REKLAM

15.06.2017

İBRAHİM EDHEM'ÎN KIRKLARA KABULÜ

İbrahim Edhem hazretleri hurmacıdan hurma almıştı... Hurmacıdan ayrılırken yanlışlıkla bir miktar hurmayı para ile aldığı hurmaya karıştırarak götürdü ve yedi... Ondan sonra kırk gün ibadetinden bir feyz almaz oldu. O günlerde Şam'a gelmişti. Kırklara karışarak sohbetlerinden istifade etmek istemişti.
O'na:
— Sen yanlışlıkla yediğin hurma yüzünden ibadetinden bir huzur duymuyorsun. Nasıl olur da bize karışabilirsin, dediler.
İbrahim Edhem Hazretleri, Şam'dan Medine'ye gelerek hurmacıyı buldu. Hakkını helâl ettirip hurmanın parasını verdi. Ondan sonra tekrar Şam'a gitti, kırklara karışabildi...

DELİNİN (!) BEYAZID-I BESTAMİ'YE TAVSİYESİ

Büyük Mutasavvıf Beyazıd-ı Bestamî Hazretleri bir gün tımarhanenin önünden geçiyordu. Tımarhane hizmetçisinin tokmakla birşeyler dövdüğünü görüp:
— Ne yapıyorsun? diye sordu. Hizmetçi:
— Burası tımarhanedir. Delilere ilâç yapıyorum, dedi. Beyazıd-ı Bestamî Hazretleri:
— Benim hastalığıma da bir ilâç tavsiye eder misin? dedi. Hizmetçi hastalığının ne olduğunu sordu. Beyazıd Hazretleri:
— Benim hastalığım günah hastalığı... Çok günah işliyorum, dedi. Hizmetçi:
— Ben günah hastalığından anlamam... Ben delilere ilâç hazırlıyorum, diye cevap verdi.
Tam bu sırada tımarhane parmaklığının arasından konuşulanları duyan bir deli, (!) Beyazıd-ı Bestamî Hazretlerine:
— Gel dede, gel! Senin hastalığının çaresini ben söyleyeyim, diye seslendi.
Beyazıd-ı Bestamî Hazretleri, delinin yanına sokularak:
— Söyle bakalım, benim derdime çare nedir? dedi. Deli (!) şu ilâcı tavsiye etti:
— Tevbe kökü ile istiğfar yaprağını karıştır... Kalb havanında tevhîd tokmağı ile döv, insaf eleğinden geçir, göz yaşıyla yoğur, aşk fırınında pişir... Akşam - sabah bol miktarda ye... O zaman göreceksin senin hastalığından eser kalmaz, dedi.
Bu güzel ilâcı öğrenen Beyazıd Hazretleri:
— Hey gidi dünya hey! Demek, seni de deli diye buraya getirmişler, deyip oradan ayrıldı.
Bu ilâç, halen günah hastası olanlara tavsiye olunmaya değer bir ilâçtır. Yani bu formülün hükmü hâlâ devam etmektedir

