REKLAM

4.01.2017

SİHİRLİ FASÜLYE


Bir zamanlar yoksul ve dul bir
kadın varmış. Oğlu çok tembel
bir delikanlı olduğu için paraları
yok denecek kadar azmış. Bir
gün o kadar zor bir duruma
düşmüşler ki, kadıncağız
ellerinde kalan tek mal varlığını,
Süt Beyazı isimli ineklerini
satmaya karar vermiş. Oğluna
ineği pazara götürüp
satabileceği en iyi fiyata
satmasını söylemiş.
Delikanlı pazara giderken yolda tuhaf bir yaşlı adama rastlamış. Yaşlı adam
ineğe bir göz atmış ve delikanlıya, “Bak çocuğum, bana bu ineği verirsen
karşılığında sana çok değerli şeyler veririm,” demiş. Sonra cebinden beş fasulye
tanesi çıkarmış.
“Fasulye tanesi mi?” demiş delikanlı tereddütle.”
“Ama bunlar sihirli,” demiş yaşlı adam. Adam öyle deyince bu iş delikanlının
aklına yatmış ve fasulyeler karşılığında Süt Beyazı’nı yaşlı adama vererek
yaptığı değiş tokuştan memnun, eve dönmüş.
“Anne! Bak elimde ne var!” diye seslenip olanları anlatmış delikanlı eve dönünce.
Ama annesi ona çok kızmış. Fasulye tanelerini dışarı, eline geçirdiği tavayı da
delikanlıya fırlatmış. Sonra da ceza olsun diye onu odasına yollamış ve ona
yemek vermemiş.
Sabah olunca delikanlı gözlerine inanamamış. Yatak odasının penceresinden,
dışarıda bir bitkinin hızla büyüdüğünü görmüş. Bu ne bir ağaç, ne de dev bir
ayçiçeğiymiş; göğe doğru büyümüş sihirli bir sırık fasulyesiymiş. Delikanlı hemen
pencereden sarkıp sihirli fasulyeye tutunmuş ve tırmanmaya başlamış.
Yarım saat sonra kendini, her şeyin normalden daha büyük olduğu garip bir
ülkede bulmuş. Tarlaların ötesinde çok büyük bir ev varmış. Delikanlı evin yanına
gidip kapıyı çalmış. Kapıyı bir kadın açmış.
“Yiyecek bir şeyiniz var mı?” diye sormuş delikanlı.
“Var,” demiş kadın. “Ama dev kocam gelince ortadan kaybolman gerek. Çünkü
çocuklara hiç dayanamaz, onları hemen yer.”
Delikanlı tam bir şeyler yemek üzere sofraya otururken dışarıdan birinin gür bir
sesle şunları söylediğini duymuş:
“Fee-fi-fo-fum, işte bir çocuk kokusu duydum. Ölü de olsa, diri de olsa güzeldir
onları yemek. Kemiklerini öğütür, yaparım kendime ekmek.”
“Fırına saklan. Hemen!” demiş kadın delikanlıya. Sonra da kocasına, “Ne çocuğu
hayatım, dün kediye verdiğim et parçalarının kokusunu aldın herhalde,” diye
seslenmiş.
Yemekten sonra dev kese kese altınlarını saymaya başlamış. Kısa bir süre sonra
altın saymaktan yorulup uykuya dalmış. Delikanlı saklandığı yerden çıkıp bir
kese altın almış. Keseyi sihirli fasulyesinden aşağıya atmış, ardından fasulyenin
