REKLAM

19.10.2017

Camtasia Studio 8 Çok Kolay Full Yapmak

Camtasia Studio 8 Çok Kolay Full Yapmak











Nasıl Yapılır?
1. Bilgisayara girin. C:\ProgramData\TechSmith\Camtasia Studio 8 yolunu takip edin...
2. RegInfo dosyasına sağ tık yap ve not defteri ile aç.
3. Orada yazanları silip alttakilerini yapıştırın.

[RegistrationInfo]
RegisteredTo=Any Name
RegistrationKey=KC2AC-ADZAM-CSWAW-NF6XZ-N56F8
ValidationData1=
ValidationData2=1
ValidationData3=1

4. Kaydedip çıkın.
5. Kodu yapıştırdıktan sonra regedit dosyasına sağ tıklayıp özelliklere girin yukarıdan güvenlik sekmesini açın. Ordan düzenleye basın. Sadece okuma ve yürütme - okuma seçeneklei tickli kalsın diğerlerinin tickini kaldırın sonra uygula tamam yapıp çıkın.
Artık Camtasia Studio 8'i full olarak kullanabilirsiniz.
İsterseniz videolu anlatıma da göz atabilirsiniz.

Bir teşekkürü çok görmeyin ve yorumda belirtin. Bir sorunuz varsa yorumda belirtiniz.

17.10.2017

Camtasia Studio 8


Exclamation Camtasia Studio 8 Full Sürüm Yapma -Kendi Anlatımım



Merhaba arkadaşlar şimdi size Camtasia Studio 8 yani video editleme ve kayıt programını nasıl full yapabilirsiniz onu anlatıcam.

Öncelikle programımızı normal bir şekilde indirip kuruyoruz. Daha sonra programımızı açmadan önce

Kod:
C:\ProgramData\TechSmith\Camtasia Studio 8
Bu konuma gidiyoruz. Bazılarının bilgisayarında "C:" içerisinde "ProgramData" gözükmeyebilir. O yüzden direk yukarıdaki satıra bu konumu yazıp Enter'a basın.

Bu klasör içerisinde "Regİnfo.ini" dosyası bulunmakta. Eğer yok ise Regİnfo isminde bir not defteri açıp daha sonra uzantısını ".ini" yapabilirsiniz.

Şimdi bu dosyayı açıyoruz ve aşağıdaki kodları içerisine yapıştırıp kaydedip çıkıyoruz. Şimdi programımızı açtığımızda programımız full sürüm olucak yani size key ve ya deneme sürümü sormayacak.

Full Sürüm Kodları:
Kod:
[RegistrationInfo]
RegisteredTo=Any Name
RegistrationKey=KC2AC-ADZAM-CSWAW-NF6XZ-N56F8
ValidationData1=
ValidationData2=1
ValidationData3=1
Fakat şöyle bir sıkıntı var ki programla işimiz bittiğinde kapatıp açtıktan sonra tekrar key istiyor ve deneme süresini kullanmanız gerektiğini söylüyor. Bu yüzden her key istediğinde programımızı kapatıyor ve yaptığımız işlemleri tekrardan yapıyoruz.

Yardımcı olduysam ne mutlu bana. İyi Geceler İyi Forumlar!

Not: Teşekkür butonuna basmadan alıntı yapan arkadaşlar olursa hakkımı helal etmiyorum. Konu tamamen bana aittir. Hiç bir yerinde alıntı yoktur.
    

13.10.2017

hadisler



١- عَنْ أَبِى هُرَيْرَةَ قَالَ، قَالَ رَسُولُ اللَّهِ صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَ سَلَّمَ: مَنْ تَمَسَّكَ بِسُنَّتِى عِنْدَ فَسَادِ أُمَّتِى، فَلَهُ أَجْرُ مِائَةِ شَهِيدٍ [1]
١- ابو هريره رضى الله عنه دن روايت اولوندى كه، رسول الله صلى الله عليه و سلم افنديمز شويله بويورمشلردر: كيم امتمك فسادى زماننده (امتم فساده اوغراديغى زمان) سنتمه ياپيشيرسه (سنتم ايله عمل ايدرسه) او كيمسه ايچون يوز شهيد ثوابى واردر.
1- Ebû Hureyre (r.a.)’den rivayet olundu ki, Rasülüllah (s.a.v.) Efendimiz şöyle buyurmuşlardır: “Kim, ümmetimin fesadı zamanında (ümmetim fesada uğradığı zaman) sünnetime yapışırsa (sünnetim ile amel ederse), o kimse için yüz şehit sevabı vardır.”
***
٢- عَنْ اَنَسِ بْنِ مَالِكٍرَضِىَ اللهُ عَنْهُ قَالَ: قَالَ رَسُولُ اللهِ صَلَّى اللهُ عَلَيْهِ وَ سَلَّمَ: مَنْ اَحْيَا سُنَّتِى فَقَدْ اَحَبَّنِى، وَ مَنْ اَحَبَّنِى كَانَ مَعِى فِى الْجَنَّةِ  [2]
٢ انس بن مالك رضى الله عنه دن روايت اولوندى كه، رسول الله صلى الله عليه و سلم افنديمز شويله بويورمشلردر كيم سنتمى احيا ايدرسه، محقق بنى سومش اولور. كيمده بنى سورسه جنتده بنمله برابر اولور.
2- Enes İbn-i Malik (r.a.)’den rivayet olundu ki, Rasülüllah (s.a.v.) Efendimiz şöyle buyurmuşlardır:  “Kim sünnetimi ihya ederse, muhakkak beni sevmiş olur. Kim de beni severse, cennet de benimle beraber olur.”
***
٣- عَنْ عَبْدِ اللهِ بْنِ مَسْعُودٍرَضِىَ اللهُ عَنْهُ قَالَ: قَالَ رَسُولُ اللهِ صَلَّى اللهُ عَلَيْهِ وَ سَلَّمَ: أَحْسَنُ الْكَلاَمِ كَلاَمُ اللهِ وَ اَحْسَنُ الْهَدْىِ هَدْىُ مُحَمَّدٍ  [3]
٣- عبد الله بن مسعود رضى الله عنه دن روايت اولوندى كه، رسول الله صلى الله عليه و سلم افنديمز شويله بويورمشلردر: كلامك اك كوزلى الله تعالى نك كلاميدر،هدايتك اك كوزلى ده  محمد عليه السلامك هدايتيدر.
3- Abdullah İbn-i Mesud (r.a.)’den rivayet olundu ki, Rasülüllah (s.a.v.) Efendimiz şöyle buyurmuşlardır: “Kelamın en güzeli Allah-ü Teâlâ’nın kelamıdır, hidayetin en güzeli de Muhammed Aleyhisselam’ın hidayetidir.”    
***
٤- عَنْ اَبِى ذَرِّ الْغِفَارِىِّ رَضِىَ اللهُ عَنْهُ قَالَ: قَالَ رَسُولُ اللهِ صَلَّى اللهُ عَلَيْهِ وَ سَلَّمَ:مَثَلُ أَهْلِ بَيْتِى فِيكُمْ كَمَثَلِ سَفِينَةِ نُوحٍ مَنْ رَكِبَهَا نَجَا وَمَنْ تَخَلَّفَ عَنْهَا هَلَكَ [4]
٤- ابو ذر الغفارى رضى الله عنه دن روايت اولوندى كه، رسول الله صلى الله عليه و سلم افنديمز شويله بويورمشلردر: سزك ايچكزده بنم اهل بيتمك بكزرى نوح عليه السلامك كميسى كبيدر. كيم او كمى يه بينرسه قورتولور, كم ده اوندن يوز چويررسه هلاك اولور.
4- Ebu Zerr el-Gıfârî, (r.a.)’den rivayet olundu ki, Rasülüllah (s.a.v.) Efendimiz şöyle buyurmuşlardır: “Sizin içinizde benim ehl-i beytimin benzeri Nuh Aleyhisselam’ın gemisi gibidir. Kim o gemiye binerse kurtulur, kimde ondan yüz çevirirse helak olur.”


[1] Hatib-i Tebrizî, Mişkatü’l Mesabih
[2] Suyutî, Câmiu’s-Sağir
[3] Sünen-i Nesai, Kitâbü’s-Sehv
[4] Taberânî, Mu’cemu’s-Sağir

9.10.2017

aamir khan

İstanbul'dan bir yıldız geçti: Aamir Khan

Hindistanlı oyuncu, yönetmen ve yapımcı Aamir Khan'ın Türkiye ziyareti bitti. Cumhurbaşkanı Erdoğan, Kültür ve Turizm Bakanı Kurtulmuş ve birçok hayranıyla bir araya gelen Khan, Türk hayranlarından yoğun ilgi gördü. Aamir Khan, bugüne kadar İstanbul'da bir film çekmeyi düşünmediğini fakat artık böyle bir projenin içinde yer almak istediğini söyledi.

Aamir Khan, Türkiye'deki ziyaretlerini tamamladı.
Kültür ve Turizm Bakanlığının davetlisi olarak, yeni filmi 'Secret Superstar'ın tanıtımı amacıyla Türkiye'de bulunan Hindistanlı oyuncu, yönetmen ve yapımcı Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan'la görüştü.
Bollywood yıldızı Aamir Khan, Kültür ve Turizm Bakanlığının davetlisi olarak 4 Ekim'de Türkiye'ye gelmişti. Atatürk Havalimanı'nda Khan'ı birçok hayranı çiçeklerle karşıladı. Karşılama sırasında izdiham yaşanırken, Amir Khan, hayranlarının imza ve fotoğraf çektirme tekliflerini geri çevirmedi.
Aamir Khan, Türkiye'ye ayak bastığı andan itibaren yoğun ilgiyle karşılandı.

