REKLAM

13.11.2016

MÜNACAÂT



Münacât: Lügatte bir kimsenin kulağına bir şey söylemek, fısıldamak; Allah’a yalvarmak, yakarmak, niyaz ve dua etmek manalarına gelmektedir.
· Edebiyatta, Allah Teâlâ’ya  yalvarmak, yakarmak, dua ve niyaz etmek gayesiyle nazm edilen menzumeler nadiren mensur münacâtlar da vardır. mensur münacâtlara TAZARRUNAME adı da  verilmiştir. Manzum münacâtlar, İslamiyyetin  zuhurundan sonra ortaya çıkmış  X-XI. Asırlarda İran edebiyatında ve bilahare de Türk edebiyatında görülmüşlerdir.
            Divan edebiyatı şairleri divanlarına, tevhid, münacât ve na’atlerle başlarlardı. Bu durum islamî eserlerde ve bil hassa divanlarda adetâ bir adet haline gelmiş ve hemen hepsinde münacât yer almıştır.
  Şair münacâtlar da diğer manzumelerde de olduğu gibi âyet ve hadislerden iktibaslar yapmakta ve bazen de bunlara telmihlerde bulunmaktadır.
 Ana mevzu şudur : Allah Teâlâ  en büyük güç, kuvvet, kudret ve azamet sahibidir. Buna mukabil olarak kullar, çaresiz, küçük, fakr-u zaruret içinde ve son derece âcizdir. Bu durumda kulların her türlü işlerinde Allah’a yalvarmaları ve dua etmeleri gerekmektedir.
Münacâtlar az olmakla birlikte dînî Türk mûsikîsinde de  bir form olarak göze çarpmaktadır. Bunlar, manzum münacâtlardan bestelenen formlardır.

MÜNACÂAT

İlahî cihan-aferin zül-celalim
Şuhud-u rububiyyetinde evalim
Temasil-i erteng-i pür hikmetindir
Kerim u kerem dide mazlum u zalim
Huzurunda mahsul-i kalb-ü lisanım
Hurûşan sirişkim perîşan mekalim
Ne hacet var izhar-u  acz ü niyaza
Bütün iftikârım bütün ibtihâlim
Muammâ-yı dil bir garip aferîde
Ne mecnun ne âkil ne cahil ne âlim
Bilen varsa sensin nasıl hüshayım ben
Bana verdi hayret gumuz-i evalim
Nasıl îtimad edeyim mâ sivâya
Ki her bir demimdir demi intikâlim
Bekâ yoksa dünyada ukbâda vardır
Benim var mı yoktu demek ihtimâlim
Eder ruh-ı Naci şu ikrârı tekrar
Masûnu z-zevalim masunu z-zevalim
Senin lütf-i belanı gözler ümidim
Senin kurb-i âlânı gözler hayalim
Şu halim olur belki gufranı calip
Olur belki gufranı calip şu halim.

                    MUALLİM NACİ

AHLAKİ ÇÖKÜŞÜN ÇÖZÜMÜ : KUR’AN AHLAKI



Adım Adım Çöküşü Hazırlayanlar
Bazı insanlar dünyayı yaşayabilecekleri tek yer olarak görmektedirler. Bu yanlış ve sapkın inanış ise hayatın gerçek amacından uzaklaşmalarına ve bir süre sonra manevi değerlerini de kaybetmelerine de neden olmaktadır. Hem kendilerinin hem de diğer insanların ölümle birlikte yok olacaklarını zanneden bu kişiler manevi yönden de bir çöküş içine girerler.