sırığına tutuna tutuna aşağıya inmiş. Annesi artık şanslarının döndüğüne bir türlü
inanamamış.
Ama birkaç ay sonra ellerindeki tüm altınlar bitmiş. Delikanlı tekrar sihirli
fasulyesine tırmanarak devin yaşadığı ülkeye gitmiş. Devin karısı bu kez ona
kuşkucu bir şekilde davranıyormuş.
“Geçen gelişinde bir kese altınımız kayboldu,” diye iğnelemiş onu. Ama yine de
delikanlıyı içeri almış.
Çok geçmeden dev çıkagelmiş. “Fee-fi-fo-fum,” diye bir şarkı söylüyormuş. Bunu
duyan delikanlı hemen yine fırına saklanmış.
“Ne çocuğu, hayatım,” demiş devin karısı. “Dün yediğin piliç haşlamanın
kokusunu duydun herhalde. Sen etli böreğini yemene bak!”
Yemeğini bitirdikten sonra dev, karısına, “Kadın, bana tavuğumu getir,” demiş.
Karısı hemen tavuğu getirmiş. “Yumurtla!” diye emretmiş dev ve delikanlının
hayret dolu bakışları altında tavuk altın bir yumurta yumurtlamış. Tabii delikanlı
tavuğu da alıp evine götürmüş.
Delikanlı ile annesi böylece zengin olmuşlar. Ama bir yıl sonra çocuk şansını bir
kez daha denemeye karar vermiş ve tekrar sihirli fasulyesine tırmanmış. Bu sefer
eve, devin karısına görünmeden girip, bir bakır tencerenin içine saklanmış.
Dev girmiş içeri. “Fee-fi-fo-fum,” diye başlamış yine tekerlemesine.
“Eğer bu yine o lanet olası çocuksa, fırına bak hayatım, kesin oradadır,” demiş
karısı.
Delikanlı orada değilmiş tabii ki.
“Buralarda bir yerde, eminim,” diye gürlemiş dev, ama karısıyla birlikte evin altını
üstüne getirmelerine rağmen onu bulamamışlar.
Bu sefer dev yemekten sonra altın bir harp çıkarmış ortaya. “Söyle!” diye
emretmiş ve harp ninniler söyleyip onu uyutmuş. O an delikanlı bu harpı her
şeyden çok istediğini anlamış. Horlamakta olan devin dizine tırmanmış, masaya
atlamış ve harpı kapmış.
“İmdat!” diye bağırmış harp. Delikanlı, sırtında harp, masadan aşağıya atlamış.
Dev peşine takılmış. Delikanlı sihirli fasulyesini yarıladığında harp, “İmdat!” diye
bağırmış yine. Dev delikanlının peşinden sırık fasulyesine atlamış.
Delikanlı aşağıya ulaşınca, “Anne! Çabuk bir balta getir,” diye bağırmış. İkisi
birlikte sihirli fasulyeyi baltayla kesmeye başlamışlar. Bir süre sonra sihirli
fasulyeyle birlikte dev de yere düşmüş ve anında ölmüş.
“Üf!” demiş çocuk. “Az kalsın gidiyorduk!”
O günden sora delikanlıyla annesi zenginler gibi yaşamışlar. Onlar söyledikçe
tavuk altın yumurta yumurtluyormuş. İnsanlar altın harpı dinlemek için onlara
para ödüyorlarmış. Delikanlının güzel bir prensesle evlendiği de söyleniyor. Kim
bilir belki de gerçekten evlenmiştir