15.06.2017

İBRAHİM EDHEM'ÎN KIRKLARA KABULÜ

İbrahim Edhem hazretleri hurmacıdan hurma almıştı... Hurmacıdan ayrılırken yanlışlıkla bir miktar hurmayı para ile aldığı hurmaya karıştırarak götürdü ve yedi... Ondan sonra kırk gün ibadetinden bir feyz almaz oldu. O günlerde Şam'a gelmişti. Kırklara karışarak sohbetlerinden istifade etmek istemişti.
O'na:
— Sen yanlışlıkla yediğin hurma yüzünden ibadetinden bir huzur duymuyorsun. Nasıl olur da bize karışabilirsin, dediler.
İbrahim Edhem Hazretleri, Şam'dan Medine'ye gelerek hurmacıyı buldu. Hakkını helâl ettirip hurmanın parasını verdi. Ondan sonra tekrar Şam'a gitti, kırklara karışabildi...

DELİNİN (!) BEYAZID-I BESTAMİ'YE TAVSİYESİ

Büyük Mutasavvıf Beyazıd-ı Bestamî Hazretleri bir gün tımarhanenin önünden geçiyordu. Tımarhane hizmetçisinin tokmakla birşeyler dövdüğünü görüp:
— Ne yapıyorsun? diye sordu. Hizmetçi:
— Burası tımarhanedir. Delilere ilâç yapıyorum, dedi. Beyazıd-ı Bestamî Hazretleri:
— Benim hastalığıma da bir ilâç tavsiye eder misin? dedi. Hizmetçi hastalığının ne olduğunu sordu. Beyazıd Hazretleri:
— Benim hastalığım günah hastalığı... Çok günah işliyorum, dedi. Hizmetçi:
— Ben günah hastalığından anlamam... Ben delilere ilâç hazırlıyorum, diye cevap verdi.
Tam bu sırada tımarhane parmaklığının arasından konuşulanları duyan bir deli, (!) Beyazıd-ı Bestamî Hazretlerine:
— Gel dede, gel! Senin hastalığının çaresini ben söyleyeyim, diye seslendi.
Beyazıd-ı Bestamî Hazretleri, delinin yanına sokularak:
— Söyle bakalım, benim derdime çare nedir? dedi. Deli (!) şu ilâcı tavsiye etti:
— Tevbe kökü ile istiğfar yaprağını karıştır... Kalb havanında tevhîd tokmağı ile döv, insaf eleğinden geçir, göz yaşıyla yoğur, aşk fırınında pişir... Akşam - sabah bol miktarda ye... O zaman göreceksin senin hastalığından eser kalmaz, dedi.
Bu güzel ilâcı öğrenen Beyazıd Hazretleri:
— Hey gidi dünya hey! Demek, seni de deli diye buraya getirmişler, deyip oradan ayrıldı.
Bu ilâç, halen günah hastası olanlara tavsiye olunmaya değer bir ilâçtır. Yani bu formülün hükmü hâlâ devam etmektedir

PAŞA OLURSUN AMA, ADAM OLAMAZSIN

Bir adamın haylaz, yaramaz bir oğlu vardı. Adamcağız oğluna yeri geldikçe:
— Oğlum sen adam olmazsın, derdi.
Babasının bu sözleri ise çocuğun çok zoruna giderdi. Bir gün gene babası aynı sözü tekrarlamıştı. Çocuk başını aldı gitti, İstanbul'a geldi okumaya başladı. Çocuğun tek muradı adam olmak ve babasını mahcup etmekti. Nitekim okudu, uğraştı ve türlü imtihanlardan sonra Osmanlı Devletine Paşa oldu. Unutmamıştı babasının kendine söylediği sözleri. Emrindekilere, gidin filân memlekette, filân köyde şu isimde biri var onu istanbul'a huzuruma getirin, diye emir verdi.
Paşanın adamları gittiler ve söylenen köyde Paşanın babası Mehmet efendiyi buldular. Adamcağız tarlada çift suluyordu. Yanına varıp:
— Seni Paşa Hazretleri İstanbul'a huzuruna çağırır, hazır ol gideceğiz, dediler.
Adamcağız şaşırmıştı. Bir Paşa Anadolu'nun fakir köylüsünü niçin huzuruna çağırsındı. Ne ise emir emirdir, hazırlandı, İstanbul'a yola çıktılar... Günler sonra, o zamanın şartları altında İstanbul'a varıldı... Adamcağız hâlâ suçunun ne olduğunu bilmiyor, Paşa beni ne yapacak?, diye düşünüyordu. Adamcağızı Paşa'nın huzuruna çıkardılar... Büyük bir debdebe ile babasını huzuruna kabul eden Paşa:
— Beni tanıyabildin mi? Ben kimim? diye sordu. Yaşlı adam büyük bir korku içinde idi. Oğlu olduğunu tanımamıştı.
— Siz Sadrazam efendimizsiniz, dedi.
Paşa intikamını almış olmanın gururu içinde:
— Ben senin oğlunum... Hani sen bana iki sözünün birinde «Adam olmazsın» derdin. Bak işte adam oldum, hatta Paşa bile oldum, dedi. Adamcağız meseleyi anlamıştı:
— Beni ta uzaklardan buraya bunu söylemek için mi çağırdın. Ben sana Paşa olamazsın dememiş, adam olamazsın demiştim. Sen ise beni buraya çağırmakla benim sözümü doğru çıkardın, dedi.

ANA HAKKI VE ALKAMA'NIN SONU

Hazreti Peygamberimiz (S.A.V.) eshabıyla oturmuş sohbet ediyordu. Bir kadın sahabe Resûlüllah'ın huzuruna telâşla girerek:
— Yâ Resûlallah! Şu anda kocam ölüm döşeğinde, belki biraz sonra ölmüş olacak,,. Yalnız yanında kelime-i şehadet getirdiğimi anladığı ve kendisi de getirmeye çalıştığı halde şehadet kelimesi getiremiyor. Kocamın imansız gitmesinden korkuyorum. Bu hususta bir yardımınızı bekliyorum, dedi.
Hazreti Peygamberimiz: >
— Kocan sağlığında ne gibi kötü harekette bulunurdu? diye sordu. Kadın hiçbir kötü amelinin olmadığını, namazını kılıp her türlü ibadetini noksansız yerine getirmeye çalışır olduğunu söyledi. Bu sefer Peygamberimiz:
— Kocanızın dünyada kimi var? diye sordu.
Kadın ihtiyar bir anası olduğunu söyleyince Peygamberimiz (s.a.s.) kadının kocası Alkama'nın anasını huzuruna çağırdı. Hazreti Alkama'nın anası, Hazreti Peygamberimizin huzuruna çıktı. Peygamberimiz:
— Oğlun sana karşı nasıl hareket ederdi? Oğlundan memnun musun? dîye sordu.
Alkama'nın anası:
— Ya Resûlellah, oğlum evleninceye kadar çok iyi muamele ederdi. Evlendikten sonra hanımını dinledi, bana hor bakmaya başladı. Hatta son zamanda evini bile ayırdı. Ben de üzüldüm, onun bu hareketine, dedi.
Peygamberimiz (s.a.s.) yaşlı kadına; oğlunun ölüm döşeğinde olduğunu, hakkını helâl etmediği takdirde cehennem azabı çekeceğini söylediyse de kadın:
— Hakkımı helâl etmem, ey Allah'ın Resulü, dedi
Alkama ise evde yatıyor, hâlâ şehadet kelimesi getiremiyordu. Hazreti Peygamberimiz, kadının annelik şefkatini harekete getirmek için, orada bulunanlara:
— Bana biraz odun hazırlayın, diye emir verdi. Kadın hayretle:
— Odunu ne yapacaksın ya Resûlallah! diye sormaktan kendini alamadı.
Çünkü o da şüphelenmişti. Peygamber Efendimiz:
— Oğlunuzu yakacağım... Zira yarın cehennemde yanacağına cezasını burada çeksin, daha iyi, buyurunca, kadın dayanamadı,
— Oğlumun gözümün önünde yanmasına razı olamam ya Resûlallah! Ona hakkımı helâl ediyorum, dedi
Murat hâsıl olmuştu... Hazreti Peygamberimiz, Bilâl-i Habeşi Hazretlerini göndererek:
— Git bakalım, Alkama ne haldedir? buyurdular. Bilâl-i Habeşî Alkama'nın yanına varıp şehadet kelimesi telkin ettiğinde, Alkama'nın dili açılmıştı:
— La ilahe illallah, Muhammedün Resûlüllah, deyip ruhunu Allah'a teslim etti

HZ. ÖMER'İN ADALETİNE BİR MİSAL

Ashab'tan Abdurrahman bin Avf, Hazreti Ömer (r.a.) halife iken onu makamında ziyarete gelmişti, selâm verip müsait bir yere oturdu. Hz. Ömer kendisiyle hiç meşgul olmuyor hattâ selâmını bile almıyordu. Hayretle neticeyi beklerken, Hazreti Ömer, işini bitirdikten sonra yanan mumu söndürdü; aynı onun gibi başka bir mum yaktıktan sonra: «Ve aleyküm selâm» deyip selâmını aldı. Ve konuşmaya başladılar.
Abdurrahman bin Avf Hazretleri, Ömer (r.a.) Hazretlerine niçin o mumu söndürüp başkasını yaktıktan sonra kendisiyle meşgul olmaya başladığını sormuştu.
Hazreti Ömer (r.a.):
— Ya Abdurrahman, evvelki mum devletin hazinesinden alınmış mumdu. O yanarken şahsî işlerimle meşgul olsaydım Allah indinde mes'ul olurdum. Sizinle devlet işi konuşmıyacağımız için kendi cebimden almış olduğum mumu yaktım ondan sonra sizinle meşgul olmaya başladım, deyince Abdurrahman bin Avf Hazretlerinin gözleri yaşarmıştı.
Ellerini kaldırarak şöyle dua etti:
— Ya Rabbi! Hattab oğlu Ömer'i bizim başımızdan eksik etme!
Devlet hazinesini har vurup - harman savuranlara ne güzel bir numune-i imtisal değil mi?...

