meşhûr âlimlerinden ilim öğrendi. Ebû Bekr bin

      Mâlik el-Katîî, Ebû Muhammed ibni Mâsî, Dârekutnî, Ebû Ahmed Hüseyin bin

      Ali Nişâbûrî'den hadîs-i şerîf dinledi. Bağdât'ta tahsîlini tamamlayıp

      Basra'ya döndü.

 

           Basra Câmiinde ders vermeye başladı. O sırada bulunduğu bölgede

      oldukça yaygın ve tesirli olan bâtınî ve şiî fırkalarının ileri gelen

      bilginleri ile yaptığı münâzaralarda muhâliflerini ağır yenilgilere

      uğrattı. Ehl-i sünnet îtikâdını anlatıp yaydı.

 

           Bâkıllânî, Büveyhîler zamânında Şiraz'da Adudüddevle'nin huzûrunda

      açılan münâzaralarda Eshâb-ı kirâm düşmanlarına ve Mu'tezileye karşı Ehl-i

      sünneti savunmak üzere çağırılmıştı. Bu münâzarada muhâliflere karşı o

      kadar tesirli oldu ki, şiî olan Adüdüddevle onu takdîr edip, sevdi ve oğlu

      Simnânüddevle'yi yetiştirmesi için onu vazîfelendirdi.

      Bu arada elçi olarak Bizans'a gitti ve elçilik vazîfesinden sonra

      Bağdât'ta, Ukbera veSağra'da kâdılık ve kâdılkudâtlık vazîfesi yaptı.

      Büveyhî hükümdârı Adûdüddevle'nin ölümünden sonra, Bağdât'ta Mansûr

      Câmiinde ders vermeye başladı. Onun derslerine Irak şehirlerinden,

      Endülüs'ten, Horasan'dan ve İslâm dünyâsının her tarafından pekçok talebe

      geldi. Ondan Ehl-i sünnet îtikâdını öğrenip, ilimde yetiştiler. Ebû Câfer

      es-Simnânî, Ali bin Muhammed el-Harbî, Ebû Abdullah el-Ezdî, Ebû

      Abdurrahmân es-Sülemî, Ebü'l-Kâsım es-Sayrâfî, Ebû Zer el-Hirevî, Ebû

      Hâtim el-Kazvînî yetiştirdiği yüzlerce talebeden bâzılarıdır.

 

            İlimdeki şöhreti yayılıp, hükümdar ve emîrler tarafından da büyük

      îtibâr görmüştür. Ayrıca Rafizîlere, Mûtezileye, Cehmiyeye, Hâricîlere

      karşı reddiyeler yazarak onların sapık fikirlerini çürütüp, Ehl-i sünnet

      îtikâdının yayılmasına çok hizmet etti. Geceleri çok ibâdet eder ve ilmî

      meseleler yazar, sabahleyin talebelerine yazdıklarını okutup yeniden

      gözden geçirirdi.

      Bâkıllânî, İmâm-ı Eş'arî hazretlerinin talebeleri zincirinden olup, İmâm-ı

      Eş'arî hazretlerinin bildirdiği îtikâd bilgilerini yaymış, genişce izâh

      etmiş ve bu hususta kitaplar yazmıştır. Bu bakımdan, kelâm ilminde önemli

      bir yeri vardır.

 

           Bu sebeple kendisine hicrî dördüncü asrın müceddidi denilmiştir.

      Ebû Bekr Harezmî şöyle demiştir. "Bağdât'ta kitap yazan her zât,

      Bakıllânî'nin eserlerinden nakiller yapmıştır. Çünkü o herkesin kabûl

      ettiği, pek çok ilimde büyük bir âlim idi. Ali bin Muhammed Harbî de şöyle

      demiştir; "Kâdı Ebû Bekr Bâkıllânî, yazdığı eserlerini kısaltmak istedi.