KIRMIZI BAŞLIKLI KIZ


Bir zamanlar küçük bir kız varmış. Annesi ona
üzerinde kırmızı başlığı olan bir pelerin almış. Kız
bu pelerini çok seviyormuş ve nereye gitse onu
giyiyormuş. Bu nedenle de herkes ona Kırmızı
Başlıklı Kız diyormuş.
Bir gün “Kırmızı Başlıklı Kız!” diye seslenmiş kızın
annesi. “Büyükannen hâlâ hasta. Hadi giyin de,
ona yaptığım şu çöreği götür.”
Kırmızı Başlıklı Kız da elbisesini giymiş, üzerine kırmızı başlıklı pelerinini
geçirmiş, başlığı çenesinin altında sıkıca bağlamış ve yola çıkmış.
“Tavşan Ormanı’ndaki yoldan ayrılma sakın!” diye seslenmiş annesi arkasından.
(Ormanın adı Tavşan Ormanı’ymış, ama içinde uzun zamandır bir tek tavşan bile
yokmuş - neden olmadığını birazdan öğreneceksiniz.)
“Ayrılmam anne,” demiş Kırmızı Başlıklı Kız.
Tam ormana girmiş, birkaç adım atmış ki, çalılıkların arasından bir ses duymuş.
Yola birden bir kurt fırlamış. Kırmızı Başlıklı Kız korkusundan az kalsın elindeki
sepeti düşürüyormuş. Fakat kurt hiç de öyle düşmanca görünmüyormuş. “Nereye
böyle küçük kız?” diye sormuş kurt.
“Büyükanneme gidiyorum,” demiş Kırmızı Başlıklı Kız. “Tavşan Ormanı’nın
sonundaki ilk ev. Büyükannemin sağlığı pek iyi değil. Bu arada adım ‘küçük kız’
değil, ‘Kırmızı Başlıklı Kız.’ ”
“Özür dilerim,” demiş kurt. “Bilmiyordum. Bak sana ne diyeceğim. Ben bir koşu
gidip Büyükannene senin yolda olduğunu haber vereyim. Yalnız sakın yolda
oyalanayım falan deme, olur mu? Başına bir şey gelmesini istemeyiz, öyle değil
mi?”
Kurt oradan hemen sıvışmış! Çünkü yakınlarda bir oduncu dolaşıyormuş. Eğer
kızı hemen orada yerse, oduncunun kızın yardımına koşacağını biliyormuş.
Kırmızı Başlıklı Kız, çiçek toplayarak, kelebeklerin peşinden koşarak, kuş
seslerini dinleyerek yolda ağır ağır ilerlerken kurt kestirmeden Büyükanne’nin
evine varmış, kapıyı çalmış.
“Kim o?” diye seslenmiş içeriden yaşlı kadın.
Kurt sesini değiştirerek, “Benim, Kırmızı Başlıklı Kız,” demiş. “Çayın yanında
yemen için sana çörek getirdim.”
“Kapı açık güzelim,” diye seslenmiş Büyükanne. Kurt hemen içeri dalmış. Öyle
açmış ki! Günlerdir hiçbir şey yememiş. Bu yüzden Büyükanne’yi çiğnemeden bir
lokmada yutuvermiş. Biraz sonra Kırmızı Başlıklı Kız Büyükanne’nin kapısını
çalmış.
“Kim o?” diye seslenmiş kurt yumuşak bir sesle.
“Benim, Kırmızı Başlıklı Kız.”
“Kapı açık güzelim,” diye seslenmiş kurt. “İçeri girebilirsin.”
Kırmızı Başlıklı Kız bir an için tereddüt etmiş. ‘Büyükannemin sesi ne kadar da
garip böyle?’ diye düşünmüş. Sonra büyükannesinin hasta olduğu gelmiş aklına
ve kapının mandalını kaldırıp açarak içeri girmiş.
Kurt, Büyükanne’nin geceliğini giymiş, onun başlığını ve gözlüğünü takmış
yatakta yatıyormuş. Yorganı boğazına kadar çekmiş, içerisi karanlık olsun ve
suratı fark edilmesin diye de perdeleri iyice kapamış.
“Elindekileri oraya bırak da yanıma gel canım,” demiş kurt.
Kırmızı Başlıklı Kız çöreği yatağın yanındaki küçük masanın üzerine koymuş,
ama hemen kurdun yanına gitmemiş. Çünkü Büyükannesi bir tuhaf
görünüyormuş.
“Kolların neden bu kadar büyük Büyükanne?”
“Seni daha iyi kucaklamak için!” demiş kurt.
“Kulakların neden büyük, peki?”
“Seni daha iyi duyabilmek için!” demiş kurt.
“Gözlerin neden kocaman, peki?”
“Seni daha iyi görebilmek için,” demiş kurt.
“Dişlerin neden sivri peki?”
“Seni daha iyi yiyebilmek için,” demiş kurt.
Bunu söyledikten sonra kurt artık daha fazla kendine engel olamamış ve yorganı
bir tarafa atarak yataktan fırladığı gibi Kırmızı Başlıklı Kız’ı bir lokmada
yutuvermiş. Sonra da karnı doyduğu için keyfi yerine gelmiş ve uykuya dalmış.
Ama ne var ki kurt çok kötü horluyormuş. Evin önünden geçen bir avcı onun
horultularını duymuş. Büyükanne’ye kötü bir şey mi oldu acaba, diyerek
kulübeden içeri girmiş. İçeri girer girmez de orada neler olduğunu hemen
anlamış.
“Aylardır senin peşindeyim pis yaratık,” diye bağırmış avcı ve kurdun kafasına
elindeki baltanın sapıyla vurmuş. Sonra da önce Kırmızı Başlıklı Kız’ı, sonra da
Büyükanne’yi dikkatle kurdun içinden çıkarmış. İkisi de sapasağlammış.
Büyükanne, Kırmızı Başlıklı Kız’ın ona getirdiği çöreği afiyetle yemiş. Kırmızı
Başlıklı Kız büyükannesine bir daha hiçbir kurdun sözüne kanmayacağına dair
söz vermiş. Eve dönerken tavşanların saklandıkları yerlerden çıktıklarını görmüş.
Tavşan Ormanı yine eskisi gibi tavşanlarla dolu bir orman haline gelmiş.

