REKLAM

30.12.2016

hutbe noel

Muhterem müminler:
Bugünkü hutbemizin mevzuu “NOEL VE YILBAŞI KUTLAMALARININ İSLAMİYETTE YERİ OLMADIĞINA DAİRDİR”.
Bir milletin temeli ve kökleri; o ülke insanının milli-manevi değerleri, örf ve adetleri velhasıl irfan ve ahlakıdır Diğer bir tabirle milli ve dini kültürüdür. Maalesef son yıllarda ülkeyi sömüren zihniyetin temsilcileri basın ve medya yoluyla milli-manevi değer ve kültürümüzü imha yarışına girmişlerdir. Müslüman Türk aile yapısı dejenere edilmekte, kendi örf ve adetlerimiz yerine batının çürümüş ve kokuşmuş zararlı adetleri ikame edilmeye çalışılmaktadır. Bunlardan biri, hatta en önemlisi Noel ve yılbaşı kutlamalarıdır.
İbni Haldun merhum Mukaddimesinde ortaya koyduğu “ mağlup milletler, galip ve fatih milletlerin örf, adet ve ananelerini taklit eder” teşhisi doğrudur Sözde aydınlarımız batı kültürüne tabi olarak batılıların temsilcisi hatta müdafii haline gelmişlerdir. Noel çılgınlıklarını teşvik etmektedirler.
Bir müslümanın kâfirlerin adetlerini yılbaşı maskesi altında kutlaması, Allah korusun itikadi yönden onu tehlikeli uçurumlara iter. Zira yılbaşı ne niyetle kutlanırsa kutlansın bu adet Hıristiyanlara aittir. Yılbaşı kutlamaları kültür kandırmacası ve aşağılayıcı bir teslimiyet ile içimize sızmış habis bir virüsün urudur.
Muhterem Müslümanlar:
Hutbeme başlarken okuduğum ayeti kerimede Cenab-ı Hak mealen “Ey iman edenler Yahudileri ve Hıristiyanları dost edinmeyin. Zira onlar birbirinin dostudurlar. İçinizde onları dost tutanlar onlardandır. Şüphesiz Allah zalimler topluluğunu sevmez”buyurmaktadır.
Alim ve evliyaullahın büyüklerinden olan İmam Rabbani Hz. Anlatıyor: Bir keresinde ölmek üzere olan bir hastayı ziyarete gittim.  Kalbinin şiddetli zulmetler içerisinde olduğunu gördüm.
Ne kadar dua ve teveccüh ettiysem bu zulmet ondan kalkmadı. Nice teveccühten sonra anlaşıldı ki; bu zulmetler kendisinde gizli bulunan küfür sebebiyledir. Bunun menşeide küfür ehli ile olan karşılıklı sevgi ve dostluğudur. Ve anladım ki bu zulmetlerin defi için teveccüh münasip değildir.  Çünkü onun bu zulmetten temizlenmesi cehennem azabına bağlıdır.
Noel ve yılbaşı kutlamaları her şeyden önce Hıristiyanlığın küfür kokan bir âdeti olduğu için dinimize ve milli geleneklerimize aykırıdır.
Noel ve yılbaşı islamın yasakladığı, insanlığın düşmanı içki ve fuhşu teşvik ettiği için müminin imanına ve dinimize taban tabana zıttır.
Muhterem Müslümanlar:
İslam dini kâfirlere benzemeyi şiddetle red etmiştir. Bu konuda çok hassastır. Şöyle ki: İslamiyet güneşe tapanların tapınma zamanına denk gelmesin diye, onlara benzemeyelim diye güneşin doğuşu, batışı ve zevali vaktinde bir ibadet olan namazı bile yasaklamıştır. Bu vakitleri kerahet vakti olarak isimlemiştir.
Fıkıh kitaplarında; bir kimse beline papazların beline bağlamış olduğu zünnarı bağlarsa kâfir olur diye yazmaktadır.  Başka bir fetvada; Mecusilere uyup nevruzda onlar gibi onların yaptıklarını yapmak ve onlara tazim maksadıyla bir yumurta bile vermek küfürdür denilmektedir. Bir başka fetvada da müslümanın, bir başka dinin şiarı olan bir fiili kendi ihtiyarı ile yapması küfürdür.   
Müslüman için yılbaşı, duvarı asılmış veya masa üzerine konmuş bir takvimin bitip yerine bir yenisinin konulmasını hatırlatmaktan başka bir şey ifade etmez. Çam süslemek, mum yakmak ,hindi kesmek,bu maksatla tebrikleşmek hatta bu niyetle bir su içmek bile  Müslüman’ın yapacağı iş değildir.
Muhterem müminler:
Yukarıda anlattıklarımızın ışığı altında şuurlu bir Müslüman’a düşen; kendini, ailesini ve çoluk çocuğunu o gecenin şerrinden korumak, o gece ile diğer geceler arasında bir farka sebebiyet vermemektir. Bu fark isterse o geceyi kutlamak niyetiyle alınan bir paket çekirdek olsun, isterse o gece için hazırlanmış programları televizyonda seyretmek olsun.

