REKLAM

7.01.2017

BU AKŞAM HİNDİSTAN'DA

    Hz. Süleyman'ın sarayına kuşluk vakti saf bir adam telaşla girer. Nöbetçilere, hayati bir mesele için Hz. Süleyman'la görüşeceğini söyler ve hemen huzura alınır. Hz. Süleyman (a.s) benzi sararmış, korkudan titreyen adama sorar:
    "Hayrola ne var? Neden böyle korku içindesin?  Derdin nedir? Söyle bana..."
    Adam telaş içinde:
    "Bu sabah karşıma Azrail (a.s) çıktı. Bana hışımla baktı ve hemen uzaklaştı. Anladım ki, benim canımı almaya kararlı..."
    "Peki ne yapmamı istiyorsun?"
    Adam yalvarır:
    "Ey canlar koruyucusu, mazlumlar sığınağı Süleyman! Sen her şeye muktedirsin. Kurt, kuş, dağ, taş senin emrinde. Rüzgarına emret de beni buradan ta Hindistan'a iletsin. O zaman Azrail (a.s) belki beni bulamaz. Böylece canımı kurtarmış olurum. Medet senden!"
    Hz. Süleyman, adamın haline acır. Rüzgarı çağırır ve:
    "Bu adamı hemen al. Hindistan'a bırak!" emrini verir. Rüzgar bu... Bir eser, bir kükrer. Adamı alır ve bir anda Hindistan'da uzak bir adaya götürür.
    Öğleye doğru Hz. Süleyman, divanı toplayarak gelenlerle görüşmeye başlar. Bir de ne görsün, Azrail (a.s.) da topluluğun içine karışmış, divanda oturmaktadır. Hemen yanına çağırır:
    "Ey Azrail! Bugün kuşluk vakti o adama neden hışımla baktın? Neden o zavallıyı korkuttun?" der. Azrail (a.s) cevap verir:
    "Ey dünyanın ulu sultanı! Ben, o adama öfkeyle,hışımla bakmadım. Hayretle baktım. O yanlış anladı. Vehme kapıldı. Onu, burada görünce şaşırdım. Çünkü Allah (cc) bana emretmişti ki:
    "Haydi git, bu akşam o adamın canını Hindistan'da al!"
    "Ben de bu adamın yüz kanadı olsa, bu akşam Hindistan'da olamaz. Bu nasıl iştir, diye hayretlere düştüm. İşte ona bakışımın sebebi bu idi."

KAYNAK: TOPBAŞ, Osman Nuri, Mesnevi Bahçesinden Bir Testi Su, Erkam Yayınları Altınoluk Dizisi 20, s. 150-151