İNSANIN EN ŞEREFLİSİ ALLAH'TAN ZİYADE KORKANDIR

Ebû Zerr Hazretleri anlatıyor:
Bir gün Bilâl-i Habeşî ile sohbet ederken, bir mesele hakkında anlaşamayarak işi münakaşaya dökdük. Bilâl Hazretlerine:
— Sen bundan ne anlarsın siyah kadının oğlu, diyerek hakaret ettim.
Hazreti Bilâl bunu Efendimiz Hazretlerine söylemiş, Resûlüllah beni huzuruna çağırdı. Hemen Efendimizin huzuruna koştum. Peygamberimiz bana:
— Sen rengi siyah diye Bilâl'ı küçük görmüş ona hakaret etmiş-sin. Doğru mu? diye sordu.
Ben çok mahcup olmuştum, utancımdan hiçbir şey söyleyemedim. Resûlüllah devamla:
— Demek sende hâlâ cahiliyet devri adetlerinden eser var. Halbuki îslâmiyette insanın derisinin hiçbir ehemmiyeti yok. İslâmiyet ırk, renk ve soy - sop farkını ortadan kaldırmıştır. Müslümanlıkta Allah'tan kim daha fazla korkarsa o öbüründen daha üstündür. Sen bu hali nasıl işledin ? buyurdular.
Ben Resûlüllah (S.A.S.) efendimizin bu sözleri karşısında ziyadesiyle üzülmüş, ne yapacağımı şaşırmıştım. Resûlüllah'in huzurundan ayrıldıktan sonra doğru Bilâl-i Habeşî Hazretlerinin evine gidip, başımı evin eşiğine koydum:
— Ey Bilâl, mübarek ayakların bu kaba başın üzerine basarak geçmedikçe kendimi affetmeyeceğim ve buradan ayrılmayacağım, dedim.
Biraz sonra Hazreti Bilâl içerden çıktı, beni tutarak kaldırdı ve bana: , _
— Ey kıymetli kardeşim ben seni affettim, Allah da affetsin. Bu yüz çiğnenmeye değil öpülmeye lâyıktır dedi ve beni kucaklayarak içeri aldı.
Ben Bilâl Hazretlerinin bu hareketine çok sevinmiştim. Bilâl'in iki gözlerinden öptüm. Sevincimden gözlerim yaşarmıştı!.

ODUNCU İLE ŞEYTAN DÖVÜŞÜ

Odunculukla hayatını kazanan bir zat vardı. Allah'a karşı kulluk" vazifesini yapar, kimsenin ekşisine tatlısına karışmazdı. Bu zahit kişinin bulunduğu köyün yakınında bir köy daha vardı, onlar da dağda kutsal diye kabul ettikleri bir ağaca taparlar, ondan meded beklerlerdi.
Oduncu, bir gün: «Şunların Allah diye taptıkları ağacı kesip odun edeyim, pazarda satarak ekmek parası kazanırım; hem de, bir kavmi Allah'a isyandan kurtarmış olurum» diye düşünerek Allah rızası için ağacı kesmeye karar verdi.
Dağa doğru giderken karşısına acaip suratlı pis bir adam çıkarak nereye gittiğini sordu. Oduncu:
— Halkın Allah diye taparak Allah'a isyan ettikleri ağacı kesmeye gidiyorum, dedi. Adam, oduncuya:
— Ben şeytanım... O ağacı kesmene müsaade etmiyorum, deyince zahit oduncu, şeytana çok kızmıştı.
Öldürmek için hücum ederek yere yatırdı ve üzerine oturup hançerini boğazına dayadı.
Şeytan zahide:
— Ey zahid, sen beni öldüremezsin. Allah bana kıyamete kadar müsaade etmiştir. Fakat gel o ağacı kesme, seninle anlaşalım. Ben sana her gün bir altın vereyim, sen de ağacı kesmekten vazgeç. Hem el ağaca tapıyormuş, günah işliyormuş senin neyine gerek, altınını al işine bak, dedi.
Adam şeytanı bırakmıştı. Şeytan adama, akşam yatıp sabahleyin yastığının altına bakmasını söyledi ve anlaşarak ayrıldılar.
Adam ağacı kesmekten vazgeçip, evine dönmüştü.. Akşam yatıp sabahleyin yastığının altına baktığında, altını gördü. Memnun olmuştu, ikinci gün oldu. Fakat bu sefer şeytan altını koymamıştı. Adam kızıp baltasını aldığı gibi dağa ağacı kesmeye gitti. Fakat yolda yine şeytanla karşılaştılar. Adam şeytana iyice kızmıştı. Görünce:
— Seni sahtekâr seni, kandırdın değilmi beni?., diyerek üzerine hücum etti.
Fakat evvelkinin tam tersine bu sefer şeytan adamı tuttuğu gibi altına aldı. Adam şaşırmıştı. Bu nasıl hâl der gibi şeytanın yüzüne bakıyordu. Şeytan:
— Hayret ettin değil mi? Niçin bana yenildiğinin sebebini söyleyeyim: Dün sen Allah rızası için ağacı kesmeye gidiyordun. Seni değil ben, dünyadaki bütün şeytanlar bir araya gelsek yine yenemezdik. Lâkin şimdi Allah rızası için değil de, sana altını vermediğim için kızdığından gidiyorsun, işte o yüzden bana mağlup oldun ve sana ağacı kesmene müsaade etmeyeceğim, dedi.

EBU LEHEB'ÎN AZABI

Peygamberimizin amcası, fakat en büyük düşmanlarından olan Ebû Leheb îman etmeden geberip gitmişti. Onu, yakınlarından birisi rüyasında gördü. Ve ona nasıl azap edildiğini sordu. Ebû Leheb, Hazreti Muhammed'e îman etmemesi yüzünden çok büyük azap gördüğünü söyleyip başına gelenleri şöyle anlattı:
— Yazıklar olsun bana! O'na îman edip dünya ve ahirette kurtulacağım yerde, îman etmedim ve dünyada da ahirette de perişan oldum. Yalnız bana haftada üç gün hususî muamele oluyor. O da Muhammed doğduğu zaman cariyem gelip bana O'nun doğumunu müjdelemişti, ben de memnun olarak onu azat etmiştim, işte onun için o gece azap hafifliyor. Bir de Pazartesi olunca iki parmağımın arasından serin su akar, ben de onu emer rahatlarım. Bunun sebebi ise Muhammed doğduğu zaman ben cariyeme git O'na meme ver demiştim, ondan dolayı haftada bir gün bana su veriliyor, dedi.

HZ. ALİ'NİN KÜRKÜ

Hazreti Ali, Sıffîn Harbînden dönerken kürkünü kaybetmişti. Aradan, bir müddet zaman geçtikten sonra kürkünü bir Hıristiyanın sırtında görerek, geri alması için kadıya şikâyet etti. Hz. Ali ile hıristiyan arasında mahkeme kurulmuştu. Kadı Hazreti Ali'-ye:
— Kürk senin mî? Senînse isbat edebilirmisin? diye sordu. Hazreti Ali:
— Kürk benimdir, fakat isbat edemem, dedi. Bu sefer kadı hıristiyana:
— Emirel mü'mininin dediği doğru mu? diye sordu. Hıristiyan-:
— Kürk benim, fakat, Emirel mü'minin de yalancı değildir, dedi. Kadı, Hazreti Ali delil gösteremediği için kürkün hıristiyanın olduğuna karar verip adamı akladı. Kadının bu adilâne kararı karşısında vicdanen hakikati anlatmak mecburiyetini hisseden hıristiyan, kürkü Hazreti Ali'ye teslim etmek üzere gelip:
— Ya emirel mü'minin! Bu kürk senindir. Sıffın Harbinden dönerken atın -arkasından düştü, ben de aldım. Fakat kadının verdiği karar beni fazlasiyle duygulandırdı. Müslüman olmaya bütün kalbimle karar verdim, beni affeyle, dedi.
Bu sefer Hazreti Ali adamdan memnun olmuştu:
— Mademki Müslümanlığı kabul ettin. Ben de bu kürkü sana hediye olarak veriyorum-, dedi.
Böylece kürk yine aynı adamda kalmış oldu, lâkin, bir hıristiyan Müslüman oldu!...