Bu tarz çarpık yaşam felsefelerine sahip insanların oluşturdukları toplumların manevi yönden büyük bir boşluk içinde olması kaçınılmazdır. Böyle toplumları oluşturan insanlar dünyada kendileri için mümkün olduğunca fazla çıkar sağlamaya, kendi istek ve tutkularını tatmin etmeye, kısa bir hayat süresini sorumsuzca geçirmeye çalışırlar. Ahlaki yönden bir güzellik elde etme konusunda ise çabaları olmaz. Çünkü bunun kendileri için bir çıkar sağlamayacağını düşünürler. Hatta aksine yardımsever, şefkatli, merhametli, hoşgörülü, vicdanlı insanları kendi çarpık bakış açılarıyla "saf" kişiler olarak değerlendirirler. Onların hayat felsefeleri, kuvvetli olanın zayıf olanı ezmesi, güçlü olanın hiç kimsenin hakkını gözetmeden insanlara dilediği şekilde zulmetmesi üzerine kuruludur.
Allah Kuran'da, ahirete ve hesap gününe inanmayan bu insanların günah konusunda da sınır tanımayacaklarına dikkat çekmiştir:
"O gün, yalanlayanların vay haline. Ki onlar, din gününü yalanlıyorlar. Oysa onu, 'sınır tanımaz, saldırgan', günahkar olandan başkası yalanlamaz." (Mutaffifin Suresi, 10-12)
Dinden uzak yaşayan bu insanlar hayatları boyunca hep daha fazla şey elde etme hırsı içinde olurlar. Ve çevrelerindeki insanlara da bu yönde telkinlerde bulunur, onları da Allah'ın sınırlarını tanımadan yaşamaya teşvik ederler.
İçinde yaşadığımız dönemde birçok toplumda din ahlakını tamamen terketmiş ve çevrelerini de böyle karanlık bir yola çekmek isteyen insanlar vardır. Bundan dolayı günahta sınır tanımama, saldırganlık, manevi çöküntü, ahlaki değerlerin yitirilmesi, bir ayette geçen ifadeyle "çirkin hayasızlıkların" yaygınlaşması, fuhuşun, sapkın cinsel ilişkilerin, uyuşturucu bağımlılığının, kumarın, kısacası her türlü ahlaksızlığın teşvik edildiği bir dönemdir. (Harun Yahya, Çözüm Kuran Ahlakı)

Ahlaksızlık Telkini
Dinsiz veya Allah'a ve ahirete inancı zayıf olan bir insan, Allah'ın haram kıldığı fuhuş, kumar, hırsızlık gibi eylemlerde bulunmaktan, insanların haklarına tecavüz etmekten çekinmez. Çünkü dinsizliğin temelinde, insanların tesadüfler sonucunda oluştukları ve dolayısıyla kendilerini Allah?a ve O?nun emirlerine karşı sorumlu hissetmek zorunda olmadıkları inancı vardır. Ayrıca dinsizliği besleyen evrim teorisine göre ise, insan gelişmiş bir hayvandır ve diğer hayvanlar gibi ihtiyaçlarını karşılamak dışında bir kaygısı olmamalıdır. Nefsani ihtiyaçlarını karşılama konusunda ise kendisine herhangi bir kısıtlama getirmek zorunda değildir; bu durumda hayvanlar gibi davranabilir.
Nitekim ünlü materyalistler ve Darwinizm'in savunucuları dinsizliğin ahlaka bakış açısını tüm açıklığı ile dile getirmişlerdir. Darwinizm'in önde gelen çağdaş savunucularından ve Cornell Üniversitesi profesörlerinden William Provine materyalizmin ahlaka bakış açısını şöyle ifade eder:
"Modern bilim ortaya koymaktadır ki, dünya tümüyle ve sadece mekanistik prensiplerle işlemektedir. Doğada hiçbir amaç ve prensip yoktur. Rasyonel olarak bulunabilecek tanrılar ve düzenleyici güçler de yoktur? İkincisi, modern bilim ortaya koymaktadır ki, insanoğlu için hiçbir 'daimi ahlaki kanun' ya da 'mutlak yol gösterici prensip' yoktur? Üçüncüsü, şu sonuca varmamız gerekir ki, öldüğümüz zaman ölürüz ve bu bizim mutlak sonumuzdur." (Philip Johnson, Darwin On Trial, 2. b. Illionis: Intervarsity Press, 1993)
Bu materyalist bilim adamının da belirttiği gibi, dinsizlikte ahiret inancı yoktur ve insanlar ölümden sonra yok olacaklarına inanırlar. İman etmeyenlerin bu sapkın inanışları Kuran'da da şöyle haber verilmiştir:
"O (bütün gerçek), yalnızca bizim (yaşamakta olduğumuz bu) dünya hayatımızdan ibarettir; ölürüz ve yaşarız, biz diriltilecekler değiliz." (Mü'minun Suresi, 37)
Öldükten sonra dirileceğine inanmayan insanlarda, sınır tanımayan, her türlü aşırılıkta ve ahlaksızlıkta bir sakınca görmeyen, nefsinin ve tutkularının her emrettiğini yapan, iradesini kullanmak için bir sebep görmeyen, aksine her türlü iradesizliği geçerli sayan bir anlayış gelişir. Bu nedenle, dinsizlik ahlaki bozulmanın en önemli sebebidir. Nitekim Provine'in yukarıdaki sözleri de dinsizliğin bu sınır tanımazlığına, ahlak üzerindeki bozucu etkilerine bir örnek teşkil etmektedir. Bu sözlerde dinsiz bir insanın nasıl çarpık bir düşünce ve ahlak yapısına sahip olduğunu görmek mümkündür.
Örneğin 60'lı yıllarda dünya gençliği arasında ortaya çıkan özgürlük anlayışı tamamen bu sınır tanımazlığın ve aşırılığın sonucuydu. Serbest cinsellik, uyuşturucu kullanmak, başıboşluk, asilik gibi her türlü ahlak dışı tavır bu dönemin en önemli özelliği idi. Bugün tüm dünyada bu dönemin yetiştirdiği insanlar ya ülkeleri yönetmekte, ya da okullarda öğretmenlik yapmaktalar. Ayrıca günümüzün genç neslini yetiştirmiş olan anne babalar da yine aynı dönemin insanlarıdır. Bugün tüm dünyada ahlaki dejenerasyonun tarihte görülmediği kadar ilerlemiş olmasının bir sebebi de din ahlakından uzak yetişmiş bir kuşağın, giderek daha da dejenere olarak yetiştirdiği bir neslin mevcut olmasıdır. Allah bir ayette babaları din ahlakını bilmedikleri için kendileri de "gafil" kalan topluluğu şu şekilde bildirmektedir:
"Babaları uyarılmamış, böylece kendileri de gafil kalmış bir kavmi uyarman için (gönderildin)." (Yasin Suresi, 6)
Bu ayette de dikkat çekildiği gibi, bu gibi insanların yetiştirdikleri nesiller de kendileri gibi din ahlakından uzak ve "kötülükte sınırı aşan", yani ahlaki değerlerden yoksun insanlar olmaktadır.