SODOM ve GOMERE'NİN SON GÜNÜ

    Hz Lût (a.s), Arap yarımadasını puta tapıcılıktan alıkoymak, ortaksız ve tek bir Allah'ı tanıtmaya çağıran ve bu mukaddes yolda büyük başarılar kazanan Hz. İbrahim'in amcasının oğludur. Ömrü ve peygamberliği bugün Ürdün devletinin sınırları içinde bulunan Lût gölü çevresinde geçmiştir. Günümüzde tuzlu suların doldurduğu orta büyüklükte olan su saha, eskiden toprakları oldukça verimli bir vadi idi ve o günün önemli şehirlerini sinesinde barındırıyordu. Bu şehirlerin ikisinin adını bugün de biliyor ve yapılan ilmi kazılar sonunda izlerine rastlıyoruz.
    Şehirler; Şezum (Sodom) ve Omore (Gomore) şehirleridir.
    Hz. Lût (a.s) Şezum şehrinde oturuyordu. Şimdi size bu çevrenin ve bu çevrede dosdoğru Allah yolunun sözcülüğünü ve yılmaz mücadelesini yapan Hz. Lût'un son günlerine ait bir hikayeyi kısaca anlatacağız...
    İnsanoğlu, yolun doğrusundan bir kere çıkmaya görsün; düşmeyeceği sapıklık ve yuvarlanmayacağı uçurum yoktur. Hz. Adem'in oğlu Kabil'e yeryüzünün ilk cinayetini, üstelik öz kardeşinin canına kıydırmak suretiyle işleten şehvet hırsı, Hz. Lût'un kavmini büsbütün başka ve yüz kızartıcı bir ahlak düşkünlüğüne sürüklemiştir.
    Bu sonsuz kavim erkek erkeğe cinsi birleşmeyi (livata) vazgeçilmez, sapıkça bir huy haline getirmişlerdi. Hz. Lût'un dosdoğru yolu temsil eden bir Allah resulü sıfatıyla durmak ve yorulmak bilmez bir gayret göstererek yaptığı bütün ikazlar ve verdiği bütün acı-tatlı öğütler bu ahlak düşkünlerine zerrece bir tesir etmiyordu.
    Nihayet her şeyi daha başından bilen Ulu Allah'ın kesin ve değişmez hükmünün günü geldi. Hz. Lût'un sapık kavmi, Allah'ın başlarına vereceği karşı durulmaz bir felaketle, toptan mahvolacak ve yokluğun karanlıklarına gömülecekti.
    Ulu Allah (c.c) bu kesin kararını bildirmek ve kendisine inanmış birkaç yakını ile birlikte, son günlerini yaşayan günahkar şehirden ayrılmasını söylemek üzere Hz. Lût'a günün birinde üç tane melek göndermişti. Melekler; genç ve yakışıklı erkek kılığına girerek yeryüzüne inmişlerdi.
    Şezum (Sodom) şehrine vardıklarında doğruca Hz. Lût'un evine yöneldiler. Şehvet sapıkları şehre üç tane genç ve yakışıklı delikanlının geldiğini duyunca bir anda yollara dökülerek gelenleri görmek istediler. Meleklerin geçtiği yolun hir iki yanı, ahlak düşükleri tarafından doldurulmuştu. Tap taze erkek kılığına girmiş meleklere bakarken hepsi şehvet kururganlıkları içinde kıvranıyor; ağızlarından salyalar akıyordu. Azgın kalabalığın arasında yollarına devam eden melekler, Peygamber Lût'un evine vardılar. Kudurmuş ahlaksızların hiçbirisi, ele geçirip azgın şehvetlerini bir anlığına tatmin edebilmek için arkalarından kıvrandıkları gençlerin, şehirlerini ve çevrelerini toptan yok etmeyi kararlaştıran Allah'ın emri ile birlikte gelmiş melekler olduğunu bilmiyor ve düşünmüyorlardı.