BAYKUŞLAR VE NUŞİREVAN

Adaletiyle meşhur İran Hükümdarlarından Nuşirevan tahta geçtiği ilk yıllarda, halka karşı o kadar zalim ve gaddarca davranmış, o kadar zevk-ü sefasına düşkünmüş ki, millet artık canından bıkar hale gelmiş, en ufak ses çıkaran olsa kellesi gidermiş. İşte bu zalim hükümdar Nuşirevan, bir gün maiyetiyle beraber ava çıkmıştı. Yanında gayet zeki bir de veziri vardı. Avlanırken bir ara diğerlerinden ayrılan hükümdar, yanında veziri olduğu halde bir suyun başına varıp atından indi ve bir müddet istirahata çekildi. Yeşillikler üzerinde otururlarken, iki baykuş gelip yakınlarına kondu ve ötmeye başladılar. Baykuşların o nağmeleri Nuşiveran'ın hoşuna gitmiş olacak ki, vezirine:
— însan şu kuşların dilinden anlasa da ne dediklerini bilse... Kim-bilir bu kuşlar şimdi neler söylüyorlardır? dedi.
Vezirin, derdini anlatması için büyük fırsat doğmuştu:
— Sultanım ben bu kuşların ne dediklerini biliyorum. Eğer müsaade eder ve beni bağışlarsanız bu kuşların ne söylediklerini size bildireyim, dedi.
Nuşirevan, hayretle:
— Gazabımdan emin olabilirsin, anlat, dedi. Vezir:
— Sultanım affınıza sığınarak arzediyorum. Bu kuşların birisi, diğerinin kızını oğluna istiyor. Öbürü de; tabiiyeti icabı kızımı sana veririm, yalnız başlık parası olarak bir harabe isterim, diyor. Oğlanın babası ise bu halinden memnun vaziyette; deliye bak, Nuşirevan hükümdar olduğu müddetçe, ben sana bir değil on harabe veririm. Yeter ki sen kızı oğluma ver diyor, işte padişahım kuşların konuştukları bundan ibarettir, dedi.
Nuşirevan vezirinden memnun olmuştu, ne demek istediğini anladı ve doğru avdan sarayına dönerek, o andan itibaren hal ve vaziyetini tamamen değiştirdi. Öyle adil, Öyle halkını gözetir oldu ki öleceği zaman Nuşirevan'ın memleketinde bir tane harabe kalmamış, her yer mağrur ve müreffeh olmuştu. Nerede o guurlu idareciler, nerede o hükümdarlar?

BEHLÜL'E GÖRE ÜÇ KAFA

Behlül Dana Hazretleri, bir gün pazara üç tane kuru kafa getirerek satmaya başlamış ve her üçüne de ayrı ayrı fiyat takdir etmişti. Bu kafaları kaça satıyorsun diyenlere, birini bir paraya, birini on paraya, birini de ağırlığınca paraya sattığını söyledi.
Behlül'ün bu tuhaf hareketlerini seyrederlerken biri dayanamayarak:
— Ey Behlül! Bunların üçü de kurumuş kafalar olduğu halde sen üçüne de ayrı ayrı fiyat biçiyorsun. Bunların birbirlerinden ne farkı var ki? dedi.
Behlül Dana Hazretleri, bundaki esrarı şöyle anlattı:
— Şu birincisi, taş kafadır. Bunun değeri hepsinden düşük. Çünkü hu hiç nasihat dinlemez ve ihtiyaç da duymaz, ikincisi, yani on paralık kafa ise nasihat dinler ama tutmaz... Bir tarafından girer öbür tarafından çıkar. Bunun adı da boş kafadır. Üçüncüsü ise tam kafadır. Hem dinler, onunla amel eder, hem de başkasına öğretir, İşte en kıymetli kafa budur. Bunu da ağırlığınca paraya veriyorum, dedi.
Tabii ki bunda anlayanlar için büyük hikmetler gizlidir. Velilerin hareketi ilk nazarda tuhaf gibi olsa da o çok değerlidir aslında...

HAKİM-ÜL HARAMEYN DEĞİL, HADİMÜL HARAMEYN

Yavuz Sultan Selim, Mısır'ı fethetmiş ve hilâfet 1516 yılında Abbasilerden Osmanlılara geçmişti. Bir cuma günü Ümeyye Camünde cuma namazı kılınacaktı. Yavuz Sultan Selim de, camide idi. Şam valisi hükümdarın namaz kılacağı yere yeşil atlastan bir seccade sererek namaz kılınacak yeri ayırmıştı. Yavuz, namaz kılacağı yerde diğer cemaattan ayrı olarak serilmiş bu seccadeleri görünce hiddetlenerek:
— Burası ibadet yeridir, padişah sarayı değildir, dedi ve atlas seccadelerin kaldırılmasını emretti.
Kendisi de, cemaatla beraber camide namaz kılmaya başladı.
Sıra Cuma hutbesine gelmişti ki, imam çıkarak hutbeyi okumaya başladı. Hutbenin mukaddimesinde halifelerin ismi zikredilirken imam efendi Yavuz Sultan Selim'i kastederek:
— Hakimülharameynişşerifeyn (Mekke ve Medine'nin hükümdarı) dedi.
İmam efendinin bu sözlerini duyan Koca Yavuz hemen oturduğu yerden ayağa kalkarak:
— İmam efendi! Okuduğunuz hutbedeki Hakimülharameyn lâfzını, hadimül harameyn olarak değiştir. Zira ben, Hakimül Harameyn değil; olsa olsa, o mübarek beldelerin hizmetçisi olabilirim, dedi.

ŞAŞI İNSAN VE PEYGAMBERLERE İMAN

Hoca Muslihiddin Efendi, talebe okutuyordu. Talebelerinden birisi şaşı gözlü idi; yani biri iki görürdü. Hoca Efendi talebelerine bir misâl anlatmak için dolabın içine bir şişe koymuştu. Şaşı olan talebeye:
— Zeynel Efendi dolapta bir şişe var, onu bana ver! dedi. Zeynel Efendi:
— Hocam burada iki tane şişe var hangisini vereyim? dedi. Hoca Muslihiddin:
— Hayır! Orada iki değil bir şişe var! dediyse de talebe biri iki görüyor ve dolapta iki şişe olduğunu ısrarla iddia ediyordu. Hoca Muslihiddin Efendi:
— Mademki iki şişe var, birisini kır da öbürünü bana getir, dedi. Talebe şişenin birini kırınca ötekisinin de yok olduğunu gördü. Muslihiddin Efendi talebelerine:
— Görüyorsunuz değil mi? İşte Peygamberlerin birine inanıp birine inanmayan, bu şaşı arkadaşınız gibidir. Halbuki Peygamberlerin tamamı bir sayılır, yani birine inanmak diğerine de inanmayı icabettirir. İsa Peygamber ne demişse, Musa Peygamber de onu söylemiştir, İbrahim Peygamber ne söylemişse, bizim Peygamberimiz Hazreti Muhammed (s.a.v.) de aynı şeyi söylemiş ve hepsini kabul etmiştir. Peygamberlere inanmak mevzuunda hıristiyanlar bu şaşı arkadaşınız gibi oluyorlar, buyurdu.

HZ. ÖMER'İN NİL NEHRİNE MEKTUBU

Hz. Ömer halife iken, Amr bin As (r.a.)'ı, Mısır'ın fethi için vazifelendirmiş, Mısır fetholunduktan sonra da onu Mısır'a vali tâyin etmişti. Bir gün Mısır halkı valinin huzuruna çıkarak şöyle dediler:
— Ya Amr, Nil Nehrinin bir adeti vardır, o adet yerine getirilmezse nehrin suyu çoğalmaz, kesilir... Halk da açlık sıkıntısı ile karşı karşıya kalır, dediler.
Amr bin As Hazretleri:
— O adeti nedir? diye sordu. Onlar:
— Biz her sene bir fakiri altın ve paralarla kandırır, çocuğunu Nil nehrine atarız, ondan sonra nehrin suyu çoğalır, halk da ondan istifade ederek kazanç sağlar, dediler.
Amr bin As Hazretleri, bu cahiliyetten kalma bir adettir diyerek buna müsaade etmedi ve Halife Hazreti Ömer'e meseleyi anlatan bir mektup yazdı.
Hazreti Ömer (r.a.), Valiye yazdığı cevabî mektupta:
— Kabul etmemekle çok iyi etmişsin. Sana gönderdiğim mektupla bir mektup daha gönderiyorum, onu Nil Nehrine at, dedi.
Hazreti Ömer'in Nil Nehrine yazdığı mektupta şöyle yazılı idi:
— Ya Nil! Akacaksan Allah'ın izniyle daha evvel nasıl akıyorsan öyle ak! Eğer akmazsan kıyamete kadar bir daha akma!
Hazreti Ömer'in Nil Nehrine yazdığı mektubu, vali nehre attı. Ertesi günü nehrin sularının onaltı metre yükseldiği görüldü!..

HATEM-İ TAİ'DEN DAHA CÖMERT


Cömertliği meşhur Hatem-i Taî'ye:
— Senden daha cömert bir kimse var mı acaba? diye sordular. O:
— «Evet! var», dedi ve başından geçen bir hâdiseyi şöyle anlattı:
Birgün bir seferim zamanında bir gence misafir olmuştum. Genç, fakir bir kimse olmasına rağmen bana bir koyun kesip hazırlattı, önüme koyunun böbreği geldiğinde: «Ben koyunun böbreklerini çok severdim» dedim. Bir ara ev sahibi genç ortalıktan kayboldu. Biraz sonra baktım ki varı yoğu olan yedi koyunun yedisini de kesmiş böbreklerini hazırlamış, önüme getirdi.
Ben şaşkınlık içerisinde kalmıştım. Çünkü biliyordum ki, genç fakir bir kimse idi. «Niçin benim için, varın yoğun olan yedi koyunu kestin. Ben sana böyle yap demedim. Sadece koyun böbreğini sevdiğimi Söyledim» dediğimde; bana şu karşılığı verdi: «Bana Tanrı misafiri gelmiş, hiç onun sevdiği bir şeyi ikram etmemem olur mu?» dedi.
Gencin bu misafirperverliğine hayran kalmıştım, gözlerim yaşardı... diye anlattı.
Hatem-i Taî'ye:
— Onun iyiliğine karşı sen ne yaptın? diye sordular. O:
— Derhal üçyüz deve, beşyüz koyun gönderdim, deyince...
— Demek ki sen ondan daha cömertmişsin, dediler. Hatem-i Taî:
— Hayır! O benden cömert, çünkü o bana nesi varsa ikram etti, bense ona sadece malımın bir azını gönderdim, dedi.