PAŞA OLURSUN AMA, ADAM OLAMAZSIN

Bir adamın haylaz, yaramaz bir oğlu vardı. Adamcağız oğluna yeri geldikçe:
— Oğlum sen adam olmazsın, derdi.
Babasının bu sözleri ise çocuğun çok zoruna giderdi. Bir gün gene babası aynı sözü tekrarlamıştı. Çocuk başını aldı gitti, İstanbul'a geldi okumaya başladı. Çocuğun tek muradı adam olmak ve babasını mahcup etmekti. Nitekim okudu, uğraştı ve türlü imtihanlardan sonra Osmanlı Devletine Paşa oldu. Unutmamıştı babasının kendine söylediği sözleri. Emrindekilere, gidin filân memlekette, filân köyde şu isimde biri var onu istanbul'a huzuruma getirin, diye emir verdi.
Paşanın adamları gittiler ve söylenen köyde Paşanın babası Mehmet efendiyi buldular. Adamcağız tarlada çift suluyordu. Yanına varıp:
— Seni Paşa Hazretleri İstanbul'a huzuruna çağırır, hazır ol gideceğiz, dediler.
Adamcağız şaşırmıştı. Bir Paşa Anadolu'nun fakir köylüsünü niçin huzuruna çağırsındı. Ne ise emir emirdir, hazırlandı, İstanbul'a yola çıktılar... Günler sonra, o zamanın şartları altında İstanbul'a varıldı... Adamcağız hâlâ suçunun ne olduğunu bilmiyor, Paşa beni ne yapacak?, diye düşünüyordu. Adamcağızı Paşa'nın huzuruna çıkardılar... Büyük bir debdebe ile babasını huzuruna kabul eden Paşa:
— Beni tanıyabildin mi? Ben kimim? diye sordu. Yaşlı adam büyük bir korku içinde idi. Oğlu olduğunu tanımamıştı.
— Siz Sadrazam efendimizsiniz, dedi.
Paşa intikamını almış olmanın gururu içinde:
— Ben senin oğlunum... Hani sen bana iki sözünün birinde «Adam olmazsın» derdin. Bak işte adam oldum, hatta Paşa bile oldum, dedi. Adamcağız meseleyi anlamıştı:
— Beni ta uzaklardan buraya bunu söylemek için mi çağırdın. Ben sana Paşa olamazsın dememiş, adam olamazsın demiştim. Sen ise beni buraya çağırmakla benim sözümü doğru çıkardın, dedi.

ANA HAKKI VE ALKAMA'NIN SONU

Hazreti Peygamberimiz (S.A.V.) eshabıyla oturmuş sohbet ediyordu. Bir kadın sahabe Resûlüllah'ın huzuruna telâşla girerek:
— Yâ Resûlallah! Şu anda kocam ölüm döşeğinde, belki biraz sonra ölmüş olacak,,. Yalnız yanında kelime-i şehadet getirdiğimi anladığı ve kendisi de getirmeye çalıştığı halde şehadet kelimesi getiremiyor. Kocamın imansız gitmesinden korkuyorum. Bu hususta bir yardımınızı bekliyorum, dedi.
Hazreti Peygamberimiz: >
— Kocan sağlığında ne gibi kötü harekette bulunurdu? diye sordu. Kadın hiçbir kötü amelinin olmadığını, namazını kılıp her türlü ibadetini noksansız yerine getirmeye çalışır olduğunu söyledi. Bu sefer Peygamberimiz:
— Kocanızın dünyada kimi var? diye sordu.
Kadın ihtiyar bir anası olduğunu söyleyince Peygamberimiz (s.a.s.) kadının kocası Alkama'nın anasını huzuruna çağırdı. Hazreti Alkama'nın anası, Hazreti Peygamberimizin huzuruna çıktı. Peygamberimiz:
— Oğlun sana karşı nasıl hareket ederdi? Oğlundan memnun musun? dîye sordu.
Alkama'nın anası:
— Ya Resûlellah, oğlum evleninceye kadar çok iyi muamele ederdi. Evlendikten sonra hanımını dinledi, bana hor bakmaya başladı. Hatta son zamanda evini bile ayırdı. Ben de üzüldüm, onun bu hareketine, dedi.
Peygamberimiz (s.a.s.) yaşlı kadına; oğlunun ölüm döşeğinde olduğunu, hakkını helâl etmediği takdirde cehennem azabı çekeceğini söylediyse de kadın:
— Hakkımı helâl etmem, ey Allah'ın Resulü, dedi
Alkama ise evde yatıyor, hâlâ şehadet kelimesi getiremiyordu. Hazreti Peygamberimiz, kadının annelik şefkatini harekete getirmek için, orada bulunanlara:
— Bana biraz odun hazırlayın, diye emir verdi. Kadın hayretle:
— Odunu ne yapacaksın ya Resûlallah! diye sormaktan kendini alamadı.
Çünkü o da şüphelenmişti. Peygamber Efendimiz:
— Oğlunuzu yakacağım... Zira yarın cehennemde yanacağına cezasını burada çeksin, daha iyi, buyurunca, kadın dayanamadı,
— Oğlumun gözümün önünde yanmasına razı olamam ya Resûlallah! Ona hakkımı helâl ediyorum, dedi
Murat hâsıl olmuştu... Hazreti Peygamberimiz, Bilâl-i Habeşi Hazretlerini göndererek:
— Git bakalım, Alkama ne haldedir? buyurdular. Bilâl-i Habeşî Alkama'nın yanına varıp şehadet kelimesi telkin ettiğinde, Alkama'nın dili açılmıştı:
— La ilahe illallah, Muhammedün Resûlüllah, deyip ruhunu Allah'a teslim etti