Hutbeme başlarken okuduğum bir hadisi şerif mealiyle son vermek istiyorum“Kim bir topluluğa benzerse oda onlardandır.”…

29.12.2016

İKİ KURBAĞA

Biri beyaz, diğeri siyah renkteki kurbağalarımızın huy ve mizacı tıpkı renkleri gibi zıtmış. Ak kurbağa ne kadar iyimserse Karakurbağa o kadar kötümsermiş. Ak kurbağa birşeye “ak” mı dedi; o hemen atılıp “kara” dermiş. Her şeyin olumsuz tarafını görmeye o kadar alışmış ki, gördüğü her şeyi eleştirmeyi neredeyse meslek haline getirmiş. Yağmur yağsa, Karakurbağa:
“Offff! Olacak şey mi şimdi bu?” diye şikayete başlarmış. “Yağmurda ne derenin tadı olur,  ne de ortalıkta avlayacak sinek bulunur. Nefret ediyorum yağmurdan!”
Arkadaşının aksine her şeyin güzel tarafını görmeyi seven Akkurbağa cevap vermeden edemezmiş:
“Haksızlık etme lütfen! Sırf senin keyfin bozuldu diye güzelim yağmura niye düşman oluyorsun ki? Hem söylesene, yağmur yağmasa bizim evimiz-yurdumuz olan dereler, sazlıklar, bataklıklar kalır mı ortada?”
Elbette o bu sözlerini tamamlayamadan Karakurbağa atılırmış:
“Tamam tamam, bay çok bilmiş kurbağa! Biliyor musun, sen tam da insanların sözünü ettiği şu Polyanna’ya benziyorsun. Mutluluk rolü oynayacağım diye saçma sapan sözler ediyorsun. Hani, uçurumdan aşağı düşsen, ‘bak ne güzel uçuyorum’ diyeceksin neredeyse. Azıcık gerçekçi olsan ya canım!”
Akkurbağa genelde bu tür tartışmaları uzatmak istemez ve şöyle dermiş:
“Gerçeği görmek için asıl kendi kötümser bakışını terk etmelisin.”
İşte böyle iki zıt kutupmuş kurbağalarımız...
Günlerden birgün canları sıkılınca derenin yakınındaki köye doğru gitmeye karar vermişler. Akkurbağa:
“İstersen fazla yaklaşmayalım, biliyorsun yaramaz çocuklar bizi görürse canımızı acıtabilirler” dediyse de, Karakurbağa ısrar etmiş:
“Akşamın bu karanlığında çocuklar bizi nereden görsün Allah aşkına! Şu en yakındaki evin oraya kadar gidelim, sonra geri döneriz. Korkaklığı bırak şimdi.” Akkurbağa, korkaklıkla suçlanmaktan çekindiğinden, çaresiz kabul etmiş.
Köye girmişler ve evin yanına gelmişler. Akkurbağa sıkıntılı bir vıraklama ile “Hadi, artık dönelim, içimde kötü duygular var!” demiş demesine, ama Karakurbağa heyecanla atılmış:
“Gel bir oyun oynayıp öyle dönelim. Şuradaki yüksek kovayı görüyor musun? İkimiz aynı anda üstünden zıplayacağız. Bakalım yarışmayı kim kazanacak?”
“Akşamın bu vaktinde bırak böyle çocuklukları lütfen!” diye itiraz edecek olmuş Akkurbağa, ancak yaramaz arkadaşı bir türlü fikrinden vazgeçmemiş. Hatta “Dediğimi yapmazsan, seninle artık arkadaş olmam!” diye tehdit bile savurmuş. Bunca yıllık arkadaşını kaybetmek istemeyen Akkurbağa bu teklifi de istemeye istemeye kabul etmiş.