 

           Fakat ilminin ve ezberlediği meselelerin çokluğu sebebiyle bunu

      yapması mümkün olmadı. Muhâliflerine karşı bir eser yazmak isteyen her

      âlim, bunu yazarken muhâliflerinin eserini okumuştur. Bâkıllânî ise,

      muhâliflerine reddiye yazarken, onların eserlerini gözden geçirmeğe

      ihtiyaç duymazdı. Çünkü muhâliflerinin fikirlerini gâyet iyi biliyordu."

 

 

 

           Ebû Abdullah Muhammed bin Abdullah Beydâvî şöyle anlatmıştır:

      "Bir rüyâ görmüştüm. Rüyâmda ders verdiğim mescidime girdim. Mihrâbda bir

      zât oturuyor, bir başka zât da ondan ders alıyordu. Ona karşı Kur'ân-ı

      kerîm okuyordu. Öylesine güzel okuyordu ki, bu okuyan ve okutan kimdir

      acabâ dedim. Bana denildi ki; mihrâbda oturan, Resûlullah efendimizdir.

      Huzûrunda okuyan da Bâkıllânî'dir. Resûlullah ona dînimizi öğretiyor..."

      Bâkıllânî vefât edince, cenâze namazını oğlu Hasan kıldırdı. Derb-ül-Mecûs

      denilen yerde defnedildi. Sonra kabri buradan BâbHarb kabristanına

      nakledildi.

 

           Ubeydullah bin Ahmed bin Ali Mukrî şöyle anlatmıştır: "Ebû Ali bin

      Şâzân ve Ebû Kâsım Ubeydullah bin Ahmed bin Ahmed bin Osman Sayrafî ile

      birlikte, Ebû Bekr Bâkıllânî'nin kabrini ziyârete gitmiştik. Vefât edeli

      bir ay kadar olmuştu. Kabrine vardığımızda orada bir Kur'ân-ı kerîm

      gördüm. Kur'ân-ı kerîmi elime alıp, yâ Rabbî! Ebû Bekr Bâkıllânî'nin hâli

      bu kabirde nasıldır? Şu Kur'ân-ı kerîmde bana beyân buyur, diye duâ ettim.

      Sonra Kur'ân-ı kerîmi açtım. Hûd sûresi 28. âyet-i kerîmesi çıktı. Bu

      âyet-i kerîmede, Nûh aleyhisselâmın, kavmine şöyle dediği

      bildirilmektedir: Meâlen; "Ey kavmim! Söyleyin bakayım fikriniz nedir?

      Eğer ben Rabbimden verilen açık bir burhan (mûcize) üzerinde isem (Bu

      benim Peygamber olduğumu doğruluyorsa), bir de Allah bana kendi katından

      bir Peygamberlik vermiş de, size, onu görecek göz vermemişse,

      istemediğiniz halde onu size zorla mı kabûl ettireceğiz."

 

      Bâkıllânî hazretlerinin yazdığı eserlerden bâzıları şunlardır:

      1) İ'câz-ül-Kur'ân: Bu eserinde Kur'ân-ı kerîmin büyük bir mûcize olduğu

      ve îcâzı üzerinde durmuştur. Bu eserinde Peygamber efendimizin Hulefâ-i

      râşidînin beliğ ve ifâde tarzı yüksek olan mektuplarını ve hutbelerini,

      eski şâirlerin ve ediblerin meşhûr şiir ve hutbelerinden seçmeler

      almıştır. Yazma ve basma nüshaları vardır.

 

      2) Temhîd-ül-Evâil ve Telhîs-üd-Delâil,

 

      3) Menâkıb-ül-Eimme gibi eserleri vardır.

 

      İSLÂMIN VAKARI

           Zamânın hükümdarı Adudüddevle onu Bizans'a elçi olarak gönderdi.