HZ. ÖMER'İN ADALETİNE BİR MİSAL

Ashab'tan Abdurrahman bin Avf, Hazreti Ömer (r.a.) halife iken onu makamında ziyarete gelmişti, selâm verip müsait bir yere oturdu. Hz. Ömer kendisiyle hiç meşgul olmuyor hattâ selâmını bile almıyordu. Hayretle neticeyi beklerken, Hazreti Ömer, işini bitirdikten sonra yanan mumu söndürdü; aynı onun gibi başka bir mum yaktıktan sonra: «Ve aleyküm selâm» deyip selâmını aldı. Ve konuşmaya başladılar.
Abdurrahman bin Avf Hazretleri, Ömer (r.a.) Hazretlerine niçin o mumu söndürüp başkasını yaktıktan sonra kendisiyle meşgul olmaya başladığını sormuştu.
Hazreti Ömer (r.a.):
— Ya Abdurrahman, evvelki mum devletin hazinesinden alınmış mumdu. O yanarken şahsî işlerimle meşgul olsaydım Allah indinde mes'ul olurdum. Sizinle devlet işi konuşmıyacağımız için kendi cebimden almış olduğum mumu yaktım ondan sonra sizinle meşgul olmaya başladım, deyince Abdurrahman bin Avf Hazretlerinin gözleri yaşarmıştı.
Ellerini kaldırarak şöyle dua etti:
— Ya Rabbi! Hattab oğlu Ömer'i bizim başımızdan eksik etme!
Devlet hazinesini har vurup - harman savuranlara ne güzel bir numune-i imtisal değil mi?...

İNSANIN EN ŞEREFLİSİ ALLAH'TAN ZİYADE KORKANDIR

Ebû Zerr Hazretleri anlatıyor:
Bir gün Bilâl-i Habeşî ile sohbet ederken, bir mesele hakkında anlaşamayarak işi münakaşaya dökdük. Bilâl Hazretlerine:
— Sen bundan ne anlarsın siyah kadının oğlu, diyerek hakaret ettim.
Hazreti Bilâl bunu Efendimiz Hazretlerine söylemiş, Resûlüllah beni huzuruna çağırdı. Hemen Efendimizin huzuruna koştum. Peygamberimiz bana:
— Sen rengi siyah diye Bilâl'ı küçük görmüş ona hakaret etmiş-sin. Doğru mu? diye sordu.
Ben çok mahcup olmuştum, utancımdan hiçbir şey söyleyemedim. Resûlüllah devamla:
— Demek sende hâlâ cahiliyet devri adetlerinden eser var. Halbuki îslâmiyette insanın derisinin hiçbir ehemmiyeti yok. İslâmiyet ırk, renk ve soy - sop farkını ortadan kaldırmıştır. Müslümanlıkta Allah'tan kim daha fazla korkarsa o öbüründen daha üstündür. Sen bu hali nasıl işledin ? buyurdular.
Ben Resûlüllah (S.A.S.) efendimizin bu sözleri karşısında ziyadesiyle üzülmüş, ne yapacağımı şaşırmıştım. Resûlüllah'in huzurundan ayrıldıktan sonra doğru Bilâl-i Habeşî Hazretlerinin evine gidip, başımı evin eşiğine koydum:
— Ey Bilâl, mübarek ayakların bu kaba başın üzerine basarak geçmedikçe kendimi affetmeyeceğim ve buradan ayrılmayacağım, dedim.
Biraz sonra Hazreti Bilâl içerden çıktı, beni tutarak kaldırdı ve bana: , _
— Ey kıymetli kardeşim ben seni affettim, Allah da affetsin. Bu yüz çiğnenmeye değil öpülmeye lâyıktır dedi ve beni kucaklayarak içeri aldı.
Ben Bilâl Hazretlerinin bu hareketine çok sevinmiştim. Bilâl'in iki gözlerinden öptüm. Sevincimden gözlerim yaşarmıştı!.