İki kurbağa hızla koşup zıplamışlar. Ama ne olduysa o zaman olmuş ve tam kova dedikleri şeyin üzerinde çarpışıp içine düşmüşler! Acı gerçeği o zaman anlamışlar: üzerinden atlamaya çalıştıkları o şey, yarısına kadar dolu kocaman bir süt güğümü değil miymiş meğer!
Yorulana kadar giriştikleri denemelerin sonucunda başka bir gerçeği daha anlamışlar: Güğümün kenarları zıplayıp çıkmalarına imkân vermeyecek kadar yüksekmiş. Karakurbağa ümitsizlik içinde haykırmış:
“Mahvolduk! Buradan çıkmamız mümkün değil! Bu güğümün içinde ölüp gideceğiz.”
“O kadar kolay pes etme bakalım” diye karşılık vermiş Akkurbağa. “Çıkmadık candan ümit kesilmez. Kim bilir, hiç ummadığımız bir anda imdadımıza yardımsever bir el yetişir belki de.”
Karakurbağa acı bir kahkaha attıktan sonra şöyle demiş:
“Benim kurbağa Polyannam! Neler sayıklıyorsun sen? Bari böylesi bir haldeyken hayal görmekten vazgeç.”
“Ben hayal filan görmüyorum. Nasıl bilmiyorum, ama buradan kurtulacakmışız gibi bir his var içimde. Kendini koyuverme sakın!”
Ne yazık ki, Karakurbağa’nın ümitsizliği her geçen dakika bütün kalbini daha çok kaplamış ve ümitsizliği arttıkça bacaklarındaki güç ve kuvvet de azaldıkça azalmış. Ve en sonunda:
“Bacaklarımda derman kalmamış. Hakkını helal et kardeşim!” deyip sütte yüzmekten vazgeçmiş. Bir-iki dakika sonra da son nefesini vermiş...
Akkurbağa arkadaşının bu kadar kolay vazgeçip ölmesine çok üzülmüş, fakat ümidini hiç yitirmemiş. Sürekli şu şekilde yalvarmış Allah’a:
“Darda kalanların sesini ancak Sen duyar, onların imdadına ancak Sen koşarsın! Senin rahmet ve şefkatin süt güğümüne düşmüş zavallı bir kurbağaya da yetişir elbet! Kurtar beni Allahım!”
Akkurbağa bu şekilde yalvarırken, bir taraftan da sebebini bilmeden sütün içinde var gücüyle çırpınmış. Karanlıkta, yapayalnız, çaresiz, ama hiç ümitsizliğe düşmeden... çırpınmış, çırpınmış, çırpınmış.
Bu hal dakikalarca devam etmiş.
Bir ara arka tarafından ayağına birşey çarpmış. Dönüp baktığında bunun irice bir tereyağı topağı olduğunu görmüş. Oraya nereden geldiğini düşününce, bu tereyağının farkında olmadan kendi çırpınışlarıyla meydana geldiğini anlamış. Gözleri sevinçle parlamış, çünkü bu onun kurtuluş vesilesi olabilirmiş!
Azalmaya yüz tutan gücü, ummadığı kadar artmış. Bu defa niçin yaptığını bilerek bacaklarını yine çırpıp durmuş. Bir saat kadar sonra tere yağ topağı o kadar büyümüş ki, onun üstüne basıp zıpladığı gibi güğümün dışına atlamış ve ilk sözü şu olmuş:
“Rahmetinden ümidimi kestirmediğin ve imdadıma yetiştiğin için Sana şükürler olsun Allahım!”