Şeytanın Ahlaksızlık Telkini
Dinsizliğin ahlaksızlığı getirdiği kesin bir gerçektir. Ancak dinsiz olduğu halde ahlaksız olmadığını, yukarıda sayılan ahlaksızlıkların hiçbirini yapmadığını düşünen insanlar da olabilir. Gerçekten dinsiz bir insan da hayatı boyunca kesinlikle rüşvet almamış olabilir ve almamak konusunda kesin kararlı da olabilir. Ancak bu onun güzel ahlak sahibi olduğunu göstermez. Herşeyden önce Allah'tan korkup sakındığı için güzel ahlak gösteren bir insan her konuda bu ahlakını devam ettirir. Buna karşın hayatı boyunca asla rüşvet almadığını söyleyen dinden uzak bir insan çıkarları için kolaylıkla yalan söyleyebilmektedir. Veya oğlunun hastane masrafları için paraya ihtiyacı olduğunda gözünü kırpmadan rüşvet alabilmekte, yani şartlar değiştiğinde "mecbur kaldığını" söyleyerek, hiç yapmayı düşünmediği bir şeyi yapabilmektedir. Örneğin bir insanı öldürmeyi asla düşünemeyen din ahlakını yaşamayan bir insan, bir gün aşırı sinirlendiğinde kendini tutamayarak cinayet işleyebilmektedir.
Oysa güzel ahlak sabır ve irade gerektirir. Şartlar ne olursa olsun güzel ahlaktan taviz vermemek gerekir. Bu iradeyi ve sabrı gösterebilmek içinse insanın önemli bir amacının olması şarttır. Müminler Allah'ın rızasını, rahmetini ve cennetini kazanmayı amaç edindikleri için karşılarına çıkan her türlü şartlarda güzel bir ahlak gösterirler. Ama dinsiz ve amaçsız bir insanın böyle bir irade ve sabır göstermesi için bir neden yoktur. Örneğin fuhuş yolu ile para kazananlar bunu aç kalmamak için yaptıklarını söylerler.
Oysa Allah'a ve ahiret gününe iman ediyor olsalar, böyle bir hayasızlığa asla yeltenmezler. Ahirette hesabını veremeyeceklerini bildikleri için büyük bir korku ile sakınırlar. Allah'ın Kuran'da, "Şeytan, sizi fakirlikle korkutuyor ve size çirkin -hayasızlığı emrediyor. Allah ise, size kendisinden bağışlama ve bol ihsan (fazl) vadediyor. Allah (rahmetiyle) geniş olandır, bilendir." (Bakara Suresi, 268) ayetinde bildirdiği gibi, insanların büyük bir kısmı fakirlik korkusuyla türlü ahlaksızlığa başvurabilmektedir. Halbuki Allah'ın rahmetini uman kişi bunları aklından dahi geçirmez.