      Bizans hükümdârı, kendisine meşhûr bir âlimin elçi olarak geldiğini

      duyunca, onu makâmına çağırdı. Yalnız, kendisine müslüman olmadığı için

      elçinin hürmet etmeyeceğini bildiğinden, bir hîle düşündü. Gelen elçinin

      huzûruna girerken, kendi tebeasının yaptığı gibi yerlere kadar eğilerek

      girmesini istiyordu. Bunun için, ancak eğilerek geçilebilecek üstü kapalı

      bir yer yaptırdı.

      Bâkıllânî'nin bu dehliz gibi yoldan makâmına getirilmesini emretti.

      Bâkıllânî'ye, hükümdâr seni huzûruna çağırıyor diyerek, hazırlanan yerden

      geçirmek istediler. Bâkıllânî bu yeri görünce, öne eğilerek girmedi. Ters

      dönüp, eğildi ve Bizans hükümdârının odasına arka arka yürüyüp girdi.

      Girince doğrulup, yönünü hükümdâra döndü. Bu hareketi gören Bizans

      hükümdârı çok şaşırıp, heybeti ve vakarı karşısında ezildi.

      Bâkıllânî hazretleri bir gün, Bizans hükümdârının sarayında, imparator

      meclisinde papazlarla münâzaraya oturmuştu. Papazlar hazret-i Âişe ile

      ilgili olan ifk hâdisesini konuşmaya başlayınca, Bâkıllânî, hazret-i

      Meryem'i ve hazret-i Âişe'yi kasdederek; "Biri kocasız çocuklu, bir kocalı

      çocuksuz iki mübârek kadının temiz oldukları vahiy ile bildirilmiştir."

      diyerek karşılık verdi ve papazları susturdu.

 

      1) El-A'lâm; c.6, s.176

      2) Vefeyât-ül-A'yân; c.4, s.269

      3) Târih-i Bağdâd; c.5, s.379

      4) Tebyîn-i Kizb-ül-Müfterî; s.217

      5) Şezerât-üz-Zeheb; c.3, s.169

      6) Mu'cem-ül-Müellifîn; c.10, s.109

      7) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.5, s.7

ATA BİN YESAR

 ATA BİN YESAR 659-743 m.)

 

               Tâbiîn devrinde Medîne'de yetişen büyük âlimlerden. Künyesi, Ebû

      Muhammed Medenî'dir. Hilâlî lakabı ile de tanınmaktadır. Peygamber

      efendimizin, sallallahü aleyhi ve sellem mübârek hanımlarından hazret-i

      Meymûne'nin kölesidir. Kendisi gibi yüksek âlimlerden olan Süleymân,

      Abdülmelik ve Abdullah bin Yesâr'ın kardeşidir. Yaklaşık 659 târihinde

      doğdu. Hazret-i Osmân'ın zamânında yaşı küçüktü. 84 yaşında 743 tarihinde

      İskenderiye'de vefât etti.

 

      Atâ bin Yesâr, Eshâb-ı kirâmdan birçok zât ile görüşüp onlardan ilim aldı.

      Kendisi hazret-i Meymûne, Muâz bin Cebel, Ebû Zer-i Gıfârî, Ebüdderdâ,

      Ubâde bin Sâmit, Zeyd bin Sâbit, Muâviye bin Hakem-i Selemî, Ebû Katâde,

      Ebû Hüreyre, Zeyd bin Hâlid-i Cuhnî, Abdullah bin Amr, Abdullah bin Ömer,

      Abdullah bin Abbâs, Peygamberimizin kölesi Ebî Râfî, hazret-i Âişe ve daha

      pekçok sahâbîden hadîs-i şerîf rivâyet etmiştir. Büyük hadîs âlimi İmâm-ı

      Buhârî, İbn-i Saîd ve Ebû Dâvud onun, Abdullah ibni Mes'ûd'dan da hadîs

      rivâyet ettiğini bildirmişlerdir. Rivâyetleri Kütüb-i Sitte denilen altı

      sahîh hadîs kitabında yer almıştır.