CARİYENİN RÜYASI VE HALİFE

Emevî halifelerinden Ömer bin Abdülaziz, son derece mütteki bir hükümdardı. Çok mütevazi bir hayat yaşar, hatta değiştirmek için bile iki takımdan fazla elbise bulundurmazdı.
Milletine gayet adaletle hükmeden Ömer bin Abdülaziz'in cariyelerinden birisi, bir gün bir rüya görmüştü. Halifenin huzuruna çıkıp anlatmak istedi. Halife, cariyesine rüyasını anlatmasını söylediğinde, cariye şöyle anlattı:
— Ey Emîrel - mü'minin rüyamda kıyamet kopmuş, insanlara Sırat Köprüsünden geçmeleri için emrediliyor, bazıları geçiyor, bazıları geçemiyor. Bu arada sıra sizden evvel geçen halifelere geldi. Evvel Abdülmelik Ibni Mervan'a «Geç!» dediler. Dikkat ettim gecemeyip düştü. Ondan sonra sıra ile diğer halifelere «Geç!» diye emrolundu. Bunların bazıları geçti bazıları geçemedi. Nihayet sıra size gelmişti, diye anlatırken, cariye daha sözünü tamamlamadan, Ömer bin Abdülaziz «Allah!» diye bağırmaya başladı.
Rüyayı anlatan cariye, ne yapacağını şaşırmış vaziyette:
— Ey Emîrel - mü'minin siz vallahi Sırattan çabuk geçtiniz, dedi ama, Ömer bin Abdülaziz cariyenin bu sözünü duyamamıştı. Çünkü Allah korkusundan heyecana kapılmış ve tamamen kendinden geçmişti.
Allah (C.C.) rahmetine gark eylesin.

HASAN BASRÎ HAZRETLERİNİN CİNLERE DUASI

Hasan-ı Basrî Hazretleri'nin yakın dostlarından biri olan Ebû Şeybe Hazretleri bir gün Hasan-ı Basrî Hazretlerinin devamlı namaz kıldığı camiye sabah erken varmıştı. Cami kapısı dışardan kitli olduğu halde içerden kalabalık bir cemaat tarafından «Âmîn! âmin!» diye dua edildiğini duydu. Ebû Şeybe büyük bir meraka kapılmış, ne olacak diye neticeyi bekliyordu. Biraz sonra içerde Hasan-ı Basrî Hazretlerinin olduğunu gördü!.
Daha fazla dayanamayan Ebû Şeybe Hazretleri:
— O kalabalık cemaat ne idi, ya Hasan-ı Basrî? diye sordu. Hasan-ı Basrî Hazretleri, oradaki esrarı şöyle anlattılar:
— Ya Ebû Şeybe! Onlar cinlerdi. Her gün benim dua etmemi isterler. Ben dua ederim, onlar da «âmîn!» derler. Sen bu hâdiseye şahit oldun, başka kimseye sakın söyleme, buyurdu.

SENDE ÇOCUK, BENDE KUYRUK ACISI OLDUKÇA DOST OLAMAYIZ

Eski zamanda bir beldede fakir bir adam varmış. O kadar fakirmiş ki köyün çobanı bile ondan zenginmiş. Bir gün dağda oduna giderken sıcaktan bunalmış vaziyette ağzını ayırmış sanki «Su! Su!» diye bağıran bir yılan görmüş. Adamcağız kendi kendine yılanı sulaması lâzım geldiğini düşünmüş. Araya araya bir miktar su bularak yılanın üzerine dökmüş. Yılan da hakikaten susuzluktan yanmakta olduğundan adamın döktüğü suyu büyük bir zevkle yalamaya başlamış ve adamdan memnun olduğunu belirten bir tavırla oradan çekilip gitmiş.
Birkaç gün sonra, adam yine ormana gittiğinde yılanı görmüş, yılan da adamı görünce boynunu bir tarafa kıvırarak:
— Ne yapayım ben? der gibi çekip gitmiş...
Fakat adam dağdaki işini bitirip de evine dönerken yine yılanla karşılaşmış. Fakat bu sefer yılanın ağzında bir altın varmış, adamı görünce oraya, adamın geçeceği yola bırakıp çekip gitmiş. Adam da altını alarak eve gelmiş, ikinci gün yılandan memnun olduğu için sevinçle bir kaba süt doldurarak yılanı gördüğü yere varmış ki yılan yine ağzında bir altınla adamı bekliyor. Adam sütü bir yere bırakmış yılan da hemen ağzındaki altını bırakarak süde koşmuş. Adam da altını alarak geri dönmüş ve arkadaşlık başlamış. Yani adamdan süt, yılandan altın...
Derken adam zengin olup hacca gitmeye karar vermiş, oğluna da meseleyi uzun uzun anlatarak hergün bir şişe süt götürüp altım almasını söylemiş.
Adam hacca gittikten sonra çocuk, bir gün sütü götürmüş altını almış, ikinci gün, ben demiş her gün süt getireceğime yılanı takip eder altının yerini öğrenir onu öldürürüm. Ondan sonra da altınların tamamını alır yılana süt getirmekten kurtulurum, demiş. Hakikaten ikinci gün sütü getirip altını aldıktan sonra, gitmeyip yılanı beklemiş, yılan sütü içip giderken de yılanı sessizce takip etmeye başlamış. Yılan tam deliğine başını sokmuş, kuyruğunu da çekeceği zaman çocuk elindeki balta ile yılanın kuyruğunu kesmiş. Fakat yılan can havliyle çıkarak Çocuğu sokup öldürmüş ve deliğine geri girmiş ama ölmemiş.
Adam haccdan gelip durumu öğrenmiş ama yine de yılana minnettar olduğu için süt götürmeyi ihmal etmemiş. Bir gün sütü götürdüğünde yılana:
— Kabahat bizim çocukta, ben sana süt getirmeye devam edeyim, sen de bana altın getirmeye devam et! dediğinde yılan getirilen sütü içip lisanı haliyle şöyle demiş
— Arkadaş, bu zamana kadar böyle devam ettik. Fakat bende kuyruk, sende de çocuk acısı olduğu müddetçe biz dost olamayız. En iyisi sen rızkını, ben de rızkımı başka yerden arayalım, deyip çekip gitmiş.
İşte meşhur darb-i mesel böyle vuku bulmuş.

NAMAZ KILINIRKEN PATLAYAN MERMİ

Girit Adasının fethi, yani Venediklilerden alınışı zamanında idi... Osmanlılar Girit'teki Kandiye Kalesini almak için var güçleriyle çarpışıyorlardı. Venedikliler de sonuna kadar direniyorlardı. O zaman Venedikliler Kandiye Kalesini savunmak için humbara isimli toplar kullanıyorlardı. Bir gün Osmanlı Ordusu Kumandanlarından Zeynel Bey, namaz kılıyordu. Namaz anında seccadesinin önüne bir bumbara mermisi düştü. Namazı bozup kaçmayan Zeynel Bey, namaza devam ederek secdeye vardı. Secde anında iken de bumbara büyük bir gürültü ile patladı. Fakat Zeynel beye hiçbir şey olmamıştı. O gayet sakin bir vaziyette namazını bitirdi ve doğruca baş kumandanın huzuruna - çıkarak durumu anlattı:
— Yalnız humbaranın patlamasını bekleyerek secdede biraz fazla kaldım. Acaba namazıma bir zararı oldu mu? diye sordu.
Zeynel Bey'in bu kahramanlığı kumandanın hoşuna gitmişti. Namaza bir halel gelmediğini söyledi ve Zeynel Beye de çıkarıp bir kese altın verdi.
İşte ecdâd bu toprakları böyle kazanmışlar, bizler de masa başında düşmana centilmenlik olsun diye Lozan'da, şurda - burda ikram etmişiz...

ALLAH'IN EVİ CAMİ DEĞİL, KALBDİR


Osmanlı Sultanlarından Yıldırım Beyazıd, Osmanlı imparatorluğunun merkezi olan Bursa'da bir cami yaptırmıştı. Caminin inşaatı tamamlandıktan sonra o zamanın mânevi büyüklerinden Emir Sultan Hazretlerini de yanına alarak camiyi gezdi. Caminin yapılışını kendisi beğenen Yıldırım, yanında bulunan Emir Sultan Hazretlerine:
— Nasıl cami güzel olmuş mu, beğendin mi? diye sordu. Bazı rivayetlere göre içki içtiği bildirilen Yıldırım'a Emir Sultan Hazretleri:
— Sultanım, cami çok güzel olmuş. Lâkin bir eksikliği var.. O da bir köşesine bir meyhane yaptırmayı unutmuşsunuz, dedi. Padişah Yıldırım, bu sözlere sinirlenmişti. Hiddetle.:
— Ne demek! Hiç Allah'ın evinde meyhane olur mu? diye gürledi.
Çünkü Yıldırım Beyazıd, kendisinin içki içtiğini kimsenin bilmediğini sanıyordu... Mânevi Sultanların her şeyden haberdar olacağını hiç düşünmemişti.
Emir Sultan Hazretleri:
— Allah'ın asıl evi, insanın kalbidir. Sen kendi yaptığın bir yapıya içkiyi koymak istemiyorsun da nasıl Allah'ın (C.C.) yapısı olan kalbe o haram şeyi koyabiliyorsun? buyurunca Yıldırım Han hatasını anlayarak bir daha içki sofrası hazırlatmadı, içki de içmedi.
Yıldırım Beyazıd'ın yaptırdığı cami Bursa'daki Ulu Camidir.