Toplum İçinde Ahlaksızlığın Özendirilmesi
Günümüzde gençler ,dünyanın hızla değişiminin ve sözde gelişiminin bir getirisi olarak insanlara sunulan ?modernlik?,?çağdaş olma?, ?cesurluk? ve ?özgürlük? kılıfları kullanılarak, ahlaksızlığa özendirilmektedir. Sadece birkaç on yıl öncesine kadar insanların konuşmaya dahi çekindikleri konular, bugün toplumda meşru olarak kabul edilmektedir.
En yaygın iletişim araçları olan televizyonlarda, gazete ve dergilerde her türlü ahlaksızlık sergilenmekte, yolsuzluk yapanlar, homoseksüeller, fuhuşla geçimini sağlayanlar, kumarbazlar, düzgün konuşmaktan aciz, cahil kişiler ?özenilecek kişiler?miş gibi lanse edilmekte ve yaşadıkları hayat çok cazipmiş gibi anlatılmaktadır. Yapılan bu ahlaksızlıkların ?cesurluk?, ?medeniyet? ve ?modernlik? sıfatıyla topluma sunulması ise durumu daha da tehlikeli bir hale sokmaktadır.
Örneğin son yıllarda dünya genelinde erkeklerin kadınsı bir üslupla konuşup, kadınsı giyinmeleri bu telkinin bir sonucudur. Toplumların önemli bir kesiminin kendilerini küçük düşüren bu tavra özenmeleri de elbette ki akılsızlıklarının bir göstergesidir. Veya evlilik dışı ilişkiler ve uyuşturucu kullanmak da dünyaca ünlü, "medyatik" kişiler tarafından özendirilmektedir. Cahil olan insanlar ise bu kişileri kendilerine örnek alıp, onların giyimlerinden mimiklerine, hayat felsefelerinden konuşma üsluplarına kadar herşeylerini taklit etmektedirler. Halbuki özendikleri kişilerin büyük bir bölümü ruhsal çöküntü içinde yaşayan, cahil, çevresindeki insanlar tarafından sürekli aşağılanan insanlardır. Ancak birçok insan bunları göremeyecek kadar akıldan yoksundur. Ayette şöyle buyrulmaktadır:
"Size verilen herşey, yalnızca dünya hayatının metaı ve süsüdür. Allah Katında olan ise, daha hayırlı ve daha süreklidir. Yine de, akıllanmayacak mısınız?" (Kasas Suresi, 60)
Oysa toplum, Allah'tan korkup sakınan, düşünen, akıl sahibi, vicdanlı, kültürlü, dürüst ve aydın kimselere özendirilse, ahlaksızlıklar yerilerek küçük düşürülseler, hiç kimse ahlaksızlık yarışına giremeyecektir. Genç insanların zihinleri boş konular yerine hem kendilerini geliştirecek hem de çevrelerine fayda vermelerini sağlayacak konularla meşgul olsa, şüphesiz bu insanlar çok daha bilinçli bireyler olacaklardır. Böyle kişilerin de her zaman için çevrelerindeki insanlara, içinde yaşadıkları topluma ve hatta tüm dünyaya fayda getirecekleri açıktır. Öncelikle bu insanlar her zaman doğru olanı araştıran, fikri saplantılardan uzak kişiler olacaklardır. Çevrelerinde gördükleri olayları dinsizliğin getirdiği önyargılarla değil, açık zihinle değerlendirecek, dünyada bulunuş amaçlarını fark edebileceklerdir. Ve kendilerini Allah'ın yarattığını ve O'na karşı sorumlu olduklarını bildikleri için, güzel ahlakı yaşayabileceklerdir. Kuran'a uydukları için de kendilerine yalancı, sahtekar, ahlaksız insanları değil, samimi, güzel ahlaklı, akıllı, bilinçli insanları örnek alacaklardır.
Toplumda güzel ahlaklı kimselerin ön plana çıkartılmaları, güzel ahlakın övülerek kötü ahlakın yerilmesi, insanların ahlaksızlığa özenmelerini tamamen ortadan kaldıracaktır.


HAZIRLAYAN: MEHMET EMİN LAYIK

OSMANLI DEVLETİNİN İLK BORÇLANMALARI ÜZERİNE BİR TETKİK MÜNASEBETİYLE

 