 

      Atâ bin Yesâr'dan da akranı olan Ebû Seleme binAbdurrahmân, Muhammed bin

      Ömer bin Atâ, Muhammed bin Amr bin Halhala, Hilâl bin Ali, Zeyd binEslem,

      Şüreyh bin Ebî Nemr hadîs-i şerîf rivâyetinde bulunmuşlardır.

 

      Atâ bin Yesâr, Allahü teâlânın kelâmı olan Kur'ân-ı kerîmin okunuşunu en

      iyi bilenlerden birisiydi. Kırâat ilmi adı verilen bu ilimde,Eshâb-ı

      kirâmdan sonra en yüksek dereceye çıkan âlimler, Medîneliler, Mekkeliler,

      Kûfeliler, Basralılar ve Şamlılar olmak üzere beş tabakaya ayrılmışlardır.

      Medîne-i münevverede bu ilimle meşgul olanlardan biri deAtâ bin Yesâr'dı.

      Kur'ân-ı kerîmin okunuşunu bozulmaktan ve değişmekten korumak için

      gösterilen üstün gayretler o kadar çoktur ki, yapılan çalışmalar akıllara

      sığmayacak ölçüdedir. Eshâb-ı kirâmın gösterdiği gayreti, kelimelerle

      ifâde etmek mümkün değildir. Kur'ân-ı kerîmin mânâsının anlaşılması ve

      anlatılması yanında, her harfinin okunuşu ve bundaki ihtilâflar, öyle bir

      tesbit olunmuş ki, bu güne kadar bütün müslümanlar, Kur'ân-ı kerîmi bu ilk

      okunan şekli ile okumaktadır. Atâ bin Yesâr, bu ilmi öğrenip insanlara

      öğretmede üstün derecelere kavuşan âlimlerdendir.

 

      Hadîs ilminde de sika güvenilir bir âlim olup çok hadîs-i şerîf rivâyet

      etmiştir. Bu ilimde bir hazîne idi. İbn-i Hibbân, Kitabüs-Sikkât'ında onun

      sika râvilerden olduğunu zikreder. İbn-i Sa'd da Tabakât'ında, sika sağlam

      olup, çok hadîs rivâyet ettiğini zikreder.

 

      Yine Atâ bin Yesâr, güneş tutulunca Peygamber efendimizin kıldığı iki

      rekat namazın her rekatında altı rükû ile dört secde yaptığını rivâyet

      etmiştir. Atâ bin Yesâr'ın Resûlullah efendimizden bildirdiği hadîs-i

      şerîfte buyruldu ki: "Kırk dirhemi veya bu değerde malı olduğu hâlde,

      dilencilik eden kimse, dilenmekte ısrar etmiş, günâha girmiş olur."

 

      Atâ bin Yesâr'ın rivâyet ettiği bir hadîs-i şerîfte, Peygamberimiz

      hazret-i Ömer'e hitaben; "Ey Ömer! Öldüğün vakit adamların gidip senin

      boyuna uygun bir mezar hazırlayıp, seni yıkayıp kefenledikten ve koku

      sürdükten sonra, seni götürüp mezara koydukları ve toprağı üzerine örterek

      geri döndükleri vakit hâlin nice olur? Münker ve Nekir adındaki kabrin iki

      büyük ibtilâsı (suâl melekleri) sana gelir. Sesleri yıldırım indiren gök

      gürültüsü, gözleri parlak şimşekler gibi, uzun saçlarını sürürler. Uzun ve

      sivri dişleri ile mezarın topraklarını alt üst ederler. Sana çeşitli

      zorluklar çıkarırlar. Seni korkuturlar. O vakit senin hâlin nice olur ey

      Ömer?" buyurdu. Hazret-i Ömer de; "Bu zamanki aklım o zaman da başımda

      olacak mı?" diye sordu. Resûl-i ekrem efendimiz; "Evet." buyurunca; "Ben

      onların hakkından gelir, gerekli cevaplarını veririm." dedi.

 

      Bir hadîs-i şerîfte; "İnsanların en iyisi, borcunu en iyi şekilde

      ödeyenlerdir." buyruldu.