1.01.2017

Dikkat ettiyseniz yaban kazları “V” şeklinde uçarlar. Bilim adamları kazların neden bu şekilde uçtuklarını araştırmışlar. araştırma sonucunda su verilere ulaşmışlar;

  1-) "V" seklinde uçulduğunda, uçan her kus kanat çırptığında, arkasındaki kuş için onu kaldıran bir hava akimi sağlıyormuş. Böylece "V" seklinde bir
formasyonda uçan kaz grubu, birbirlerinin kanat çırpışları sonucu ortaya çıkan hava akımını kullanarak uçuş menzillerini yüzde yetmiş oranında uzatıyorlarmış. Yani tek başına gidebilecekleri maksimum yolu grup halinde neredeyse ikiye katlıyorlarmış.

  Kıssadan Hisse: Belli bir hedefi olan ve buna ulaşmak için bir araya gelen insanlar, birbirlerinde hız ve haz alarak hedeflerine daha kolay ve çabuk erişirler.

  2-) Bir kaz, "V" grubundan ayrıldığı anda uçmakta güçlük çekiyor. Çünkü diğer kuşların oluşturduğu hava akiminin dışında kalmış oluyor. Bunun sonucunda, genellikle gruba geri dönüyor ve yoluna grupla devam ediyor.

  Kıssadan Hisse: Eğer kafamız bir kaz kadar çalışıyorsa; bizimle ayni yöne gidenlerle bilgi alışverişini ve işbirliğini sürekli kılarız.

  3-) "V" grubunun başında giden kaz hiç bir hava akımından yararlanamıyor. Bu yüzden diğerlerine oranla daha çabuk yoruluyor. Bu durumda yorulunca en arkaya geçiyor ve bu defa hemen arkasındaki kaz lider konumuna geçiyor. Bu değişim sürekli yapılıyor; böylece her kaz grubun her noktasında yer almış ve aynı oranda yorulmuş oluyor.

  Kıssadan Hisse: Yaptığınız her işi, yeri ve zamanı geldiğinde başkasına bırakmak gerekiyor.

  4-) Uçuş hızı yavaşladığında gerideki kuşlar, daha hızlı gitmek üzere öndekileri bağırarak uyarıyorlar.

  Kıssadan Hisse: İlerlemek ve yol almak için bazen başkalarının uyarılarına gereksinim duyarız. Bundan alınmamalıyız; tam aksine, böyle uyarıları sevinç
ve takdirle karşılamalıyız.

5-) Gruptaki bir kus hastalanırsa veya bir avcı tarafından vurulup uçamayacak duruma gelirse; düşen kusa yardim etmek üzere gruptan iki kaz ayrılıyor ve korumak üzere hasta/yaralı kazın yanına gidiyor. Tekrar uçabilene (veya eğer ölürse, ölümüne kadar) onunla beraber yaralı kuşu asla terk etmiyorlar. Daha sonra kendilerine başka bir kaz grubu buluyorlar.
  Hiçbir kaz grubu, kendilerine bu şekilde katılmak isteyen kazları reddetmiyor.

  Kıssadan Hisse: Adam olmak sadece insanlara özgü değil....

TARİF

 
   Adamın biri, ilk defa gittiği küçük bir kasabada  şaşkın şaşkın  gezindikten sonra yol  kenarında duran bir arabanın yanına sokulmuş ve arka koltukta tek başına oturan çocuğa:
   - Buraların yabancısıyım, demiş. Parkın hemen yanı başındaki fırını arıyorum, çok yakın olduğunu söylediler.
 