    Melekler Lût'un evine varınca önce kim olduklarını söylemediler. Arkalarına takılan kalabalık evin kapısına dayanmıştı. Anlaşılmaz sözlerle bağırışıyorlar ve Hz. Lût'un evine aldığı genç delikanlıları ellerine vermesini istiyorlardı. Hz. Lût (a.s) gelen misafirlerinden utanıyordu ve kapıda bağrışan kalabalığın azgın hırslarından endişe ediyordu.
    Bir ara evinin kapısına çıktı; kudurmuş kalabalığa dündü "ey azgınlar, soysuzlar, gelenler benim olduğu kadar kendinize de aziz misafirlerdir; yani hepinizin misafirleridir. Bu kadar da mı insanlığınızı unuttunuz? Bir parça olsun kendinize geliniz." diye söze başladı.
    Kalabalıktan homurtulu gülüşmelerin geldiğini duyunca "size iki tane genç ve güzel kızımı vereyim. Gözlerinizi bürüyen şehvetinizi onlarla tatmin edin de tek beni misafirlerim karşısında rezil etmekten vazgeçerek buradan uzaklaşın" diye teklifte bulundu.
    Fakat kendinden geçmiş kalabalık hiçbir söz dinlememekte ve hiçbir teklife yanaşmamaktadır. Evin kapılarını arka arkaya zorluyor ve içerdeki gençleri istiyorlardı.
    Ağlamaklı bir çehre ile içeriye dönen Hz. Lût'a kapıdakilerin ısrarla istediği genç misafirler; melek olduklarını, Allah'ın emri üzerine geldiklerini bildirdiler ve dediler ki; "Allah'ın emri artık kesindir. Yıllardan beri söz dinletemediğin bu beyinsiz halkın artık sonu gelmiştir. Birkaç saat sonra topuna gökten ateş ve ölüm yağacak ve şehirleri ile birlikte yokluğa kavuşacaklardır. Onların başlarına gelmek üzere olan bu felaket, ısrarla Allah'ın emirlerine karşı gelenlere ve Peygamberler'in verdiği öğütlerine arka dönen sapıklara bütün devirler boyunca ibret dersi olacaktır. Allah'ın sana emri böyledir:
    Gece olunca sana inananları ve yakınlarını alacak ve ölüm kokan şu lanetlik şehirden habersizce uzaklaşacak ve şu sapık halkı lanetlik akibetleri ile baş başa bırakacaksın. Sana bunları söyleme geldik."
    Allah'ın emri üzere Hz. Lût (a.s) ile inanmış yakınları meleklerin dediklerine uyarak Sodam ve Gomere'yi o gece yarısı, sezdirmeden terkettiler. Sabahın ilk ışıkları ile birlikte lanetlik şehirlere ve sapık halkına gökyüzünden görülmemiş bir Allah gazabı boşalmaya başlamıştı. Ahlaksız soysuzlar neye uğradıklarını anlayamadılar. Yüce Allah (c.c.) ulu sabrını iyice kötüye kullanarak günden güne daha da azgınlaşanlara yakıcı kükürt alevleri ile taşlar yağdırıyordu. Bir kaç saniyelik afet ve ölüm saçan bir yağmur sonunda, halkın yekünü ile birlikte bütün şehirlerini ilerdeki insanlığın gözleri önüne bir ibret dersinin örneği olmak üzere harabeye çevirmiş ve yerle bir etmişti.