 

      Atâ bin Yesâr buyurdu ki: "Şâban ayının on beşinde, yâni Berât gecesinde o

      yıl içinde ölecek olanların listesi Azrâil aleyhisselâma verilir. Bu arada

      ev yapan, su akıtıp ağaç diken ve yeni evlenen nice kimseler vardır ve

      isimleri bu listededir. Fakat onlar bunu bilmezler."

 

      Atâ binYesâr şöyle anlatıyor: Kur'ân-ı kerîmde meâlen; "Ey îmân edenler!

      İçki, kumar, putlar ve fal okları, şeytanın işlerinden bir pisliktir.

      Bunlardan kaçının ki, felâh bulasınız!" (Mâide sûresi: 90) âyet-i

      kerîmesinin mânâsı Tevrât'ta şu şekilde vardı. "Bâtılı gidersin, oyunu

      boşa çıkarsın, çalgılı oyun âletlerini yok etsin! diye, biz hakkı

      indirdik. Şarap içene yazıklar olsun! Allahü teâlâ bu mânâda, izzetine ve

      celâline yemin ederek; "Bir kimse, haram olduğunu bilerek içerse, kıyâmet

      günü onu suya hasret bırakırım. Şarabın haram olduğunu bilerek bırakana,

      Cennet ırmaklarından içiririm." buyurdu.

 

      Atâ bin Yesâr, Yâlâ binMürre'den şöyle anlatıyor: "Biz hazret-i Ali'nin

      yakınlarından bâzıları ile buluştuk. Yâlâ onlara dedi ki: O, şu anda

      savaşan kimsedir. Onun hayâtı için emin değiliz. Ona bir zarar gelebilir.

      Bundan sonra odasının kapısında nöbet tutmaya başladık. Bir ara namaza

      çıktı. Bizi görünce; "Burada ne yapıyorsunuz?" diye sordu. Biz de: "Seni

      bekliyoruz, yâ müminlerin emîri!.. Zîrâ sen, harp yapan bir kimsesin. Sana

      bir zarar gelmesinden korkuyoruz." diye cevap verdik. Onlara sordu: "Beni

      semâ (gök) ehlinden mi koruyorsunuz, yoksa yer ehlinden mi?" Biz de:

      "Elbette yer ehlinden! Semâ ehlinden nasıl koruyabiliriz?" deyince;

      "Allahü teâlânın takdir etmediği hiç bir şey semâda da olmaz. Herkesin

      işlerine vekil olan iki melek vardır. Kaderi olarak takdir edilen şeyler

      başına gelinceye kadar, her şeyi ondan uzaklaştırırlar. Kaderde olan başa

      gelince de, kaderi ile onu başbaşa bırakırlar." buyurdu.

 

      Allahü teâlâya en çok yaklaşanların, güzel ahlâkta Peygamber efendimize en

      çon benzeyenler olduğuna işâret ederek; "Yükselenler hep güzel ahlâkları

      sâyesinde yükselmişlerdir. Ahlâkın kemâl mertebesine ancak Muhammed

      aleyhisselâm yükselmiştir." buyurdu.

 

      ANNE DUÂSI

 

      Atâ bin Yesâr anlattı: Yolculuk yapmakta olan bir kervân, bir yerde mola

      vermişti. Fakat bu sırada bir merkebin sesi onların uyumalarına mâni oldu.

      Bunun üzerine bu sesin geldiği tarafa doğru gittiler. Sesin geldiği yere

      varınca kıldan yapılmış çadır içerisinde, yaşlı bir kadınla karşılaştılar.

      O kadına; "Bu merkep sesi nereden geliyor. Onun sesinden bir türlü

      uyuyamadık?" dediklerinde, kadın; "O merkep gibi ses çıkaran benim

      oğlumdur. Hayatta iken bana eşek diye hitâb ederdi. Allahü teâlâya onu

      eşek yapması için bedduâ ettim. Onun için böyle her gece sabaha kadar

      merkep gibi ses çıkarır." dedi. Bunun üzerine kervan sâhipleri o kadına;

      "Bizi onun kabrine götür, onun kabirdeki hâline bir bakalım." dediler.