18.yy’dan itibaren uzun süren savaşlar neticesinde siyasi yönden zayıflamaya başlayan Osmanlı Devleti, mali yönden de zayıflamaya başlamıştı. Halktan alınan şer’i ve örfi vergiler yeterli olmayınca savaş zamanında halka yeni vergiler ihdas edilmiş ve zamanla bu vergiler sürekli bir hal almıştı. Yeniçerilere ulufe dağıtabilmek için maliye bazen, sarayın ve diğer devlet erkanının altın ve gümüş gibi madenlerden eşyalarını eritip sikke darb ettiriyordu. Bazı eyalet sancakların başında bulunan beylerbeyi ve sancak beyleri topladıkları vergilerin ancak cüz’i bir kısmını İstanbul’a gönderiyorlardı.
III. Selim’in devletin gelir kaynaklarını iltizamdan kurtarmak, harp hazinesi ihdas etmek gibi mali fikirleri fiiliyata geçemedi.
Devlet hazinesinin köklü mali tedbirlerle ıslah olunması gerektiği halde işleri daha da zorlaştıran ve içinden çıkılmaz bir duruma düşüren günlük tedbirlere tevessül eden bir zihniyet maliyenin başında bulunuyordu. Hazine hemen hemen boş olduğu için devlet masraflarını karşılamanın yollarını aramaya başladı. İlk olarak hükümet borçlarını uzun vadeli senetlerle ödemeye başladı. Ayrıca darphanede basılan sikkelerin ayarı düşürülüyordu. Masrafları karşılamanın bir diğer yanı da kağıt para ihraç etmekti. Bu tedbirler yetersiz kaldığı zaman ise ekseriyetini Rumların oluşturduğu Yahudi Ermeni ve İtalyanlardan da oluşan Galata Bankerleri diye bilinen bankerlere müracaat edilerek yüksek faizli nakit para girişi sağlanmaktaydı.
Tanzimat Fermanı’nın ilanıyla birlikte vergide eşitlik, para basımının kontrol edilmesi ve denk bütçe oluşturulması gibi mali ıslahatlar yapılmış ama bunlar da akim kalmıştır. En haşmetli dönemlerinde olduğu gibi duraklama ve gerileme dönemlerinde de Osmanlı Devleti kendisini Avrupalı devletlerden üstün tutmuştur. Herhangi bir sebepten dolayı bu devletlerden yardım talebinde bulunulması devletin itibarını zedeleyecektir. Bunun için çok uzun yıllar Avrupa’dan dış borç alınmamıştır. Sultan I. Abdülhamit, II. Selim ve III. Mahmut dönemlerinde zaman zaman borç alma teşebbüslerinde bulunulduysa da bu teşebbüsler neticesiz kalmıştır.
Ancak Kırım Savaşı’nın kapıya dayanması bu savaş için yapılacak harcamaların artması ve diğer iç ve dış harcamalar için daha fazla dayanılamamış ve 1854 yılında ilk defa Osmanlı ile İngiliz-Fransız ortaklığı ile dış borçlanma başlamıştır. Bu ilk borçtan sonra korkunç derecede bir hızla borç alınmaya devam edilmiş ve ilk borçtan sadece 21 sene sonra hükümet 1875 yılında Muharrem Kararnamesi’yle borçların faizlerini dahi ödeyemeyeceğini ve iflas ettiğini açıklamıştır.
Bunu fırsat bilen Avrupalı devletler borçlarını tahsil  etmek için iptidası “Rüsum-i Sitte idaresi olan ve daha sonra Düyun-ı Umumiye idaresi adını alan teşkilatı kurmuşlardır. Bu teşkilât kısa zamanda Osmanlı Devletinin bütün gelirlerini ve vergilerini kontrol altına almış hatta devlet memurlarının maaşlarını bu teşkilât ödemeye başlamıştır. Zamanla birer birer Osmanlıdan kopan ve bağımsızlıklarını kazanan devletler arasında paylaştırılan bu borçlar (Lozan Anlaşmasında paylaştırılmıştır). 1954 yılına kadar peyder pey ödenmiştir.
Osmanlı İmparatorluğu, borçlanma yoluyla elde ettiği paraları iki şekilde harcamıştır. Bunlardan ilki; devlet bu paraları mutat masraflarında yani bütçe açığını kapatmakta kullanmıştır ki en çok bunun için borç almıştır. Diğer bir şekil ise sanayi, ticaret ve ziraat gibi ileriye dönük yatırımlardır. Bu ikinci kısım için çok fazla harcama yapılmamıştır. Bu yöndeki en önemli yatırımları Rumeli demiryolları projesi ve çoğumuzun farkında bile olmadığı ancak yurdumuzun hemen sahil tarafındaki karşısında bulunan ve şimdi askeri fabrika olan Zeytinburnu silah ve makine fabrikasıdır.





* Bu Makale, 09-06-2003 Tarihinde Prof. Dr. Ali İhsan Gencer’e Sunduğum Ve Onun Tarafından Kabul Edilen “Tanzimat Döneminde İlk İstikrazlar” Adlı Mezuniyet Tezinin Bir Hulasası Mahiyeti Taşımaktadır.

ORHAN BEY

                                                    
     Orhan Gazinin, beyliğin toprak genişliğini altı kat arttırarak 95 bin kilometrekareye çıkardığını, devletin nüfusunu 3 binden 3 milyona vardırdığını, 0n bin kişilik bir ordu beslediğini ve bu ordunun sefer anında 100 bine ulaştığını, ilim adamlarıyla el ele vererek devleti imar ettiğini, hristiyan halkın, idarecilerin zulmünden bıkarak Orhan Gazi’nin adaletine sığındıklarını, küçük bir beylikten koca devletin        temelinin nasıl atıldığını biliyor muydunuz?
           


