REKLAM

13.11.2016

OSMANLI DEVLETİNİN İLK BORÇLANMALARI ÜZERİNE BİR TETKİK MÜNASEBETİYLE

 



18.yy’dan itibaren uzun süren savaşlar neticesinde siyasi yönden zayıflamaya başlayan Osmanlı Devleti, mali yönden de zayıflamaya başlamıştı. Halktan alınan şer’i ve örfi vergiler yeterli olmayınca savaş zamanında halka yeni vergiler ihdas edilmiş ve zamanla bu vergiler sürekli bir hal almıştı. Yeniçerilere ulufe dağıtabilmek için maliye bazen, sarayın ve diğer devlet erkanının altın ve gümüş gibi madenlerden eşyalarını eritip sikke darb ettiriyordu. Bazı eyalet sancakların başında bulunan beylerbeyi ve sancak beyleri topladıkları vergilerin ancak cüz’i bir kısmını İstanbul’a gönderiyorlardı.
III. Selim’in devletin gelir kaynaklarını iltizamdan kurtarmak, harp hazinesi ihdas etmek gibi mali fikirleri fiiliyata geçemedi.
Devlet hazinesinin köklü mali tedbirlerle ıslah olunması gerektiği halde işleri daha da zorlaştıran ve içinden çıkılmaz bir duruma düşüren günlük tedbirlere tevessül eden bir zihniyet maliyenin başında bulunuyordu. Hazine hemen hemen boş olduğu için devlet masraflarını karşılamanın yollarını aramaya başladı. İlk olarak hükümet borçlarını uzun vadeli senetlerle ödemeye başladı. Ayrıca darphanede basılan sikkelerin ayarı düşürülüyordu. Masrafları karşılamanın bir diğer yanı da kağıt para ihraç etmekti. Bu tedbirler yetersiz kaldığı zaman ise ekseriyetini Rumların oluşturduğu Yahudi Ermeni ve İtalyanlardan da oluşan Galata Bankerleri diye bilinen bankerlere müracaat edilerek yüksek faizli nakit para girişi sağlanmaktaydı.
Tanzimat Fermanı’nın ilanıyla birlikte vergide eşitlik, para basımının kontrol edilmesi ve denk bütçe oluşturulması gibi mali ıslahatlar yapılmış ama bunlar da akim kalmıştır. En haşmetli dönemlerinde olduğu gibi duraklama ve gerileme dönemlerinde de Osmanlı Devleti kendisini Avrupalı devletlerden üstün tutmuştur. Herhangi bir sebepten dolayı bu devletlerden yardım talebinde bulunulması devletin itibarını zedeleyecektir. Bunun için çok uzun yıllar Avrupa’dan dış borç alınmamıştır. Sultan I. Abdülhamit, II. Selim ve III. Mahmut dönemlerinde zaman zaman borç alma teşebbüslerinde bulunulduysa da bu teşebbüsler neticesiz kalmıştır.
Ancak Kırım Savaşı’nın kapıya dayanması bu savaş için yapılacak harcamaların artması ve diğer iç ve dış harcamalar için daha fazla dayanılamamış ve 1854 yılında ilk defa Osmanlı ile İngiliz-Fransız ortaklığı ile dış borçlanma başlamıştır. Bu ilk borçtan sonra korkunç derecede bir hızla borç alınmaya devam edilmiş ve ilk borçtan sadece 21 sene sonra hükümet 1875 yılında Muharrem Kararnamesi’yle borçların faizlerini dahi ödeyemeyeceğini ve iflas ettiğini açıklamıştır.
Bunu fırsat bilen Avrupalı devletler borçlarını tahsil  etmek için iptidası “Rüsum-i Sitte idaresi olan ve daha sonra Düyun-ı Umumiye idaresi adını alan teşkilatı kurmuşlardır. Bu teşkilât kısa zamanda Osmanlı Devletinin bütün gelirlerini ve vergilerini kontrol altına almış hatta devlet memurlarının maaşlarını bu teşkilât ödemeye başlamıştır. Zamanla birer birer Osmanlıdan kopan ve bağımsızlıklarını kazanan devletler arasında paylaştırılan bu borçlar (Lozan Anlaşmasında paylaştırılmıştır). 1954 yılına kadar peyder pey ödenmiştir.
Osmanlı İmparatorluğu, borçlanma yoluyla elde ettiği paraları iki şekilde harcamıştır. Bunlardan ilki; devlet bu paraları mutat masraflarında yani bütçe açığını kapatmakta kullanmıştır ki en çok bunun için borç almıştır. Diğer bir şekil ise sanayi, ticaret ve ziraat gibi ileriye dönük yatırımlardır. Bu ikinci kısım için çok fazla harcama yapılmamıştır. Bu yöndeki en önemli yatırımları Rumeli demiryolları projesi ve çoğumuzun farkında bile olmadığı ancak yurdumuzun hemen sahil tarafındaki karşısında bulunan ve şimdi askeri fabrika olan Zeytinburnu silah ve makine fabrikasıdır.