İKİ KARDEŞ
Erkek kardeşlerin ikisi de babalarından kalma çiftlikte çalışırlardı. Kardeşlerden biri evliydi ve çok çocuğu vardı. Diğeri ise bekardı. Her günün sonunda iki erkek kardeş ürünlerini ve kârlarını eşit olarak bölüşürlerdi.
Günün birinde bekar kardeş kendi kendine:
"Ürünümüzü ve kârımızı eşit olarak bölüşmemiz hiç de hakça değil" dedi, "Ben yalnızım ve pek fazla ihtiyacım yok." Böylelikle, her gece evinden çıkıp, bir çuval tahılı gizlice erkek kardeşinin evindeki tahıl deposuna götürmeye başladı. Bu arada evli olan kardeş, kendi kendine:
"Ürünümüzü ve kârımızı eşit olarak bölüşmemiz hiç de hakça değil, üstelik ben evliyim, bir eşim ve çocuklarım var ve yaşlandığım zaman onlar bana bakabilirler. Oysa kardeşimin kimsesi yok, yaşlandığı zaman hiç kimsesi yok bakacak" diyordu.
Böylece evli olan kardeş her gece evinden çıkıp, bir çuval tahılı gizlice erkek kardeşinin tahıl deposuna götürmeye başladı. İki kardeş de yıllarca ne olup bittiğini bir türlü anlayamadılar, çünkü her ikisinin de deposundaki tahılın miktarı değişmiyordu. Sonra, bir gece iki kardeş gizlice birbirlerinin deposuna tahıl taşırken çarpışıverdiler. O anda olan biteni anladılar.
Çuvallarını yere bırakıp birbirlerini kucakladılar. Hayattaki en yüce mutluluk, sevildiğimize inanmaktır.
Huzur
   
        Bir gün bir kral ama halkı tarafından sevilen bir kral, huzuru en güzel resmedecek sanatçıya büyük bir ödül vereceğini ilan eder.
   
        Yarışmaya çok sayıda sanatçı katılır. Günlerce çalışırlar birbirinden güzel resimler yaparlar.
   
        Sonunda eserleri saraya teslim ederler. Tablolara bakan kral sadece ikisinden hoşlanır. Ama birinciyi seçmesi için karar vermesi gereklidir.
   
        Resimlerden birisinde sükunetli bir göl vardır. Göl bir ayna gibi etrafında yükselen dağların görüntüsünü yansıtmaktadır. Üst tarafta pamuk beyazı bulutlar gökyüzünü süslüyorlardı.
   
        Resme kim baktı ise onun mükemmel bir huzur resmi olduğunu düşünüyordu.
   
        Diğer resimde de dağlar vardı. Ama engebeli ve çıplak dağlar. Üst tarafta öfkeli bir gökyüzünden yağmurlar boşanıyor ve şimşek çakıyordu. Dağın eteklerinde ise köpüklü bir şelale çağıldıyordu. Kısaca resim hiç de huzurlu gözükmüyordu.
   
        Fakat kral resme bakınca, şelalenin ardında kayalıklardaki çatlaktan çıkan mini minnacık bir çalılık gördü. Çalılığın üstünde ise anne bir kuşun örttüğü bir kuş yuvası görünüyordu.
   