    Esirgeyici Allah (c.c.) cümlemizi görünür, görünmez ve aniden bastıran felaketlerden korusun, amin!..

KAYNAK: Ermişlerden Osman Efendi, Seçme Dini Hikayeler, Seda Yayınları, İstanbul 2000, s. 1122-128

BÖYLE ÖRNEK OLUYORDU İNSANLIĞA!

    Onun ideali, insanlığa hizmetti, yoksa insanlığın kendisine hizmeti değildi. O sebepten eline geçeni yemek yedirir, içmez içirir, yönettiği insanların mutluluğuyla mutlu olurdu.
    Yine adeti üzere bir miktar imkan biriktirmiş, çevresine de münadiler göndermişti.
    Sesleniyorlardı Medine sokaklarında münadiler:
    - Resulüllah mescidin önünde muhtaçları bekliyor. Miskin derecesinde ihtiyaç sahibi olanlar gelsin, hisselerine düşecek yardımı alsın, kimse mahrum kalmasın!
    Az sonra mescidin önüne muhtaçlar toplanmışlardı. Mutluydular. Çünkü kasıp kavuran ihtiyaçlarının hiç olmazsa bir kısmını karşılayacak imkana kavuşacaklardı.
    Nitekim düşündükleri gibi de oldu. Efendimiz gelenleri şöyle bir gözden geçirdikten sonra mevcudu da hesap ederek önünden geçenlere hisselerini veriyor, onlara tebessümle bakarak mutluluğunu da açıkça hissettiriyordu.
    Mutluydu. Çünkü O'nun en büyük mutluluğu insana yardım, insana hizmetle meydana geliyordu. İşte o anda da insana hizmette bulunuyor, ihtiyaç sahiplerinin sıkıntılarını gideriyordu.
    Nihayet elindeki mikan bitti, yardım isteyecek insan da bitti. Demek ki hesap iyi yapılmıştı.
    Ne var ki çok sürmedi, ötelerden kan ter içinde koşup gelen bir bedevi görüldü. Adama hem ufkuna bakıyor, hem de nefes nefese koşmaya devam ediyordu. Nihayet geldi, şöyle bir nefeslendikten sonra söylendi.
    - Yardım dağıttığınızı söylediler onun için nefes nefese koştum; ama yine de yetişemedim! Zaten hep şanssızım ben.
    Çok üzgündü yoksul adam. Anlaşılan ihtiyacı da fazlaydı. Böyle bir fırsatı mutlaka değerlendirme niyetiyle koşmuştu; ama yine yetişememişti.
    Sordular:
    - İhtiyacın çok mu fazlaydı?
    Saymaya başladı yardım alabilseydi neler alacağını.
    Hepsi de zaruri ihtiyaçtı. Demekki adamın ihtiyacı şiddetliydi. Ama Rasulüllah'ın imkanı da bitmişti. Elinde avucunda olanı tümüyle vermiş, geriye tek dirhem bile kalmamıştı. Şimdi ne olacaktı?
    Efendimiz şefkatle baktı bedeviye. Sonra da beklenmeyen teklifini yaptı yoksul adama:
    - Üzülme ihtiyaçlarını yine alacaksın. Hem de hiçbirini bırakmaksızın!
    - Nasıl? Diyerek heyecanlandı yoksul adam. Efendimiz kelimelere basa basa konuştu:
    - Şimdi buradan kalk, şehrin içine dal, ihtiyaçlarını nerede bulursan al ve aldığın satıcılara da de ki:
    - Mal bana ait, parasını ödemek de Resulullah'a! Allah'ın Resulü ödeyecektir. İstediğimi verin!
    Resulüllah (sas) böylece verecek parası olmayınca muhtaçların borcunu yükleniyor, bir fırsatını bulup da ödeyeceğini düşünerek insanına böyle yardımda bulunuyor, insana hizmeti böyle en öne alıyordu.
    Adam sevinçle çarşının yolunu tuttu. Zihninde neleri alacağının hesabını yaparak heyecanla gidiyordu.
    Olaya şahit olan Hazreti Ömer, fedekarlığın bu kadarına razı olamamış gibiydi.
    Nihayet düşüncesini dile getirmekten kendini alamadı da dedi ki:
    - Ya Resulellah! Sen gücünün yettiğiyle mükellefsin, yoktan da vermekle değil. Elinde  olanı tümüyle dağıttın, geriye bir şey kalmadı. Neden başkalarının borçlarını da yükleniyor, onların ihtiyaçlarını da karşılamak zorunda bırakıyorsun kendini? Bu kadarı da fazla değil mi?
    Bu sözlerden hiç de memnun olmayan Resulüllah'ın yüzündeki tebessümün kaybolduğu görüldü. Halbuki o ana kadar çok mutluydu, tebessümü hiç eksik etmemişti.
    Bu defa da masum bir adam söze karıştı;
    - Ya Resulallah sen Ömer'e bakma ver, Allah da sana verir, dedi.
    Bu söze memnun olan Resulüllah'ın tebessümü tekrar yüzünde belirdi, 'fedekarlığa devam et' sözünden memnun olduğu anlaşılıyordu.

KAYNAK: Şahin, Ahmed, Yaşanmış Örnekleriyle Aradığımız İslam, Zaman Cep Kitapları, 3, Feza Gazetecilik, İstanbul 2001