* Bu Makale, 09-06-2003 Tarihinde Prof. Dr. Ali İhsan Gencer’e Sunduğum Ve Onun Tarafından Kabul Edilen “Tanzimat Döneminde İlk İstikrazlar” Adlı Mezuniyet Tezinin Bir Hulasası Mahiyeti Taşımaktadır.

ORHAN BEY

                                                    
     Orhan Gazinin, beyliğin toprak genişliğini altı kat arttırarak 95 bin kilometrekareye çıkardığını, devletin nüfusunu 3 binden 3 milyona vardırdığını, 0n bin kişilik bir ordu beslediğini ve bu ordunun sefer anında 100 bine ulaştığını, ilim adamlarıyla el ele vererek devleti imar ettiğini, hristiyan halkın, idarecilerin zulmünden bıkarak Orhan Gazi’nin adaletine sığındıklarını, küçük bir beylikten koca devletin        temelinin nasıl atıldığını biliyor muydunuz?
           


Osmanlı Padişahlarının ikincisi olan Orhan Bey 1326-1360 yılları arasında saltanat sürmüştür.
Sultan Osman Gazi'nin oğlu olup, dedesi Ertuğrul Gazi'nin vefat ettiği 1281 senesinde Söğüt'te doğdu. Küçük yaştan itibaren tam bir disiplin ve intizam ile istikbalin beyi olacak şekilde yetiştirildi. Şeyh Edebali ve Dursun Fakih gibi alimlerden ilim öğrenip, feyz aldı. Gençliğinden itibaren Bizans tekfurlarıyla olan gazalara katıldı. Kumandanlık ve devlet idaresi konularında bilgi ve tecrübe kazandı. Babasının yaşlılığı dolayısıyla 1324'ten itibaren devlet idaresinin başına geçti. Osman Gazi, onu Bursa'nın fethiyle görevlendirdi.
            Orhan Bey'in 1326'da Bursa'yı fethi sırasında Osman Gazi vefat etti. Babasının naşını Bursa'da Gümüşlü Kümbet'e naklettikten sonra Osmanlı Devleti'nin ikinci sultanı olarak tahta geçti ve devlet merkezini Yenişehir'den Bursa'ya nakletti.
Bundan sonra fetih ve gaza hareketlerine hız veren Orhan Gazi, 1329'da Bizans kuvvetlerini Pelakanon'da ağır bir yenilgiye uğrattıktan sonra 1330'da İznik'i aldı. Devletin geçici merkezi haline getirilen İznik şehri imar edilerek, İslamî eserlerle süslendi. Orhan Gazi, İznik'in en büyük kilisesini camiye çevirerek burada Cuma namazı kıldı.
 Fetih hareketlerine devam eden Orhan Gazi, 1331'de Taraklı, Mudurnu ve Göynük kasabalarını, 1333'de Gemlik, 1336'da Kirmastı, Mihaliç ve Ulubat kasabalarını zaptetti. 1337'de İzmit'in fethi ile Kocaeli yarımadasının tamamı Osmanlıların eline geçti.
1353'te Bizans'taki iç karışıklıklardan faydalanan Orhan Gazi, Gelibolu'da Çimbe kalesine sahip oldu. Bu, Osmanlıların Rumeli'ye geçerek bölgeyi tanımaları ve gelecekteki fetihleri bakımından önemli rol oynadı. Nitekim oğlu Süleyman Paşa'yı Rumeli'deki kuvvetlerin başına tayin eden Orhan Gazi, Bolayır'dan Tekirdağ'a kadar olan bölgeyi fethettirdi.