        Sertçe akan suyun orta yerinde anne kuş yuvasını kuruyordu.
   
        ...harika bir huzur ve sükun örneği.
   
        Ödülü kim kazandı dersiniz.
   
        Tabi ki ikinci resim. Kralın açıklaması şöyle idi:
        -Huzur hiçbir gürültünün sıkıntının ya da zorluğun bulunmaması ve sıkıntının olmadığı yer demek değildir. Huzur bütün bunların içinde bile yüreğimizin sükun bulabilmesidir.
HER İŞTE BİR HAYIR VARDIR

        Bir zamanlar Afrika’daki bir ülkede hüküm süren bir kral vardı. Kral, daha çocukluğundan itibaren arkadaş olduğu, birlikte büyüdüğü bir dostunu hiç yanından ayırmazdı. Nereye gitse onu da beraberinde götürürdü. Kralın bu arkadaşının ise değişik bir huyu vardı.  İster kendi başına gelsin ister başkasının, ister iyi olsun ister kötü, her olay karşısında hep aynı şeyi söylerdi:
        "Bunda da bir hayır var!"
        Bir gün kralla arkadaşı birlikte ava çıktılar. Kralın arkadaşı tüfekleri dolduruyor, krala veriyor, kral da ateş ediyordu. Arkadaşı muhtemelen tüfeklerden birini doldururken bir yanlışlık yaptı ve kral ateş ederken tüfeği geriye doğru patladı ve kralın baş parmağı koptu. Durumu gören arkadaşı her zamanki her zamanki sözünü söyledi:
        "Bunda da bir hayır var!"
        Kral acı ve öfkeyle bağırdı: "Bunda hayır filan yok! Görmüyor musun, parmağım koptu?"
        Ve sonra da kızgınlığı geçmediği için arkadaşını zindana attırdı. Bir yıl kadar sonra, kral insan yiyen kabilelerin yaşadığı ve aslında uzak durması gereken bir bölgede birkaç adamıyla birlikte avlanıyordu. Yamyamlar onları ele geçirdiler ve köylerine götürdüler. Ellerini, ayaklarını bağladılar ve köyün meydanına odun yığdılar. Sonra da odunların ortasına diktikleri direklere bağladılar. Tam odunları tutuşturmaya geliyorlardı ki, kralın başparmağının olmadığını fark ettiler. Bu kabile, batıl inançları nedeniyle uzuvlarından biri eksik olan insanları yemiyordu. Böyle bir insanı yedikleri takdirde başlarına kötü olaylar geleceğine inanıyorlardı. Bu korkuyla, kralı çözdüler ve salıverdiler. Diğer adamları ise pişirip yediler.      Sarayına döndüğünde, kurtuluşunun kopuk parmağı sayesinde gerçekleştiğini anlayan kral, onca yıllık arkadaşına reva gördüğü muameleden dolayı pişman oldu. Hemen zindana koştu ve zindandan çıkardığı arkadaşına başından geçenleri bir bir anlattı.      
        "Haklıymışsın!" dedi.
        "Parmağımın kopmasında gerçekten de bir hayır varmış. İşte bu yüzden, seni bu kadar uzun süre zindanda tuttuğum için özür diliyorum.Yaptığım çok haksız ve kötü bir şeydi"
        "Hayır" diye karşılık verdi arkadaşı.
        "Bunda da bir hayır var"
        "Ne diyorsun Allah aşkına?" diye hayretle bağırdı kral.
        "Bir arkadaşımı bir yıl boyunca zindanda tutmanın neresinde hayır olabilir"
        "Düşünsene, ben zindanda olmasaydım, seninle birlikte avda olurdum, değil mi?"
        Ve sonrasını düşünsene?
    HEDİYE