Osmanlı Padişahlarının ikincisi olan Orhan Bey 1326-1360 yılları arasında saltanat sürmüştür.
Sultan Osman Gazi'nin oğlu olup, dedesi Ertuğrul Gazi'nin vefat ettiği 1281 senesinde Söğüt'te doğdu. Küçük yaştan itibaren tam bir disiplin ve intizam ile istikbalin beyi olacak şekilde yetiştirildi. Şeyh Edebali ve Dursun Fakih gibi alimlerden ilim öğrenip, feyz aldı. Gençliğinden itibaren Bizans tekfurlarıyla olan gazalara katıldı. Kumandanlık ve devlet idaresi konularında bilgi ve tecrübe kazandı. Babasının yaşlılığı dolayısıyla 1324'ten itibaren devlet idaresinin başına geçti. Osman Gazi, onu Bursa'nın fethiyle görevlendirdi.
            Orhan Bey'in 1326'da Bursa'yı fethi sırasında Osman Gazi vefat etti. Babasının naşını Bursa'da Gümüşlü Kümbet'e naklettikten sonra Osmanlı Devleti'nin ikinci sultanı olarak tahta geçti ve devlet merkezini Yenişehir'den Bursa'ya nakletti.
Bundan sonra fetih ve gaza hareketlerine hız veren Orhan Gazi, 1329'da Bizans kuvvetlerini Pelakanon'da ağır bir yenilgiye uğrattıktan sonra 1330'da İznik'i aldı. Devletin geçici merkezi haline getirilen İznik şehri imar edilerek, İslamî eserlerle süslendi. Orhan Gazi, İznik'in en büyük kilisesini camiye çevirerek burada Cuma namazı kıldı.
 Fetih hareketlerine devam eden Orhan Gazi, 1331'de Taraklı, Mudurnu ve Göynük kasabalarını, 1333'de Gemlik, 1336'da Kirmastı, Mihaliç ve Ulubat kasabalarını zaptetti. 1337'de İzmit'in fethi ile Kocaeli yarımadasının tamamı Osmanlıların eline geçti.
1353'te Bizans'taki iç karışıklıklardan faydalanan Orhan Gazi, Gelibolu'da Çimbe kalesine sahip oldu. Bu, Osmanlıların Rumeli'ye geçerek bölgeyi tanımaları ve gelecekteki fetihleri bakımından önemli rol oynadı. Nitekim oğlu Süleyman Paşa'yı Rumeli'deki kuvvetlerin başına tayin eden Orhan Gazi, Bolayır'dan Tekirdağ'a kadar olan bölgeyi fethettirdi.
Diğer taraftan Anadolu'da da birliği sağlama çalışmalarına hız veren Orhan Gazi; Karesioğullarından 1345'te Balıkesir'i, 1350'de ise Bergama ve Edremit'i, Eretna beyliğinden de 1354'te Ankara'yı aldı.
            Orhan Gazi, büyük oğlu Süleyman Paşa'nın 1359'da bir av sırasında attan düşerek vefat etmesi üzerine üzüntüsünden hastalandı ve 1360 yılında vefat etti. Bursa'daki Gümüşlü Kümbet'e defnedildi. Yerine oğlu I. Murat geçti.
Şahsiyeti nesillere örnek mahiyette olan Orhan Gazi, halim-selim olup, son derece merhametliydi. Kolay kızmaz, kızınca da belli etmezdi. Askerlerini ve tebeasını kendisinden fazla korurdu. Çok adildi. "Adaletin en kötüsü geç tecelli edenidir. Sonunda hüküm isabetli olsa geciken adalet zulümdür." buyururdu. Orhan Gazi'nin İslam ahlakına hayran olup, adaletine gıpta eden hıristiyanlar kendi soyundan ve dininden hanedanların yerine, Osmanlı idaresini tercih ederlerdi.
Orhan Gazi devrinde fethedilen beldeler ilmî, mimarî ve sosyal tesislerle süslendi. İznik fethedilince, manastırını medreseye çevirterek ilk Osmanlı medresesini kurdu. Yine İznik'te yaptırdığı imaretin açılışında kendi eliyle fakirlere ve gazilere aş dağıttı. Ahalisinden müslim ve gayr-i müslim hiç kimsenin aç kalmamasına gayret etti.
Cihattan vazgeçmez ve emri altındakileri devamlı Allahü tealanın dinini yaymaya teşvik ederdi. Oğlu Murat Gazi'ye "Oğul! Cennet mekan babam Osman Gazi Han bir avuç toprağı beylik yaptı. Biz Allah'ın izniyle beyliği sultanlığa çevirdik. Sen daha da büyüğünü yapacaksın! Osmanlı'ya iki kıta üzerine hükmetmek yetmez. Zira İ'la-yı kelimetullah (Allahü tealanın ismi şerifini yüceltmek, İslamiyet'i yaymak) azmi iki kıtaya sığmayacak yüce bir azimdir." diyerek son vasiyetini yapmıştır.