Diğer taraftan Anadolu'da da birliği sağlama çalışmalarına hız veren Orhan Gazi; Karesioğullarından 1345'te Balıkesir'i, 1350'de ise Bergama ve Edremit'i, Eretna beyliğinden de 1354'te Ankara'yı aldı.
            Orhan Gazi, büyük oğlu Süleyman Paşa'nın 1359'da bir av sırasında attan düşerek vefat etmesi üzerine üzüntüsünden hastalandı ve 1360 yılında vefat etti. Bursa'daki Gümüşlü Kümbet'e defnedildi. Yerine oğlu I. Murat geçti.
Şahsiyeti nesillere örnek mahiyette olan Orhan Gazi, halim-selim olup, son derece merhametliydi. Kolay kızmaz, kızınca da belli etmezdi. Askerlerini ve tebeasını kendisinden fazla korurdu. Çok adildi. "Adaletin en kötüsü geç tecelli edenidir. Sonunda hüküm isabetli olsa geciken adalet zulümdür." buyururdu. Orhan Gazi'nin İslam ahlakına hayran olup, adaletine gıpta eden hıristiyanlar kendi soyundan ve dininden hanedanların yerine, Osmanlı idaresini tercih ederlerdi.
Orhan Gazi devrinde fethedilen beldeler ilmî, mimarî ve sosyal tesislerle süslendi. İznik fethedilince, manastırını medreseye çevirterek ilk Osmanlı medresesini kurdu. Yine İznik'te yaptırdığı imaretin açılışında kendi eliyle fakirlere ve gazilere aş dağıttı. Ahalisinden müslim ve gayr-i müslim hiç kimsenin aç kalmamasına gayret etti.
Cihattan vazgeçmez ve emri altındakileri devamlı Allahü tealanın dinini yaymaya teşvik ederdi. Oğlu Murat Gazi'ye "Oğul! Cennet mekan babam Osman Gazi Han bir avuç toprağı beylik yaptı. Biz Allah'ın izniyle beyliği sultanlığa çevirdik. Sen daha da büyüğünü yapacaksın! Osmanlı'ya iki kıta üzerine hükmetmek yetmez. Zira İ'la-yı kelimetullah (Allahü tealanın ismi şerifini yüceltmek, İslamiyet'i yaymak) azmi iki kıtaya sığmayacak yüce bir azimdir." diyerek son vasiyetini yapmıştır.


12.11.2016

FIKRA TARİHİ


Öküz lakabıyla meşhur  Sadrazam Mehmet Paşa bir doğu seferinde serdar iken, çadırına emrindeki kumandanları toplamış harp durumunu konuşuyorlardı.  Son derece normal hallerden,sadrazam otağının girişinde bulunan araba öküzlerinden biri kazığından boşanmış ve her nasılsa çadırın kapısından başını  uzatarak acı acı  böğürmüştü. Kumandanlar sadrazamın lakabını hatırlayarak bıyık altından gülmeye başlayınca Öküz Mehmet Paşa:
--“Evet banageldi ve bana seslendi. Fakat ne dedi biliyor musunuz?”diye kumandanlara sordu. Kumandanlar hayretle:
--“ne sordu efendim” derler. 
Paşa:
-“seni tanıdım ; bendensin ama,bu eşeklerin içinde işin ne ? diye sordu” der