        Adam 3 yaşındaki kızını, pahalı bir hediyelik kaplama kağıdını ziyan ettiği için azarlamıştı. Küçük kız, koskoca bir paket altın yaldızlı kağıdı bir kutuyu eğri büğrü sarmak için kullanmıştı....
        Yılbaşı sabahı küçük kızı, paketi getirip "Bu senin babacığım" dediğinde üzüldü. Acaba gereğinden fazla mi tepki göstermişti kızına... Bir gece önce yaptığından utandı... Ne var ki paketi açınca yeniden öfkelendi. Kutunun içi boştu... Kızına gene bağırdı.
        "Birisine bir hediye verdiğinde, kutunun içinde bir şey olması lazım. Bunu da mı bilmiyorsun küçük hanım?" Küçük kız gözlerinde yaşlarla babasına baktı, "O kutu boş değil ki baba" dedi... "İçini öpücüklerimle doldurmuştum!..." Adam öyle fena oldu ki... Koştu... Kızına sarıldı... Beraberce ağladılar.
        Adam o altın kutuyu ömrünün sonuna kadar yatağının baş ucunda sakladı. Ne zaman keyfi kaçsa, ne zaman morali bozulsa, ne zaman kendini kötü hissetse, kutuya koşar, içinden minik kızının sevgi ile doldurduğu hayali öpücüklerinden birini çıkarırdı.

        Aslında bütün anne ve babalara böyle bir altın kutuyu çocukları hiçbir karşılık beklemeden, sevgi ve öpücüklerle doldurup vermişlerdir. Hiç kimsenin hayatında bundan daha değerli bir armağana sahip olması mümkün değildir. 
    HAYATIMDAKİ EN İYİ ÖĞRETMEN

        Bu, çok yıllar önce bir ilkokul öğretmenin başından geçen bir hikayedir. Adı Bayan Thompson'du. Ve 5.sınıf öğrencilerinin önünde ayakta durduğu ilk gün
onlara bir yalan söyledi. Çoğu öğretmen gibi, onlara baktı ve hepsini aynı derecede sevdiğini söyledi.
        Bu mümkün değildi, çünkü orada ilk sırada, sırasına adeta çökmüş gibi oturan küçük bir öğrenci vardı. Adı Teddy Stoddard.
        Bir önceki yıl, Bayan Thompson, Teddy'yi gözlemiş, onun diğer çocuklarla
oynayamadığını; giysilerinin kirli ve kendinin de hep banyo yapması gereken bir halde olduğunu görmüştü. Ve, Teddy mutsuz da olabilirdi.
        Çalıştığı okulda Byan Thompson, her öğrencinin geçmişteki kayıtlarını incelemekle de görevlendirilmişti. Ve Teddy'nin bilgilerini en sona bırakmıştı.
Onun dosyasını incelediğinde şaşırdı.