ÎBRETLİ BİR HADİSE

Osmanlı Padişahlarından I. Mahmut, Medine-i Münevvere'ye gitmişti. O zaman Medine'de Harem muhafızı olarak bulunan Hacı Beşir Ağaya:
— Harem'i Şerifte, kaldığın bu zaman zarfında fevkalâde bir hâdise ile karşılaştığın oldu mu? diye sordu.
Harem-i Şerifin bekçisi Beşir Ağa başından geçen bir hâdiseyi şöyle anlattı:
— Ravza-i Mutahharedeki Gbrü kapısı bazı geceler seher vakti açılır, fakat içeri kimsenin girdiğini göremezdim. Bir defasında kararımı verdim, her gece sabaha kadar uyanık kalacak, ne pahasına olursa olsun gelenin kim olduğunu öğrenecektim. Bir gece kapı yine açıldı.
Hemen kapıya koştum, içeri bir zat girdi. Kim olduğunu sordum. Bana, Konya Hadimli olduğunu ve isminin Muhammed olduğunu söyledi.
Ziyaret sebebi nedir? diye sordum. Birgivı Hazretlerinin «Tarikat-ı Muhammediyye» isimli kitabını serhettiğini, şüphe ettiği bazı yerleri Resûlüllah'ın bizzat kendisinden öğrenmeye geldiğini söyledi. Kendisini odama götürdüm. Bir müddet kaldıktan sonra benden izin isteyerek ayrıldı. Ben, sabah namazından sonra gene odama şeref vermesini rica ettim. «Memleketimde imamlık vazifem var! Bana izin ver» dedi ve ayrılıp gitti.
Bundan sonra da arada sırada gelirdi, kendisiyle görüşürdük...»
I. Mahmut, Hacı Beşir Ağa'nın ağzından bunları dinledi. Hâdisenin doğruluğuna iyice kanaat getirmek için de memleketin birçok alimleri ile beraber Hadimli Muhammed efendiyi İstanbul'a davet etti. Sonra Hacı Beşir Ağa'yı çağırarak gelen topluluğu ona gösterdi. Hacı Beşir Ağa, o kadar- topluluk içinde Muhammed Hadimi Hazretlerini tanıyarak yanına vardı,
— Hoşgeldiniz! dedi.
Padişah ve orada bulunan zevat da hâdisenin doğruluğuna iyice inanmış oldular. Allah onların şefaatindan mahrum etmesin. (Amin)

NAFAKASI BİTİNCE ÖMRÜ DE BİTTİ

Zamanın halifesi Harun Reşit, baş kadı Imam-ı Ebû Yusuf'la büyük velî Davud-u Taî Hazretlerini ziyarete gitmişti. Davud-u Taî Hazretlerinin evine varıp kapısını çaldılar. Kapıyı büyük velînin yaşlı annesi açtı. Harun Reşit ve Ebû Yusuf yaşlı kadına Davud'la görüşmek istediklerini söylediler. Kadın içeri girip görüşmek istediklerini söyleyince, Davud-u Taî Hazretleri:
— Benim dünya ehli kimselerle işim yok, diyerek kabul etmedi.
Halife ve Ebû Yusuf, Şeyhin annesinden" görüşmelerini temin etmesini rica ettiler. Annesi gelip tekrar kabul etmesini isteyince, Davud-u Taî Hazretleri:
— Anneye itaat Allah'ın emri olmasaydı; görüşmeyi kabul etmezdim... Fakat anneme isyan etmiş olmaktan korkarım, dedi ve görüşmeyi kabul etti.
Halife ve -baş kadı içeri girdiler. Hazreti Davud, halifenin elini sıktıktan sonra:
— Eğer ateşte yanmayacak olsaydı ne zarif ve güzel bir el, dedi ve birçok nasihatta bulundu.
Ayrılacakları zaman halife, Davud-u Taî Hazretlerine bir kese altın vermek istedi. Fakat Davud Hazretleri kabul etmeyerek:
— Harcamak için helâl mirasım olan evimi sattım. Onun parası bitince de ömrümü sona erdirmesi için Allah'a dua ettim, dedi.
Harun Reşit parayı vermeden oradan ayrıldılar.
Aradan hayli zaman geçmişti.. Ebû Yusuf Hazretleri, Davud-u Taî Hazretlerinin irtihal ettiğini söyledi. Hakikaten büyük veli o gün irtihali dar-i beka etmişlerdi. İmam-ı Ebû Yusuf'a bunu nereden bildiğini sordular. O şöyle anlattı:
— Davud Hazretlerinin yakınlarından onun ne kadar parası olduğunu ve günlük ihtiyacı için ne kadar sarf ettiğini öğrendim. Hesap ettiğimde bugün parasının bitmesi lâzımdı. Parası bitince de ömrü bitmiş olacaktı. Çünkü Allah'a (C.C.) öyle dua etmişti. Allah onun duasını reddetmez kabul eder.

KALB VE DÎL, HEM ÇOK TEMÎZ, HEM PİS

Hazreti Lokman (Lokman Hekim), yanında yardımcısı ile ava çıkmıştı. Avdan dönerken bir kabile reisi Lokman Hekim'e bir gece misafir kalması için ısrar etti. Lokman Hazretleri de kabul ederek o gece misafir kaldı. Kabile reisi Hazreti Lokman için bir koyun kestirdi. Hazreti Lokman çömezine:
— Kesilen hayvanın en temiz iki azasını kes bana getir, dedi. Çömezi gidip koyunun kalbini ve dilini kesti getirdi. Hazreti Lokman:
— Aferin bildin, dedi.
İkinci gün başka bir kabile reisi, Hazreti Lokman'a bir gece de kendisinde misafir kalması ve evini şereflendirmesi için ısrar edince, Lokman Hazretleri onu da kırmayıp bir gece de onun evinde kaldı.
Orada da ziyafet olarak bir koyun kestiler. Hazreti Lokman gene çömezine bu sefer:
— Hayvanın bana en pis yerinden ikisini kes getir, dedi. Yardımcısı yine hayvanın dilini ve kalbini kesip önüne koydu. Lokman Hazretleri çömezine:
— Aferin bunu da bildin. Hakikaten insanın ve hayvanın en pis ve temiz yeri, kalbi ve lisanıdır, buyurdu.

HZ. ÖMER (R.A.)'İN MES'ULİYETİ


- Emirül - Mü'minin Hazreti Ömer halife olmuştu. Esbaptan Ebu Ubeyde Hazretleri onu ziyarete gitti. Hazreti Ömer'in huzuruna çıktığında onu ağlar vaziyette bulup sebebini sordu:
— Ey mü'minlerin halifesi! Seni ağlatan nedir? Bir çaresi varsa halline çalışalım, dediğinde Hazreti Ömer (r.a.) şöyle buyurdu:
— Ya Eba Ubeyde! Ben ağlamayayım da kim ağlasın? öyle ağır bir yükün altına girdim ki Dicle kenarında bir oğlağın ayağı kırılsa benden sorulacak, önce Allah (C.C.) Hazretlerine kendi nefsimin, daha sonra da mükellef bulunduğum hükmüm altındakilerin hesabını vereceğim. Ben ağlamayayım da kim ağlasın?

BAŞINA SICAK KÜL DÖKÜLEN BEYAZIT

Kibar-ı Evliyadan Beyazıd-ı Bestamî Hazretleri; bir gün hamama girmişti. Hamamdan çıkıp evine giderken iki katlı bir evin dibinden geçiyordu, yukarıdan tepesine bir leğen sıcak kül döküldü.
Başındaki sarığı ve cübbesi yanan Allah dostu:
— «Şükürler olsun ya Rabbi!» diyerek elini yüzüne sürdü. Sonra yanındakilere dönerek şu vecizeyi söyledi:
— Ben ateşe lâyık bir kulum. Hiç başıma kül döküldü diye kızar mıyım?

BEYAZİT-I BESTAMİ VE KARINCALARIN VATANI

Beyazıt-ı Bestamî Hazretleri hacca gitmiş, gelirken de Hemedan şehrine uğramıştı. Hemedan'da pazara çıkıp, Usfur çiçeği tohumu aldı. Hemedan'dan devesine binip Bestam'a geldi. Usfur çiçeğinin tohumunu çıkarmak icre torbayı açıp baktığında Hemedan'dan torbanın içine bir miktar karıncanın da girmiş olduğunu gördü.
Ne yapması lâzım geldiğini düşünen Bestamî Hazretleri:
— «Böyle çalışkan bir mahluku vatanından ayırmaya benim hakkım yok...» diyerek, karıncaları geri Hemedan'a götürmeye karar verdi.
O kadar yolu kat'eden Hazreti Beyazıt, karıncaları götürüp aldığı yere geri bıraktı...

ÜÇ YARALIYA DA NASİP OLMAYAN SU

Peygamberimiz samanında Yermük Savaşı vuku bulmuştur. Bu savaşta eshap, birçok şehit vermiş ve birçok eshap da gazilik şerefi kazanmıştır, işte bu harpte vuku bulan bir hâdise; eshabın biribirine şe-hadet şerbeti içerken bile nasıl bağlı olduğunu göstermektedir.
Şöyle ki; Huzeyfetül Adevî isimli sahabî, harpte kahramanca savaşan amcası oğlunun yaralanarak yere düştüğünü gördü. Yanında bir miktar su bulunuyordu. Yere düşerek inlemeye başlayan amcası oğlunun yanına yaklaştı. Suyu ona vereceği sırada, başka bir yaralının «Su!... Su!» diye bağırdığı duyuldu, Şehadet şerbetini içmek üzere olan amcasının oğlu, hemen Huzeyfe'ye eliyle işaret ederek suyu ona götürmesini istedi. Hazreti Huzeyfe suyu hemen ona götürdü. O anda başka bir yaralı yine ölüm anında idi. «Su! Su!» diye inliyordu...
Suyu içmek üzere olan ikinci yaralı da Hazreti Huzeyffe'ye eliyle işaret ederek suyu öbür kardeşine götürmesini bildirdi... Hazreti Huzeyfe suyu alarak üçüncü yaralının yanına yaklaştığında, irtihal etmiş olduğunu gördü. Hemen kendisine en yakın olan ikinci yaralıya suyu götürmek için koştuğunda, onun da göçmüş olduğunu gördü. Bu sefer bari amcam oğlu içsin diyerek, amcası oğlunun yanına geldi ki o da ahirete gitmiş... Hiç kimseye nasip olmayan su, böylece Hazreti Huzeyfe'nin elinde kaldı...