İBRAHİM HAKKI’NIN SAĞLIK İLE İLGİLİ ÖĞÜTLERİH





·      Yazın güneşten sakınmak,
·      Gölgeli yerlerde gezmek ve oturmak,
·      Safra maddesini mahveden soğuk yiyecek ve içeceklere alışmamak,
·      Isıtılıp kurutulan yemeklerden sakınmak,
·      Salatalık, kavun gibi sulu meyveleri bol yemek,
·      Beyaz ve ketenden yapılmış elbiseler giymek,
·      Sabahın soğuğundan, öğle vaktinin sıcağından çekinmek,
·      Kışın yünlü elbise giyip yağlı yemekler yemenin vücut için faydası vardır.

Vücudun her organını özelliğine göre işletmek faydalıdır, mesela; eller, eşyayı kaldırıp indirmekle, ciğerler bol ve temiz hava almakla, gırtlak güzel şeyler söylemekle, kulak hoş sesleri dinlemekle, göz meşru ve güzel şeyleri seyretmekle, ayak yürümekle, hafıza okuma ve ezberleme ile kuvvet kazanır ve gelişir.

Ata binmek bütün vücudu harekete geçirdiği için faydalıdır. Vücudu işleten yarışlar çok faydalıdır.

Gemiye binmek, deniz seyahati yapmak, kan, safra gibi sıvıların akımını kolaylaştırdığı ve çoğalttığı, mideye de tesirli olduğu için faydalıdır.
İnsan sağlığını korumak için yemekten iki üç saat sonra yatmalı,
Yoğurt insanını uykusunu arttırır.
Kabuslu rüyaları önlemek için ağır yemeklerden ve tıka basa yemekten kaçınmalı.
Sıhhati korumak için buğday ekmeği, hafif tatlılar, tavuk ve kırmızı et yemeli, küçük lokmalar almalı ve fazla çiğnemeli.
Meyvelerden incir, üzüm ve bunlara benzer sulu meyveler yemeli, kuru meyvelere iltifat etmemeli.
İştahı yokken kesinlikle yemek yememeli, iştaha gelince de hemen yemeli, geciktirmemeli. İştahı varken de tam doymadan yemekten kalkmalı.
Hazım olmamış yemekler üzerine kesinlikle yemek yememeli, biri hazım olurken diğerini üzerine atmamalı.
Çok çeşitli yemek yememeli. Çünkü hazım müddetleri farklıdır.
Günde iki defa yemek vücuda sıhhat, ruha hafiflik verir. Çünkü bir çok hastalıklar çok yemekten ileri gelir.
Suyu, yemekten önce içmek iyi değildir. suyu yemek esnasında ve yemekten iki üç saat kadar sonra içmek faydalıdır.
Yemek arasında su içmek hastalıkları önler. Sabah mide boşken, terli iken, meyve yedikten sonra su içmek zararlıdır.

                      



H Kaynak: “Marifetname C:1 S:51-52-53”