   Çocuk, arabanın penceresini iyice açtıktan sonra:
   - Ben de buraya ilk defa geliyorum, demiş. Ama sağ tarafa gitmeniz gerekiyor herhalde.
 
   Adam, çocuğun da yabancı olmasına rağmen bunu nasıl anladığını sormuş ister istemez.
 
   Çocuk:
   -Ihlamur çiçeklerinin kokusunu duymuyor musunuz? diye gülümsemiş. Kuş cıvıltıları da oradan geliyor zaten.
 
   - İyi ama, demiş adam,  bunların parktan değil de tek bir ağaçtan gelmediği ne malûm?
 
   - Tek bir ağaçtan bu kadar yoğun koku gelmez, diye atılmış çocuk. Üstelik, manolyalar da atılıyor onlara. Hem biraz derin nefes alırsanız, fırından yeni çıkmış ekmeklerin kokusunu duyacaksınız.
 
   Adam, gözlerini hafifçe kısarak denileni yaptıktan sonra, cebinden bir kağıt para çıkartıp teşekkür ederken fark etmiş onun kör olduğunu. Çocuk ise, konuşurken bir anda sözlerini yarıda kesmesinden anlamış, adamın kendisini fark ettiğini.
 
   Işığa hasret gözlerini ondan saklamaya çalışırken:
   - Üç yıl önce bir kaza geçirmiştim, demiş, görmeyi o kadar çok özledim ki.

   Sizinkiler sağlam öyle değil mi?
 
   Adam, çocuğun tarif ettiği yerde bulunan fırına yönelirken:

   - Artık emin değilim, demiş. Emin olduğum tek şey, benden iyi gördüğündür
SUYU TAŞIRMAYAN BİR GÜL YAPRAĞI
Uzakdoğu'da bir Budist tapınağı, bilgeliğin gizlerini aramak için gelenleri kabul ediyordu.
Burada geçerli olan incelik, anlatmak istediklerini konuşmadan açıklayabilmekti.
Bir gün tapınağın kapısına bir yabancı geldi. Yabancı kapıda öylece durdu ve bekledi.
Burada sezgisel buluşmaya inanılıyordu, o yüzden kapıda herhangi bir tokmak veya çan, zil yoktu.
Bir süre sonra kapı açıldı, içerdeki Budist, kapıda duran yabancıya baktı.
Bir selamlaşmadan sonra sözsüz konuşmaları başladı.
Gelen yabancı, tapınağa girmek ve burada kalmak istiyordu.
Budist bir süre kayboldu, sonra elinde ağzına kadar suyla dolu bir kapla döndü ve bu kabı yabancıya uzattı.
Bu, yeni bir arayıcıyı kabul edemeyecek kadar doluyuz demekti.
Yabancı tapınağın bahçesine döndü, aldığı bir gül yaprağını kabın içindeki suyun üstüne bıraktı.
Gül yaprağı suyun üstünde yüzüyordu ve su taşmamıştı.
İçerideki Budist saygıyla eğildi ve kapıyı açarak yabancıyı içeriye aldı.
Suyu taşırmayan bir gül yaprağına her zaman yer vardı.
STANFORD
Kaba saba, soluk, yıpranmış giysiler içindeki yaşlı çift, Boston treninden inip utangaç bir tavırla rektörün bürosundan içeri girer girmez, sekreter masasından fırlayarak önlerini kesti... Öyle ya, bunlar gibi ne idüğü belirsiz taşralıların Harward gibi üniversitede ne işleri olabilirdi ? Adam yavaşça rektörü görmek istediklerini söyledi. İşte bu imkansızdı. Rektörün o gün onlara ayıracak saniyesi yoktu.
Yaşlı kadın çekingen bir tavırla,"Bekleriz" diye mırıldandı... Nasıl olsa bir süre sonra sıkılıp gideceklerdi.
Sekreter sesini çıkarmadan masasına döndü. Saatler geçti, yaşlı çift pes etmedi. Sonunda sekreter dayanamayarak yerinden kalktı.
"Sadece birkaç dakika görüşseniz. Yoksa gidecekleri yok" diyerek rektörü iknaya çalıştı. Anlaşılan çare yoktu. Genç rektör isteksiz bir biçimde kapıyı açtı. Sekreterinin anlattığı tablo içini bulandırmıştı. Zaten taşralılardan, kaba saba köylülerden nefret ederdi. Onun gibi bir adamın ofisine gelmeye cesaret etmek !.. Olacak şey miydi bu ?
Suratı asılmış sinirleri gerilmişti. Yaşlı kadın hemen söze başladı. Harward`da okuyan oğullarını bir yıl önce bir kazada kaybetmişlerdi.
Oğulları burada öyle mutlu olmuştu ki, onun anısına okul sınırları içinde bir yere, bir anıt dikmek istiyorlardı. Rektör, bu dokunaklı öyküden duygulanmak yerine öfkelendi. "Madam" dedi, sert bir sesle,
"Biz Harward`da okuyan ve sonra ölen herkes için bir anıt dikecek olsak, burası mezarlığa döner..." "Hayır, hayır" diyerek haykırdı yaşlı kadın. "Anıt değil... Belki Harward`a bir bina yaptırabiliriz".
Rektör, yıpranmış giysilere nefret dolu bir nazar fırlatarak,
"Bina mı ?" diyerek tekrarladı,
"Siz bir binanın kaça mal olduğunu biliyor musunuz ? Sadece son yaptığımız bölüm yedi buçuk milyon dolardan fazlasına çıktı..." Tartışmayı noktaladığını düşünüyordu. Artık bu ihtiyar bunaktan kurtulabilirdi. Yaşlı kadın sessizce kocasına döndü. "Üniversite inşaatına başlamak için gereken para bu muymuş ? Peki, biz niçin kendi üniversitemizi kurmuyoruz, o halde ?" Rektörün yüzü karmakarışıktı.