BİR ÇÖP İÇİN AZAP


İsa aleyhisselâm bir kabristandan geçerken azap gören bir ehl-i kubur görüp Cenab-ı Allah'tan sebebini sual etti.
Allah (C.C.) :
— «Ya îsa dua et de o kulum dirilsin, sen de kendisinden niçin azap olunduğunu sor!» buyurdu.
Hazreti İsa duada bulunarak mevta dirildiğinde niçin azap olunduğunu sordu.
Azap gören zat:
— «Ya îsa, ben dünyada iken hamallık yapardım. Bir gün odun taşırken sahibinin haberi olmadan taşıdığım odundan bir çöp koparıp dişimi karıştırdım, işte Cenab-ı Allah bana bunun için azap etmektedir.» deyip kabrine geri girdi.
* * *

ALLAH'A ŞÜKRETTİĞİ İÇİN OTUZ YIL TEVBE ETTİ


Büyük Allah dostlarından Sırrı Sakatî Hazretleri esnaflık yapardı. Bir kere dükkânlarının "bulunduğu çarşıda yangın çıkmış, bütün dükkânlar; terlikçiler, örücüler, elbiseciler tamamen yanmıştı:.. Halk yangın yerine koşmuş, kimin dükkânı yanmış kimin yanmamış diye bakıyorlardı. Yangın yerinden ayrılan bir zata rastlayan Sırrı Sakatî Hazretleri:
— Benim dükkân da yanmış mı? diye sordu. Adam:
— Bütün dükkânlar yandığı halde seninki yanmamış, dedi. Sırrı Sakatı Hazretleri:
— Oh! Şükürler olsun, dedi.
Fakat dönüp evine geldikten sonra hata ettiğini anlayarak:
— Ya ben yanmasında hayır olan bir şeyin yanmamasına oh çekip, Allah'a şükrettiysem, ne günahlar işlemiş olurum, diye tam otuz yıl gözyaşı dökerek ağladı.
Cenab-ı Allah'dan affını diledi. Ya bizler... Her sözü Allah'a isyan olan bizler.

İMAM-I BİRGİVİ HAZRETLERİNİN BÜYÜKLÜĞÜ

Meşhur İslâm âlimlerinden İmam-ı Birgivî Hazretleri zamanın Şeyhülislâmı tarafından verilen bir fetvayı yırtmış ve fetvanın yanlış olduğunu söylemişti. Verdiği fetvanın yırtıldığını haber alan Şeyhülislâm, Birgivî Hazretlerini hesap sormak için huzuruna çağırdı. Şeyhülislâmın makamına varan Birgivî Hazretleri namaz kılmakta olan Şeyhülislâma selâm verip içeri girdi... Şeyhülislâm namazı bitirdikten sonra: ,
— Namaz kılan bir kimseye selâm verilir mi? diye sordu.
İmam-ı Birgivî Hazretleri ise:
— Biliyorum namaz kılan bir kimseye selâm verilemez... Lâkin siz benim içeri girdiğimde namaz kılmıyor, içeri çok karanlık şu pencereyi nasıl büyütmeli diye düşünüyordunuz. Ben de sizi pencere ile meşgul görüp selâm verdim, dedi.
Şeyhülislâm, Birgivî Hazretlerinin kemalâtını anlamıştı. Böyle bir kâmil insanı ayağına çağırdığından dolayı özür diledi. Yemek vakti oldu. Yemek yiyeceklerdi. Şeyhülislâmın maiyeti davet edildi. Sofra hazırlandı. Herkes mükellef vaziyette kurulmuş olan sofraya oturdular. Birgivî Hazretleri ise onların yemeğine hiç iltifat etmeyerek kendi torbasından zeytin - ekmek çıkarıp yemeye başladı. Şeyhülislâm ve diğer misafirler, Birgivî Hazretlerine hazırlanan yemekten niçin yemediğini sordular.
Birgivî Hazretleri eliyle yemek yiyenlerin gözlerini yukarıdan aşağıya bir sıvazlayınca, gördüler ki kendi yemekleri, o iştahla - zevkle yedikleri yemek kokmuş leşten ibaret... Kokmuş leşin üzerinde gezen kurtları görünce onlar da şaşırdılar nasıl bu yemeği yediklerine... Birgivî Hazretleri himmet edip tekrar normal hale avdet ettiklerinde İmam, bir de kendi ekmeğini elinin içine alıp sıktı ki, elinden süzülmüş balın damladığını gördüler.. Çünkü onların yediklerine kul hakkı karıştığı için haram olmuş, Birgivîninki ise kendi elinin emeği olduğundan helâldi...

İBRAHİM EDHEM'İN HAMAM PAHASI

İbrahim Edhem Hazretleri bir gün hamama girmek istemiş. Hamamcıya:
— Param yok, hamama girmeme müsaade etmez misiniz? demişti.
Hamamcı parasız hamama girilmez diyerek hamama sokmadı, İbrahim Edhem Hazretleri ısrar etti ise de hamamcı kabul etmedi. Boynu bükük olarak hamamdan ayrılan İbrahim Edhem Hazretleri, öyle bir bağırış bağırdı ki yer gök çın çın öttü... Bu sesi duyan halk, ağlamakta olan İbrahim Edhem Hazretlerinin başına toplanıp:
— Bu kadar feryada hacet yok, hamam parasını biz verelim de ağlama!, dediler.
İbrahim Edhem Hazretleri toplanan kalabalığa şöyle seslendi:
—— Ey ehalî! Siz, benim hamama giremediğim için mi ağladığımı sanıyorsunuz? Ben hamama giremediğim için ağlamıyorum. Ben dünyada iken parasız hamama bile sokmuyorlar... Ya ahirette de senin cennete girecek bir amelin yok diye kapıdan geri çevrilirsem benim halim ne olur? diye ağlıyorum... Çünkü salih ameli olup oraya girmeyi hak etmeyenleri içeri sokmayacaklar, buyurdu...

KASİDE-î BÜRDE

Mekke-i Mükerreme fethedilmişti... Hazreti Resulü Ekrem'e düşmanlık eden ve daima aleyhinde söz söyleyen on kişi Peygamberimiz tarafından idama mahkûm edilmişti. Bu idamlıklar içerisinde meşhur arap şairlerinden Kaab bin Züheyr de vardı. Kaab bin Züheyr Mekke fethedilir edilmez, hemen Mekke'den kaçmıştı. Fakat huzursuzdu. Kaab bin Züheyr'in kardeşi Büceyr, bir gün Resûlüllah'ın huzuruna çıkarak:
— Ya Resûlallah! Kardeşim Kaab huzurunuza gelse kabul eder misiniz? diye sordu.
Hazreti Peygamberimiz:
— Kabul ederim, ey Büceyr! buyurdular.
Büceyr, kardeşi Kaab'a haber göndererek af edildiğini bildirdi. Kaab çok sevinmişti. Koşarak Resûlüllah'ın huzuruna vardı, İslâmiyetin şartlarını öğrenerek müslüman oldu. Resûlüllahın huzurunda Peygamberimizi medheden bir kaside inşad etti. Kaside Peygamberimizin çok hoşuna gitmişti. Sırtından bürdesini çıkararak Züheyr'e hediye etti. Bu kasidenin ismi de ondan sonra Kaside-i Bürde olarak kaldı, (îmam Busıyrinin yazdığı ise Kaside-i Bür'e'dir.)

HAZRETİ ALİ'NİN KÂFİRİ AFFI

Bir harpte Hazreti Ali (r.a.) bir kâfirle çarpışıyor ve kâfir usta bir savaşçı olduğu için bir türlü mağlup edemiyordu. Tam karşı karşıya geldikleri bir sırada Hazreti Ali:
— «Ya Allah!» diyerek kâfirin üzerine hücum edip yere yatırdı. Çıkıp göğsü üzerine oturduktan sonra hançerini çıkarıp geberteceği sırada kâfir Hazreti Ali'nin yüzüne tükürdü. Kâfir, bunu Hazreti Ali gazaba gelsin de; daha çabuk öldürsün diye yapmıştı.
Hazreti Ali hemen kâfirin üzerinden kalkarak onun da ayağa kalkmasına müsaade etti. Kâfir şaşırmıştı:
— Ya Ali, ben seni kızdırmak için yüzüne tukurdum, sense beni tam öldüreceğin sırada serbest bıraktın. Bunun sebebi nedir? diye sordu. Hazreti Ali kâfire şu cevabı verdi:
— Ben bu harp meydanında Allah rızası için çarpışıyorum... Sen yüzüme tükürdüğün zaman içimde sana karşı bir hissi nefret belirdi, seni öldürmüş olsa idim Allah için değil de nefsime yapılan hakaretten dolayı öldürmüş olacaktım. Bundan dolayı seni öldürmekten vazgeçtim, dedi.
Kâfir Hazreti Ali'nin bu âlicenaplığına hayran kalarak İslâmiyeti kabul edeceğini ve İslâm dinini ta'rif etmesini istedi. Hazreti Ali İslâmiyetin şartlarını öğretip adam şehadet kelimesi getirerek müslüman oldu.