İBRAHİM HAKKI ERZURUM





Büyük bir Allah âşığı, sosyolog, psikolog, astronom, sağlıkçı, fen adamı ve şair olan İbrahim hakkı 18 mayıs 1703 tarihinde Erzurum’un Hasankale ilçesinde dünyaya geldi. Babası derviş Osman annesi ise Hz. Peygamberin soyundan gelen Mahmut kızı Şerife Hanife hatundur.
9 yaşındayken Tillo’ya gitti. Şeyh İsmail Fakirullah’dan dersler almaya başladı. Babasının vefatından sonra(1719) Erzurum’a geldi. Erzurum müftüsü Hazik Muhammed’den Arapça ve Farsça öğrendi. Bir müddet sonra tekrar Tillo’ya döndü. Şeyhinin büyük oğlunun kızıyla evlendi. 15 yıl orada kaldı, 1750’de Hicaz’a 1766’da İstanbul’a gitti. 1. Mahmut’’un davetiyle saraya girdi, ikinci ve üçüncü defa hacca gitti.(1764-1768). Arabistan’ı Mısır’ı gezdi. Nihayet 1780'de Tillo’da vefat etti. Ve vasiyeti üzere mürşidi olan Şeyh İsmail Fakirullah’ın ayak ucuna gömüldü.
İbrahim Hakkı 40’tan fazla eser bırakmıştır. Eserleri içinde 1754’de tamamladığı “ilahiname” adındaki divanı en meşhurlarındandır. Ondan daha meşhuru ise “Marifetname”dir.
Meşhur Eser “Marifetname”: Marifetname eskiyle yeniyi birleştiren eski bir ansiklopedi mahiyetindedir. Marifetullah (Allah’ı tanıma)’dan, gökyüzünden, yıldızlardan, aydan, güneşten, dünyadan, ay ve yıldızların hareketlerinden ay ve güneş tutulmalarından dini emir, inanç gelenek ve göreneklerden Nakşibendilik tarikatının esaslarından bahseder.
Eskiyle yeniyi birleştiren Marifetname, 1 fihrist ve mukaddime, 3 fen ve 1 hatimeden meydana gelmektedir. Her konuda kendi arasında bölümlere ayrılmaktadır.
İbrahim Hakkı, önsöze başlamadan önce alemi kebir dediği kainatı ve onun sırlarını belirtmektedir. Marifetname’sine şu cümlelerle girmektedir:
“Allah bütün cihanı insan için ve insanı da kendi ulu varlığının bilinmesi için yaratmıştır. İnsanın bilinmesi, nefsimizin bilinmesine bağlıdır. Nefsimizi bilmek beden yapımızı bilmeye bağlıdır. O da alemi bilmeye, bu da ilimleri bilmeye bağlıdır.”
Bu bölümde İbrahim Hakkı alem-i ekber’den alemi asgar dediği insanı ele alırken, marifetullah’a kapılar açmaktadır.
Marifetname’de Anatomi: Marifatname’de anatomi ve fizyolojiye de geniş ölçüde yer verilmiştir.
İbrahim Hakkı anatomiyi “bedenlerin yapılışını bildiren ilim” diye tarif eder. Günümüzde bu tarif değerini korumakla birlikte sadece biraz genişletilmiştir. İbrahim hakkı aynı yerde imam-ı şafiinin anatomiyi diğer ilimlerden daha üstün gördüğünü belirtmekte, “anatomi ilmi, doktorların sermayesi Allah’ı anlamanın bir vasıtasıdır.” demektedir. Doktorların sırf meslekleri yönünden bu ilmi öğrendikleri, halbuki bu ilmi öğrenmede ilk planda Allah’ı bilmek, O’nun kudret ve büyüklüğünü öğrenme hedefinin gözetilmesi gerektiğini anlatır. Anatomi öğrenmenin faydalarını da şu şekilde anlatır:
1.     Aklın şaştığı ve hayret ettiği bu eseri (bedeni) seyretmekle bütün eşyanın benzerini yaşayan bu binayı, bu parlak yapıyı en güzel ve en mükemmel şekilde yaratan cenab-ı hak karşısında acizliği anlamak ve o büyük sanatkarın sonsuz kudretini “ilmel yakin=kesin bir ilim” ile idrak etmek,
2.     Bu harika eseri, bu incelikleriyle terkip eden ve süsleyen yaratıcının ne kadar ilim ve hikmet sahibi olduğunu, yapının şahadetiyle “aynel yakin=gözle görme derecesinde” anlamak,
3.     Cenab-ı hakkın bize lütuf ve yardımlarını şefkat ve merhametini idrak edip ondan Allah’ın zaman zaman bizi terbiye ettiğini “hakkal yakin=hakikatine ererek” idrak etmek,
Çünkü cenab-ı hak vücut binasının yapımında ve işleyişinde en ufak bir eksiklik bırakmamış onu en mükemmel şekilde korumuştur.