        Çünkü birinci sınıf öğretmeni: "Teddy zeki bir çocuk ve her an gülmeye hazır. Ödevlerini düzenli olarak yapıyor ve
çok iyi huylu... ve arkadaşları onunla olmaktan mutlu..." diye yazmıştı.
        İkinci sınıf öğretmeni: "Mükemmel bir öğrenci, arkadaşları tarafından sevilen, fakat evde annesinin amansız hastalığı onu üzüyor ve sanırım evdeki yaşamı çok zor.." diyordu.
        Üçüncü sınıf öğretmeni: "Annesinin ölümü onun için çok zor oldu. Babası ona yeterince ilgi gösteremiyor ve eğer bir şeyler yapılmazsa evdeki olumsuz yaşam onu etkileyecek." diye yazmıştı.
        Dördüncü sınıf öğretmenine gelince: "Teddy içine kapanık ve okula hiç ilgi göstermiyor, hiç arkadaşı yok ve bazen sınıfta uyuyor." demişti.
        Şimdi Bayan Thompson sorunu çözmüştü ve kendinden utanıyordu. Ve öğrenciler ona güzel kağıtlara sarılmış süslü kurdelelerle paketlenmiş Noel hediyeleri getirdiğinde kendini daha da kötü hissetti. Çünkü Teddy'nin armağanı kaba kahverengi bir kese kağıdına beceriksizce sarılmıştı.
        Bunu diğer öğrencilerin önünde açmak ona çok acı verdi. Bazıları paketten çıkan bazı taşları düşmüş ve sahte taşlardan yapılmış bileziği ve üçte biri dolu parfüm şişesini görünce gülmeye başladılar, fakat öğretmen, bileziğin ne kadar zarif olduğunu söyleyerek ve parfümden de birkaç damlayı bileğine damlatarak onların bu gülmelerini bastırdı.
        O gün okuldan sonra Teddy öğretmenin yanına gelerek "Bayan Thompson, bugün hep annem gibi koktunuz" dedi.
        Çocuklar gittikten sonra öğretmen yaklaşık bir saat kadar ağladı. O günden sonra da çocuklara okuma, yazma, matematik öğretmekten vazgeçerek onları
eğitmeye başladı.
        Teddy'ye özel bir ilgi gösterdi. Onunla çalışırken zekasının tekrar canlandığını hissetti. Ona cesaret verdikçe çocuk gelişiyordu. Yılın sonuna dek, Teddy sınıfın en çalışkan öğrencilerinden biri olmuştu. Öğretmenin, hepinizi aynı derecede seviyorum yalanına karşın Teddy onun en sevdiği öğrenci olmuştu.
        Bir yıl sonra, kapısının altında bir not buldu. Teddy'dendi. Tüm yaşantısındaki en iyi öğretmenin kendisi olduğunu yazıyordu.
        Ondan yeni bir not alana kadar 6 yıl geçti.O notta liseyi bitirdiğini ve sınıfındaki üçüncü en iyi öğrenci olduğunu ve Bayan Thompson'un hala en hayatında gördüğü en iyi öğretmen olduğunu yazıyordu.
        Dört yıl sonra, bir mektup daha aldı Teddy'den. O arada zamanın onun için zor olduğunu çünkü üniversitede okuduğunu ve çok iyi dereceyle mezun olmak için çok çaba sarf etmesi gerektiğini yazıyordu. Ve Bayan Thompson hala onun hayatında tanıdığı en iyi öğretmendi.
        Daha sonra dört yıl daha geçti ve bir mektup daha geldi. Ve çok iyi bir dereceyle üniversiteden mezun olduğunu ama daha ileriye gitmek istediğini yazıyordu. Ve hala Bayan Thompson onun tanıdığı ve en çok sevdiği öğretmendi. Bu kez mektubun altındaki imza biraz daha uzundu. Theodore F.Stoddard Tıp Doktoru.
        Bu hikaye burada bitmedi. Sonra ilkbaharda bir mektup daha aldı Bayan Thompson. Teddy hayatının kızıyla tanıştığını ve evleneceğini yazmıştı. Ve babasının birkaç yıl önce öldüğünü ve Bayan Thompson'un düğünde damadın anne ve babası için ayrılan yere oturup oturamayacağını soruyordu, tabii ki oturabilirdi.
        Ve tahmin edin ne oldu? O törene giderken birkaç taşı düşmüş olan o bileziği taktı ve tabii ki Noel'de Teddy'nin ona verdiği ve annesi gibi koktuğunu
söylediği parfümü de sürmeyi ihmal etmedi. Birbirlerini sevgiyle kucaklarlarken, Teddy onun kulağına "Bana inandığınız için çok teşekkürler Bayan Thompson, Beni önemli hissetmemi sağladığınız için ve beni böyle değiştirdiğiniz için.." diye fısıldadı.
        Bayan Thompson gözünde yaşlarla ona karşılık verdi: "Ben sana teşekkür ederim Teddy" dedi. "Sen yanılıyorsun. Ben sana değil, sen bana öğrettin. Seninle
karşılaşıncaya kadar ben öğretmenliği bilmiyormuşum.!"