12.11.2016

FIKRA TARİHİ


Öküz lakabıyla meşhur  Sadrazam Mehmet Paşa bir doğu seferinde serdar iken, çadırına emrindeki kumandanları toplamış harp durumunu konuşuyorlardı.  Son derece normal hallerden,sadrazam otağının girişinde bulunan araba öküzlerinden biri kazığından boşanmış ve her nasılsa çadırın kapısından başını  uzatarak acı acı  böğürmüştü. Kumandanlar sadrazamın lakabını hatırlayarak bıyık altından gülmeye başlayınca Öküz Mehmet Paşa:
--“Evet banageldi ve bana seslendi. Fakat ne dedi biliyor musunuz?”diye kumandanlara sordu. Kumandanlar hayretle:
--“ne sordu efendim” derler. 
Paşa:
-“seni tanıdım ; bendensin ama,bu eşeklerin içinde işin ne ? diye sordu” der

İBRAHİM HAKKI’NIN SAĞLIK İLE İLGİLİ ÖĞÜTLERİH





·      Yazın güneşten sakınmak,
·      Gölgeli yerlerde gezmek ve oturmak,
·      Safra maddesini mahveden soğuk yiyecek ve içeceklere alışmamak,
·      Isıtılıp kurutulan yemeklerden sakınmak,
·      Salatalık, kavun gibi sulu meyveleri bol yemek,
·      Beyaz ve ketenden yapılmış elbiseler giymek,
·      Sabahın soğuğundan, öğle vaktinin sıcağından çekinmek,
·      Kışın yünlü elbise giyip yağlı yemekler yemenin vücut için faydası vardır.

Vücudun her organını özelliğine göre işletmek faydalıdır, mesela; eller, eşyayı kaldırıp indirmekle, ciğerler bol ve temiz hava almakla, gırtlak güzel şeyler söylemekle, kulak hoş sesleri dinlemekle, göz meşru ve güzel şeyleri seyretmekle, ayak yürümekle, hafıza okuma ve ezberleme ile kuvvet kazanır ve gelişir.

Ata binmek bütün vücudu harekete geçirdiği için faydalıdır. Vücudu işleten yarışlar çok faydalıdır.

Gemiye binmek, deniz seyahati yapmak, kan, safra gibi sıvıların akımını kolaylaştırdığı ve çoğalttığı, mideye de tesirli olduğu için faydalıdır.
İnsan sağlığını korumak için yemekten iki üç saat sonra yatmalı,
Yoğurt insanını uykusunu arttırır.
Kabuslu rüyaları önlemek için ağır yemeklerden ve tıka basa yemekten kaçınmalı.
Sıhhati korumak için buğday ekmeği, hafif tatlılar, tavuk ve kırmızı et yemeli, küçük lokmalar almalı ve fazla çiğnemeli.
Meyvelerden incir, üzüm ve bunlara benzer sulu meyveler yemeli, kuru meyvelere iltifat etmemeli.
İştahı yokken kesinlikle yemek yememeli, iştaha gelince de hemen yemeli, geciktirmemeli. İştahı varken de tam doymadan yemekten kalkmalı.
Hazım olmamış yemekler üzerine kesinlikle yemek yememeli, biri hazım olurken diğerini üzerine atmamalı.
Çok çeşitli yemek yememeli. Çünkü hazım müddetleri farklıdır.
Günde iki defa yemek vücuda sıhhat, ruha hafiflik verir. Çünkü bir çok hastalıklar çok yemekten ileri gelir.
Suyu, yemekten önce içmek iyi değildir. suyu yemek esnasında ve yemekten iki üç saat kadar sonra içmek faydalıdır.
Yemek arasında su içmek hastalıkları önler. Sabah mide boşken, terli iken, meyve yedikten sonra su içmek zararlıdır.