H Kaynak: Müslüman İlim Öncüleri Ansiklopedisi S:206-213

FIKRALAR

BEN BİLİDİM1

Elazığlı şöfer Mehmet, malı fazla olan Ahmet Dayının zivirine girip:
- Ahmet Dayı, sen bu tarla ne gazanisin? Sat bi otobüs al. Bi sefer İstanbul’a git gel, goy cebine bi milyarı.
Bu fikir Ahmet Dayı’nın aklına yatar. Malını satıp bir otobüs alır. Şöfer Mehmet’i de de şöferi olarak işe başlatır. Ahmet Dayı mal sahipliğinin verdiği havayla hostes koltuğuna oturur ve İstanbul’a ilk seferlerine çıkarlar.
Tam boğaz köprüsüne girerken, fabrika hatasından olacak ki vites kolu şöfer Mehmet’in elinde kalır. Yüreğinin yağı eriyen Ahmet Dayı başlar bağırmaya:
- Mehmet oğlum, ben bilidim bele bi halt yeceksin! Elaziz’den çıdıh çıhalı sen bu zıkkımla oynisin, ta ki buraya kadar...

                                           Patlak lastik

Üniversitede okuyan 4 öğrenci sabah uyanamamışlar ve hukuk finalini kaçırmışlar. Profesöre gidip bindikleri arabanın lastiği patladığı için sınava katılamadıklarını ve kendilerini tekrar sınav yapmasını söylemişler. Profesör kabul etmiş. Ertesi günü onları bir sınıfta sınava almış. Herbirini sınıfın ayrı köşelerine oturtmuş ve üç soru sormuş. 1 ve 2.soruların değeri 15, sonuncu sorunun ise değeri 70 puanmış son soru ise şuymuş:
"Arabanın hangi tekerleği patladı?"

RAHMETLİNİN SON SÖZLERİ

  • Kim bekleyecek şimdi yeşil ışığın yanmasını...
  • Bak şimdi nasıl balıklama atlıycam...
  • Gönder gönder ben tutarım...
  • Ay! Ne Cici! Isırır mı?
  • Yapma abi, şeytan doldurur...
  • Yav bu prizde elektrik var mı?
  • Hala karlı mı gösteriyor hanım? (Anten düzeltirken).
  • Allah Allah! Bu tuttuğum da ne?
  • Bekle beni. Bi dalıp çıkacağım...
  • Aaa şu iki motorun arasından geçeyim. (far ışığında)
  • Bak şimdi ibreyi sona dayandıracağım.
  • Çavuş bu fitilin uzunluğu ne kadardı?
  • Demek daha önce motora binmedin. Atla arkama biraz dolaşalım.
  • Virajda hangi tarafa yatacaktık?
  • Bunun önü nasıl kalkıyor?
  • Motor bozuldu, sen beni şu iple çek.


BAŞARI+BAŞARISIZLIK

  Basarili insan daima cozumun bir parcasidir.
  Basarisiz ise daima sorunun bir parcasidir.
  Basarili insanin her zaman bir programi vardir.
  Basarisizin ise her zaman bir mazereti vardir.
  Basarili insan, “isine yardim edeyim” der.
  Basarisiz, “bu benim isim degil” der.
  Basarili insan her soruna bir cozum bulur.
  Basarisiz, her cozume bir sorun bulur.
  Basarili insan, en olumsuz durumda bile cikis noktasini gorur.
  Basarisiz insan, en olumluya bile engel olur.
  Basarili insan “zor olabilir, ama imkansiz degil” der.
  Basarisiz insan, “mumkun olabilir ama cok zor” der.