6.01.2017

DUA’NIN EHEMMİYETİ VE ADABI

استعيذ بالله : وَإِذَا سَأَلَكَ عِبَادِي عَنِّي فَإِنِّي قَرِيبٌ أُجِيبُ دَعْوَةَ الدَّاعِ إِذَا دَعَانِ فَلْيَسْتَجِيبُوا لِي وَلْيُؤْمِنُوا بِي لَعَلَّهُمْ يَرْشُدُونَ  
 قال رسول الله صلى الله عليه و سلم :  الدُّعَاءُ مُخُّ الْعِبَادَةِ
Muhterem Mü’minler
Bu haftaki hutbemiz DUA’NIN EHEMMİYETİ VE ADABI hakkındadır.
İman sahibi bir mü’minin Cenab-ı Hakk’ın kudret ve rahmetine sığınarak kendi acizliğini kabul ettiği ve Allah’a kul olduğunu ızhar ettiği en mühim kulluk vazifelerinden biri de duadır. Dua esasen davet gibi çağırmak manasına masdardır. Sonra küçükten büyüğe ve aşağıdan yukarıya doğru vaki taleb ve niyaz için isim olmuştur. Duanın hakikati kulun Rabbi’nden imdad dilemesi, yardım talep etmesidir.”[1]
Mü’min Suresi’nde şöyle buyrulmaktadır:
“ Bana dua edin, karşılık vereyim. Bana kulluk etmeyi kibirlerine yediremeyenler, aşağılanmış olarak cehenneme gireceklerdir”[2]
Peygamber Efendimiz (s.a.v.);  “Dua ibadettir” buyurduktan sonra bu Ayet-i Kerime’yi okumuşlardır.[3] Başka bir Hadis-i Şerf’te de  “Dua ibadetin özüdür”[4] buyurarak dua ve ibadet arasındaki bu alakayı göstermişlerdir.
Bir Hadis-i Kudsî’de ise şöyle buyrulmaktadır:
 “Kulum bana olan zannı yanındadır. Ben de, kulum bana dua ettiği zaman onunla birlikteyimdir”[5]
A’râf Suresi’nde ise, Mealen bizlere nasıl dua edeceğimiz talim buyrulmuştur.  “Rabbinize yalvara yakara ve gizlice dua edin. Bilesiniz ki O, haddi aşanları sevmez. Islah edilmesinden sonra yeryüzünde bozgunculuk yapmayın. Allah'a, korkuyla ve ümitle dua edin. Muhakkak ki iyilik edenle­re Allah'ın rahmeti çok yakındır.”[6]
Bakara Suresi’nde ise mealen: “Kullarım sana beni sorduklarında bilsinler ki şüphesiz ben yakınım, dua ettiği zaman, dua edenin, duasına icabet ederim. Şu halde benim davetime gelsinler ve bana iman etsinler ki doğru yolu bulsunlar.”[7], buyrulmaktadır.
Muhterem Mü’minler
Ulemamız Dua’nın Sünnetleri ve Adabı başlığı altında, gerek duadan önce gerekse dua esnasında dikkat edilmesi icab eden hususları zikrederek bizlere yol göstermişlerdir. Zira her şeyde olduğu gibi duada da adabına riayet çok mühimdir. Adabına riayet ederek yapılan duaların kabul olunacağını Peygamber Efendimiz (s.a.v.) bizlere şöyle ifade buyurmuşlardır: 
 “Allah-ü Teâlâ’ya, duanızın kabul olunacağına yakinen inanarak dua edin. Çünkü Allah (c.c.), gafil ve Allah’tan başkasıyla meşgul olan bir kalpden sadır olan duaya icabet etmez”[8]
Duanın Adabı mevzusunun başında, helal lokma ve helal elbise hususu kaydedilmektedir.[9] Kişinin midesinde haram lokma varsa, elbiseleri haramdan elde edilmiş ise onun duasının kabul olunmayacağı bildirilmektedir.
Dua için,  faziletli vakitleri ve halleri tercih etmelidir. Duaya Allah-ü Teâlâ’ya hamd ve Rasüllah (s.a.v.)’e salâvat okuyarak başlamalı, dua ederken duasının kabul olunacağına kat’î olarak inanmalı, şüpheye düşmemelidir.



[1] Elmalılı, Bakara Suresi 186. Ayet-i Kerime’nin tefsiri
[2] Mü’min 60
[3] Sünen-i Tirmizi; Taberânî, ed-Duâ, el-Mektebetü’ş-Şamile
[4] Sünen-i Tirmizi, el-Mektebetü’ş-Şamile
[5] Müsned-i Ahmed  ibn-i Hnbel, el-Mektebetü’ş-Şamile
[6] A’raf 55-56
[7] Bakara 186
[8] Sünen-i Tirmizi, el-Mektebetü’ş-Şamile
[9] Seyyid Ali Zade, Şerh-u Şir’ati’l-İslam, s.163