Yaşlı adam başıyla onayladı. Bay ve Bayan Leland Stanford dışarı çıktılar. Doğu California`ya, Palo Alto`ya geldiler. Ve Harward`ın artık umursamadığı oğulları için onun adını ebediyen yaşatacak üniversiteyi kurdular. Amerika`nın en önemli üniversitelerinden birini... STANFORD`u...
SİYAH DUVAR

        Aynı kalp rahatsızlığıyla aynı kaderi paylasan iki yaşlı adam aynı odayı da paylaşıyorlardı. Tek fark biri cam kenarında diğeri ise duvar dibinde yatıyordu. Cam kenarındaki yaşlı adam her gün camdan bakarak arkadaşına dışarısını anlatırdı.
        "Bugün deniz sakin, yine de hafif rüzgar var sanırım çünkü uzaktaki teknenin yelkenleri rüzgarla doluyor. Park bu sabah sakin, iki salıncak dolu iki salıncak bos, dünkü sevgililer yine geldi, aynı yere oturup konuşmaya başladılar, elele tutuştular, ne kadar da yakışıyorlar birbirlerine. Erguvan ağaçları ne kadar güzel açmış her yer mor bir renk almış, erik ağaçları da beyaz çiçekleriyle onlara eşlik ediyor. Denizin üzerindeki martılar bugünkü yemeklerini arıyorlar, ne güzel de dalıyorlar suya"
        Günler böyle geçip gidiyordu ta ki cam kenarındaki yaşlı adam kalp krizi geçirene kadar, iste o anda duvar kenarındaki adam düğmeye bassa kurtaracaktı arkadaşını ama şeytana uydu, bunca zamandır sadece dinleyebiliyordu, artık görebilirdi de, iste bunun için düğmeye basmadı ve hemşireyi çağırmadı. Aynı kaderi paylaştığı kişiyi ölüme gönderdi, ama o bunun haklı bir savunma olduğunu düşünüyordu.
        Ertesi gün hastabakıcılar ölen yaşlı adamın yerine kendisini koymaya gelmişlerdi. Hemen yatağının yerini değiştirdiler, işte o günlerdir bakmak istediği manzarayı nihayet görecekti.
        Başını kaldırdı ve pencereden baktı

        "Simsiyah bir duvar"