      Kabre gidip, açıp baktıklarında, boynunun eşek boynu gibi olduğunu

      gördüler.

 

      1) Tezkiret-ül-Huffâz; c.1, s.90

 

      2) Mîzân-ül-İ'tidal; c.3, s.77

 

      3) Tehzîb-üt-Tehzîb; c.7, s.217

 

      4) Vefeyât-ül-A'yân; c.3, s.399

 

      5) Tehzîb-ül-Esmâ ve'l-Luga; c.1, s.335

 

      6) Miftâh-üs-Seâde; c.1, s.10,79,192, c.2, s.7,14, 16,18,162

 

      7) Tabakât-ı İbn-i Sa'd; c.5, s.173

 

      8) Nevâdir-ül-Âlem (Kalyûbî); s.27

 

      9) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.2, s.132, c.16, s.10, c.6, s.327

ALVARLI EFE HAZRETLERİ

 ALVARLI EFE HAZRETLERİ

      HAYATI

      Pederleri: Muhterem Hace Hüseyin Efendi (Gedai)

      Hace Hüseyin efendi Hazretleri'nin Mahdumları;

      1.Muhammet Lütfi Efendi Hazretleri: Bu hazırlığı, etrafında kıyam ettiği

      kimsedir.

      2.Hasbi Efendi:

      3.Ahmet Efendi: I. Cihan Harbi’nde şehit olur.

      4.Hacı Emin Efendi: I. Cihan Harbi’nde şehit olur.

      5.Hace Mahmud Vehbi Efendi: Hicri 1365 Ramazan-ı Şerifin l2. Günü Hakk'ın

      rahmetine kavuşur.

 

      Doğumu :

      Hicri 1285 tarihinde Hasankale'ye bağlı Kındığı Köyü'nde dünyaya geldi.

      Babası Hace Hüseyin Efendi; yeteri kadar malumat bilinmemektedir. Validesi

      Seyyide Hatice Hanım'dır. Efe hazretleri ilk tahsilini muhterem

      pederlerinin yanında tamamlar.

      Sivaslı Camiine Tayini: I3O7'de, 22 yaşında iken Hasankale'nin Sivaslı

      Camii’ne imam olur.

      Pir-i Küfrevi Hazretleri'ni Ziyareti: l307 senesinde, muhterem pederleri

      ile birlikte Pir-i Küfrevi Hazretlerinin feyz dolu huzuruna çıkar.

      Sohbetleriyle müşerref olur. Hazreti Pir, Efe Hazretlerini halife nasb

      ettiğini emreder. Efe Hazretleri henüz 2I yaşındadır. DİNARKOM: Bir müddet

      vazife yaptığı Hasankale'den Erzurum’un Dinarkom Köyüne tayini yapılır.

      Erzuruma Doğru: Efe Hazretleri kahredici Rus istilası sırasında

      Dinarkom'dan 16 Şubat 19I6 `da Erzurum’a taşınır. Erzurum'un istilası ise

      Efe Hazretlerini derinden yaralar.

      Bu acılarını şu mısralar ile terennüm eder:

 

      Kopdu bugün kıyamet

      Yer yüzü al kan oldu

      Görülmemiş alamet

      Kardan bir tufan oldu.

 

      Tercan Yavi: İstila görmüş baht-ı kara yurdun derdi için Tercan'ın Yavi

      Nahiyesine gelir. Köyde ve çevresinde kendisinin gönlüne girdiği herkesi,

      bu acılı istilaya karşı silahlandırır ardından Ermeni mezalimi baş

      gösterir.