4.01.2017

AYNEN SENİN GİBİ OLMAK İSTERİM

Bir gün Azizan Hazretlerine, hatırı sayılır bir zat misafir geliyor. Fakat evde hazır yemek yok... Azizan Hazretleri üzülüyorlar. Evlerinin kapısına çıkıyorlar. O sırada, paça satan bir genç, elinde bir çömlekle geliyor. Çömlekte donmuş paça var...
Genç:
-Bu yemeği sizin ve yakınlarınız için hazırladım. Kabul buyurursanız beni mesut edersiniz.
Diyor.
Azizan Hazretleri bu nazik anda gelen yemekten son derece hoşnut kalıyorlar ve gence iltifat ediyorlar. Gelen yemekle misafir ağırlanıyor. Misafir gidince Şeyh Hazretleri paça satan genci çağırtıp:
-Senin getirdiğin bu yemek, sıkıntılı bir ânımızda imdada yetişti. Sen de şimdi bizden ne muradın varsa iste ki, Allah dileğini verse gerektir.
Genç:
-Aynen senin gibi olmak isterim.
Diyor.
Bu çok güç bir şey... Üzerimizdeki yük senin omuzlarına çökecek olursa ezilirsin!
Cevabını veriyor Azizan Hazretleri...
Fakat genç yana yakıla ısrar ediyor:
-Benim âlemde tek muradım bu... Tıpkı tıpkısına senin gibi olmak... Başka hiç bir şey beni teselli edemez. Başka emel tanımıyorum!
-Peki, diyor, Azizan Hazretleri; öyle olsun!
Ve genci elinden tuttuğu gibi halvet odasına çekiyor. Orada nazarlarını gence mıhlayıp kalpleriyle kalbine yöneliyorlar. Biraz sonra gençte bir değişiklik başlıyor. Genç hem zahirde ve hem batında Azizan Hazretlerinin ayı olarak meydana çıkmaya başlıyor. Bu hal tam 40 gün devam ediyor ve 40'ıncı gün genç girdiği yükün ağırlığında bekâ âlemine göçüyor. Fakat muradına ermiş ve ebedi saadete erişmiştir 
ŞAHSİ İŞLER
 
Saatlerce yol katetmişti kafile, binenlerde ve binek hayvanlarının da her ikisinde de yorgunluk işaretleri belirmeye başlamıştı. Su bulunan bir mekana ulaştıkları vakit, kafile konakladı. Kervanda bulunan Resul-i Ekrem (s.a.a) devesini çöktürdükten sonra indi. Hepsinin düşüncesi bir an evvel suya ulaşıp namaz mukaddematını hazırlamaktı.
Resul-i Ekrem (s.a.a) indikten sonra yürüyerek su bulunan tarafa doğru gitti, fakat biraz sonra tek söz bile konuşmadan binek hayvanına doğru döndü. Ashab ve dostları, şaşkınlıkla, kendi kendilerine; acaba burayı konaklamak için beğenmedi mi? Yoksa hareket emri mi verecek diye düşündüler. Meraklı bakışlarıyla emir vermesini bekliyorlardı. Fakat bir an için topluluğun şaşkınlığı daha da arttı. Zira gördüler ki Peygamber, devesinin yanına varınca, devenin dizbağını kaldırarak hayvanın dizlerini bağladı ve sonra, ilk maksadına doğru yürüdü. Feryatlar yükseldi etraftan, neden bu işi yapmamız için bize emir vermedin de zahmet edip geriye döndün, dediler. Bu işi yapmak bizim için büyük bir şerefti.

Onlara cevaben şöyle buyurdu: Şahsi işlerinizde asla başkalarından yardım istemeyiniz. Ve sonra şöyle devam etti sözüne; bir parça misvak için bile başkalarına dayanmayınız 
DUA İÇİN RİCA
Bir şahıs, heyecan ve ıstırapla, İmam Sadık (a.s)ın  huzuruna gelerek:
-  Ne olursunuz efendim, Allah’a bana daha fazla rızık vermesi için dua da bulunun, çünkü çok yoksulum, dedi.
İmam:
- Hayır, asla dua edemem buyurdu.
- Niçin edemezsiniz efendim?
-   Zira Allah bu iş için bir yol tayin etmiştir; rızk peşinden koşun ve onu elde edin diye de emir buyurmuştur. Halbuki sen evinde oturup, dua etmek suretiyle, rızkın senin peşinden gelmesini istiyorsun.