HARUN REŞİD'İN ALLAH KORKUSU

Halife Harun Reşit karısı Zübeyde hanımla sohbet ediyorlardı. Karısı Harun Reşit'e:
— Sen tebeanâ karşı Hazreti Ömer gibi adil olmadıkça cennete gireceğini sanma! Zalim olursan cehennemliklerden olursun, dedi. Harun Reşit karısının bu ithamına tahammül edemeyerek:
— Ben Allah'ın cennetlik kullarındanım. Eğer bu sözümde yalan varsa sen benden üç talak boş ol, diyerek yemin etti.
Zübeyde hanım islâmî emirlere bağlı bir kadındı. Kocasının böyle söylemesine karşı:
— Ey Harun! Aşare-i mübeşşereden başka cennetlik olduğu dünyada iken belli olan kim var? Sen nasıl böyle konuşuyor ve yemin ediyorsun? Bu sözden sonra aramızda ayrılık kesinleşmiştir, dedi ve Halife Harun Reşit'ten ayrıldı. Bir daha da yanına yaklaşmamaya karar verdi.
Harun Reşit müşkül durumda kalmıştı. Zamanının meşhur alimlerini çağırarak meseleyi anlatıp karısının boş olup olmadığını sordu. Bütün alimler nikâhın zail olduğunu bir daha evlenebilmeleri için hülle yapılması lâzım geldiğini söylediler. Harun Reşit'in bazı yakınları durumu bir de İmam-ı Yusuf'a sormayı tavsiye ettiler. Halife İmam-ı Ebu Yusuf'u çağırtıp durumu bir de ona anlattı.
İmam-ı Ebu Yusuf:
— Ey Emirel Mü'minin siz hiç sadece Allah korkusundan dolayı işlemeye azmettiğiniz bir hatadan vazgeçtiniz mi? diye sordu.
Harun Reşit kısa bir müddet düşündükten sonra başından geçen ibretli bir hâdiseyi şöyle anlattı:
— Memleketimizde uzun süren bir kıtlık hüküm sürmekte idi. Ben de halife olmam dolayısıyla hazineden halka erzak dağıtıyordum. Bir gün yoksullar içerisinde genç ve güzel bir kadın gelip kocasının ihtiyar olduğunu ve çocuklarının aç kaldıklarını söyliyerek erzak istedi. Rüşvet olarak da hiç uygun olmayan tekliflerde bulundu.
Kadının bu teklifi bana çok büyük tesir icra etti ise de kadından uzaklaştım ve Allah korkusundan günlerce tevbe - istiğfar ettim... diye anlattı.
İmam Ebu Yusuf:
— Senin söylediklerin Zübeyde hanımla aranızda yapılan nikâhı bozmamıştır. Çünkü Cenab-ı Allah: «Ve Limenhâfe makame Rabbihî cen-netan« buyurarak Allah'dan korkanlara iki cennet olduğunu beyan ediyor. Sen de Allah'tan korktuğuna göre nikâhınız bozulmamıştır, diye fetva verdi.
İmam-ı Ebû Yusuf'un bu fetvası kendisine bildirilen Zübeyde hanim Harun Reşit'le beraber yaşamaya razı oldu...

CENNETE İLK GİREN KOCASINA SADIK KADINDIR


Hazreti Fatımatüzzehra (r.a.) Hazretleri bir gün babası Peygamberimiz (s.a.s.)'e:
— Babacığım cennete en önce kadınlardan kim girecek? diye sordu.
Peygamberimiz (s.a.s.):
— Falan mahallede bir kadın var. O kadın ilk cennete girecek kadındır, buyurdular.
Hazreti Fatıma çok merak etmişti:
— Benden de mi evvel girecek babacığım? diye sordu. Hazreti Peygamberimiz:
— Senden de evvel girecek, istersen git de bir tanış. O zaman sen de neden önce onun gireceğini öğrenirsin, buyurdular.
Hazreti Fatıma'nın o kadın hakındaki merakı iyice artmıştı. Bir gün kadının evini sora sora buldu, kapısını çaldı, içerden ihtiyar bir kadın sesi duyuldu:
— Kim o?
Hazreti Fatıma, kendisini tanıtıp görüşmek istediğini söylediğinde kadın:
— Canım sana feda ey Allah Resulünün kızı. Sizinle çok görüşmek arzu ederdim. Fakat dışarı çıkmadığım için ziyaretinize gelemedim. Sizin beni arayıp bulmanız benim için bir lütuftur. Ancak ne var ki ben kocamdan izin almadan size kapıyı açamayacağım. Sizden çok özür dilerim. Yarın gelirseniz içeri girmeniz için izin alır kapıyı açarım, görüşürüz, dedi.
Hazreti Fatıma geri gitti, kadın da meseleyi anlatıp kocasından izin aldı. İkinci gün kadınla görüşeceğine emin olarak gelen Hazreti Fatıma yanına Hazreti Hasan'ı da alarak geldi. Kadının kapısını çalarak geldiğini bildirdi. Fakat kadın Hazreti Fatıma'nın yanında bir çocuk bulunduğunun farkına varmıştı. Hazreti Fatıma'ya:
— Yanınızda bir de çocuk var. Ben yalnız sizin için izin almıştım, içeri siz girebilirsiniz, fakat çocuk dışarda kalır, isterseniz yarın gelin onun için de izin alayım, beraber içeri girersiniz, dedi.
Hazreti Fatıma ikinci defa içeri giremeden geri döndü. Üçüncü gün yanına Hazreti Hüseyin'i de alarak gitmişti.- Kapıda yine aynı durumla karşılaşarak Hüseyin'i içeri alamayınca geri dönmek mecburiyetinde kaldı. Üçüncü gün üçü birden gittiklerinde kadın kocasından her üçü için de izin almıştı, içeri girdiler. Hazreti Fatıma bir de baktı ki, içerde kendisini karşılayan dışarda sesinden tanıdığı kadın değil. Genç ve güzel bir kadın... Hayretle sordu:
— Sizinle dışardan konuşurken sesiniz başka idi, şimdi başka, bu nasıl oluyor? dedi.
Kadın;
— Sizinle konuşurken sesim dışarıya çıkmakta idi. Ben de sesimi yabancı erkek duyar da günaha girerim diye ağzıma taş parçası alarak konuşuyordum. Şimdi ise o taşı çıkardım, dedi.
Hazreti Fatıma'nın gözleri yaşarmıştı. Babasının neden cennete evvelâ bu kadının gireceğini söylediğini anladı.
Kadın Hazreti Fatıma (r.a.)'ya:
— Ey Allah'ın Resulünün kızı! Acaba ben kocama karşı vazifemi ifa etmiş oluyor muyum? "Allah beni kocama itaatsizlikten dolayı hesaba çeker diye korkuyorum, dedi.
Hazreti Fatıma babasının müjdesini bildirdi:
— Hayır! Sen bil'akis babamın cennete ilk girecek kadın diye müjdelediği birisin. Hiçbir kadın sizin yaptığınızın onda - birini bile yapamaz, dedi.
Ve cennete ilk girecek olan kadınla bir hayli sohbet ettikten sonra müsaade isteyerek oradan ayrıldı.

YAVUZ SULTAN SELİM'İN SON SÖZÜ

Yavuz Sultan Selim, hayatının son demlerinde yanından ayırmadığı doktoru Hasan Can'a hasta yatağında bulunduğu bir sırada:
— Hasan, beni nasıl görüyorsun, dedi. Hasan Can:
— Sultanım Allah'a kavuşmak zamanıdır. O'na yöneliniz! dedi.
Yavuz:
—— Ya Hasan bunca zamandır sen bizi kiminle sanıyorsun? Allah'a karşı bir kusurumuz mu var?, dedi. Hasan Can:
— Sultanım hiç bir zaman sizin için öyle düşünmedim ve düşünmem. Yalnız şu var ki her zamanki halinizle şimdiki haliniz mukayese edilemez... Ben bu bakımdan size hatırlatmak istedim, demişti ki Padişahın ağzından artık son defa Lailahe illallah, Muhammedün Resûlüllah dediği duyuldu.
Yavuz Sultan Selim şehadet getirerek ruhunu teslim etti.

BEHLÜL'ÜN PADİŞAHLIĞI

Halife Harun Reşid'in kardeşi Behlül Dane Hazretleri bir gün kardeşinin tahtına geçip oturmuştu. Birkaç dakika oturmadan hemen sarayın hizmetçileri gördüler. Behlül Dane Hazretlerini tahttan indirdikleri gibi bir de temiz dayak attılar... Behlül ağlamaya da başlamıştı. O anda saraya Harun Reşit gelerek Behlül'ün neden ağladığını sordu. Oradakiler Behlül'ün büyük ve affedilmez bir hata ettiğini, tahta çıkıp oturduğunu, kendilerinin de tahttan indirip dövdüklerini söylediler.
Ağabeyinin ağlamasına üzülen Harun Reşit:
— «Behlül böyle hatalardan dolayı dövülür mü?» deyip, özür diledi.
Behlül Dane Hazretleri kardeşine:
— «Kardeşim ben, beni dövdüler diye ağlamıyorum. Ben birkaç dakika tahta çıkmakla bu kadar dayak yedim, yarın senin durumun ne olur, ne kadar dayak yiyeceksin diye düşünüyor ve onun için ağlıyorum,» dedi.
Bu sözler Harun Reşid'in gözlerini yaşarttı...
— «O halde söyle nasıl hareket edersem kurtulurum,» dedi. Behlül Dane Hazretleri de şu nasihatta bulundu:
— Adaletle hükmet, kimseyi incitme, millet senden memnun olup sana dua etsinler. Ancak o zaman kurtulursun