                      



H Kaynak: “Marifetname C:1 S:51-52-53”

İBRAHİM HAKKI ERZURUM





Büyük bir Allah âşığı, sosyolog, psikolog, astronom, sağlıkçı, fen adamı ve şair olan İbrahim hakkı 18 mayıs 1703 tarihinde Erzurum’un Hasankale ilçesinde dünyaya geldi. Babası derviş Osman annesi ise Hz. Peygamberin soyundan gelen Mahmut kızı Şerife Hanife hatundur.
9 yaşındayken Tillo’ya gitti. Şeyh İsmail Fakirullah’dan dersler almaya başladı. Babasının vefatından sonra(1719) Erzurum’a geldi. Erzurum müftüsü Hazik Muhammed’den Arapça ve Farsça öğrendi. Bir müddet sonra tekrar Tillo’ya döndü. Şeyhinin büyük oğlunun kızıyla evlendi. 15 yıl orada kaldı, 1750’de Hicaz’a 1766’da İstanbul’a gitti. 1. Mahmut’’un davetiyle saraya girdi, ikinci ve üçüncü defa hacca gitti.(1764-1768). Arabistan’ı Mısır’ı gezdi. Nihayet 1780'de Tillo’da vefat etti. Ve vasiyeti üzere mürşidi olan Şeyh İsmail Fakirullah’ın ayak ucuna gömüldü.
İbrahim Hakkı 40’tan fazla eser bırakmıştır. Eserleri içinde 1754’de tamamladığı “ilahiname” adındaki divanı en meşhurlarındandır. Ondan daha meşhuru ise “Marifetname”dir.
Meşhur Eser “Marifetname”: Marifetname eskiyle yeniyi birleştiren eski bir ansiklopedi mahiyetindedir. Marifetullah (Allah’ı tanıma)’dan, gökyüzünden, yıldızlardan, aydan, güneşten, dünyadan, ay ve yıldızların hareketlerinden ay ve güneş tutulmalarından dini emir, inanç gelenek ve göreneklerden Nakşibendilik tarikatının esaslarından bahseder.
Eskiyle yeniyi birleştiren Marifetname, 1 fihrist ve mukaddime, 3 fen ve 1 hatimeden meydana gelmektedir. Her konuda kendi arasında bölümlere ayrılmaktadır.
İbrahim Hakkı, önsöze başlamadan önce alemi kebir dediği kainatı ve onun sırlarını belirtmektedir. Marifetname’sine şu cümlelerle girmektedir:
“Allah bütün cihanı insan için ve insanı da kendi ulu varlığının bilinmesi için yaratmıştır. İnsanın bilinmesi, nefsimizin bilinmesine bağlıdır. Nefsimizi bilmek beden yapımızı bilmeye bağlıdır. O da alemi bilmeye, bu da ilimleri bilmeye bağlıdır.”
Bu bölümde İbrahim Hakkı alem-i ekber’den alemi asgar dediği insanı ele alırken, marifetullah’a kapılar açmaktadır.
Marifetname’de Anatomi: Marifatname’de anatomi ve fizyolojiye de geniş ölçüde yer verilmiştir.
İbrahim Hakkı anatomiyi “bedenlerin yapılışını bildiren ilim” diye tarif eder. Günümüzde bu tarif değerini korumakla birlikte sadece biraz genişletilmiştir. İbrahim hakkı aynı yerde imam-ı şafiinin anatomiyi diğer ilimlerden daha üstün gördüğünü belirtmekte, “anatomi ilmi, doktorların sermayesi Allah’ı anlamanın bir vasıtasıdır.” demektedir. Doktorların sırf meslekleri yönünden bu ilmi öğrendikleri, halbuki bu ilmi öğrenmede ilk planda Allah’ı bilmek, O’nun kudret ve büyüklüğünü öğrenme hedefinin gözetilmesi gerektiğini anlatır. Anatomi öğrenmenin faydalarını da şu şekilde anlatır:
1.     Aklın şaştığı ve hayret ettiği bu eseri (bedeni) seyretmekle bütün eşyanın benzerini yaşayan bu binayı, bu parlak yapıyı en güzel ve en mükemmel şekilde yaratan cenab-ı hak karşısında acizliği anlamak ve o büyük sanatkarın sonsuz kudretini “ilmel yakin=kesin bir ilim” ile idrak etmek,
2.     Bu harika eseri, bu incelikleriyle terkip eden ve süsleyen yaratıcının ne kadar ilim ve hikmet sahibi olduğunu, yapının şahadetiyle “aynel yakin=gözle görme derecesinde” anlamak,
3.     Cenab-ı hakkın bize lütuf ve yardımlarını şefkat ve merhametini idrak edip ondan Allah’ın zaman zaman bizi terbiye ettiğini “hakkal yakin=hakikatine ererek” idrak etmek,
Çünkü cenab-ı hak vücut binasının yapımında ve işleyişinde en ufak bir eksiklik bırakmamış onu en mükemmel şekilde korumuştur.




H Kaynak: Müslüman İlim Öncüleri Ansiklopedisi S:206-213