 

      Ermeni Katliamı: Artık zamanı gelmiştir. Ermenilerin katliama başlaması

      üzerine, köyden ve diğer köylerden topladığı 60 kadar çete halinde bir

      müfreze ile Rusların karargah deposu olan köye, taarruz eder. Erzurum’a

      döndüğünde ise acı manzara ile karşılaşır. Muhterem pederleri ağır

      yaralıdır ve ardından da vefat eder.

 

      Hac Yolculukları: l. Haccı; l947 yılında 11 kişiyle 110 gün sürer.

      2. Haccı; l949'da, 3.' ise I950'de yapmıştır. Bu yolculukları İstanbul'a

      kadar trenle, oradan Cidde'ye ise uçakla gitmiştir.

      Aşk Duygusu: Efe hazretlerinin tüm şiirlerinde ve gazellerinde Allah aşkı

      ve Hz. Muhammet (sav) sevgisiyle yanıp tutuştuğu görülür.

 

      Ahlakı: Efendimizin Ahlakı'dır.

 

      Siması: Mütebessimdi. Nurani idi. Beyaza yakın buğday benizli idi ve

      mübarek kaşlarının arası açıktı.

      Abdurrahman Efendi Anlatıyor: Efendi Hazretleri'ni görür görmez sanki,

      Sahabe-i Kiram bakiyesi, Sahabe-i Kiramdan kalma bir zat gibi gördüm.

      Mübarek şekli, şemali. Hali etvarı, kemali ve ilmi, irfanı beni tesir

      altına aldı. Hemen kendisiyle irtibat kurdum. Ve kendisine intisap ettim.6

      ay yedek subaylığımı tamamladıktan sonra Konya'ya gittim ve duramadım.

      Erzurum 'a geri döndüm. Aralıksız 10 yıl orada kaldım. Zaten O ‘nun yüzüne

      bakanın gözleri kamaşır, sakalı göğsünde, yüzünün nurundan müteessir

      olurdu. Devamlı bir daha bakamazdı. Öyle kamil bir insandı.

 

      Sohbetleri: Tevhid derslerini talim mahiyetindedir. Hadis-i şeriflerden

      bahseder, Peygamber sevgisini ve Sahabe sevgisini işlerdi.

 

      Alvar Köyü: Vazifesini tekrar Hasankale'ye naklettirir. Müftülüğü kabul

      etmez. Alvar Köylülerinin ısrarlı talepleri üzerine o köye teşrif eder.

      Efe Hazretlerinin duygu ve düşüncesinin Piştiği yer Alvar Köyü'dür.

      Dünyaya Değer Vermeyişi: Dünyaya karşı alakasız yaşar. 90 senelik

      hayatında taş taş üstüne koymamış, ev sahibi olmayı hatırlamamış, dünya

      metaı ve malına malik olmayı arzu etmemiştir. Gayet temiz giyerdi.

 

      Şefkat Ve Merhameti: Pek çok misalleri hala yaşıyor. Düşkünlere ve

      hastalara karşı çok merhametli idi.

 

      Sakın incitme bir canı

      Yıkarsın arşı Rahman 'ı

      der.

      Mürüvveti: O'nun meclisi herkese açıktı. Bunalan o dergaha koşar.

      İfadesindeki sihir herkesi büyülerdi. Sarhoşların, O'nun huzurunda

      tövbekar olduklarını görürüz.

 

      Adalet, merhamet, insaf gerektirir ehl-i imane

      Mürüvvet et kıyas-ı nefs ile zulmetme insane. der.

 

      Vefatı: 1939’a kadar o köyde kalır. Çok büyük alaka gördüğü o köyden

      rahatsızlığı sebebiyle ayrılır. l2 03 1956'da semamızdan bir yıldız daha

      kayar gökyüzü mateme bürünür. Şiddetli kış Erzurum'u beyaz kefene

      sarmıştır.

      Tevafuka bakın ki; Pederleri ile aynı günde vefat eder. Erzurum'un

      kurtuluşu aynı gündür.

 

      Allah rahmet etsin. (Amin)n