ODUNCU İLE ŞEYTAN DÖVÜŞÜ

Odunculukla hayatını kazanan bir zat vardı. Allah'a karşı kulluk" vazifesini yapar, kimsenin ekşisine tatlısına karışmazdı. Bu zahit kişinin bulunduğu köyün yakınında bir köy daha vardı, onlar da dağda kutsal diye kabul ettikleri bir ağaca taparlar, ondan meded beklerlerdi.
Oduncu, bir gün: «Şunların Allah diye taptıkları ağacı kesip odun edeyim, pazarda satarak ekmek parası kazanırım; hem de, bir kavmi Allah'a isyandan kurtarmış olurum» diye düşünerek Allah rızası için ağacı kesmeye karar verdi.
Dağa doğru giderken karşısına acaip suratlı pis bir adam çıkarak nereye gittiğini sordu. Oduncu:
— Halkın Allah diye taparak Allah'a isyan ettikleri ağacı kesmeye gidiyorum, dedi. Adam, oduncuya:
— Ben şeytanım... O ağacı kesmene müsaade etmiyorum, deyince zahit oduncu, şeytana çok kızmıştı.
Öldürmek için hücum ederek yere yatırdı ve üzerine oturup hançerini boğazına dayadı.
Şeytan zahide:
— Ey zahid, sen beni öldüremezsin. Allah bana kıyamete kadar müsaade etmiştir. Fakat gel o ağacı kesme, seninle anlaşalım. Ben sana her gün bir altın vereyim, sen de ağacı kesmekten vazgeç. Hem el ağaca tapıyormuş, günah işliyormuş senin neyine gerek, altınını al işine bak, dedi.
Adam şeytanı bırakmıştı. Şeytan adama, akşam yatıp sabahleyin yastığının altına bakmasını söyledi ve anlaşarak ayrıldılar.
Adam ağacı kesmekten vazgeçip, evine dönmüştü.. Akşam yatıp sabahleyin yastığının altına baktığında, altını gördü. Memnun olmuştu, ikinci gün oldu. Fakat bu sefer şeytan altını koymamıştı. Adam kızıp baltasını aldığı gibi dağa ağacı kesmeye gitti. Fakat yolda yine şeytanla karşılaştılar. Adam şeytana iyice kızmıştı. Görünce:
— Seni sahtekâr seni, kandırdın değilmi beni?., diyerek üzerine hücum etti.
Fakat evvelkinin tam tersine bu sefer şeytan adamı tuttuğu gibi altına aldı. Adam şaşırmıştı. Bu nasıl hâl der gibi şeytanın yüzüne bakıyordu. Şeytan:
— Hayret ettin değil mi? Niçin bana yenildiğinin sebebini söyleyeyim: Dün sen Allah rızası için ağacı kesmeye gidiyordun. Seni değil ben, dünyadaki bütün şeytanlar bir araya gelsek yine yenemezdik. Lâkin şimdi Allah rızası için değil de, sana altını vermediğim için kızdığından gidiyorsun, işte o yüzden bana mağlup oldun ve sana ağacı kesmene müsaade etmeyeceğim, dedi.

EBU LEHEB'ÎN AZABI

Peygamberimizin amcası, fakat en büyük düşmanlarından olan Ebû Leheb îman etmeden geberip gitmişti. Onu, yakınlarından birisi rüyasında gördü. Ve ona nasıl azap edildiğini sordu. Ebû Leheb, Hazreti Muhammed'e îman etmemesi yüzünden çok büyük azap gördüğünü söyleyip başına gelenleri şöyle anlattı:
— Yazıklar olsun bana! O'na îman edip dünya ve ahirette kurtulacağım yerde, îman etmedim ve dünyada da ahirette de perişan oldum. Yalnız bana haftada üç gün hususî muamele oluyor. O da Muhammed doğduğu zaman cariyem gelip bana O'nun doğumunu müjdelemişti, ben de memnun olarak onu azat etmiştim, işte onun için o gece azap hafifliyor. Bir de Pazartesi olunca iki parmağımın arasından serin su akar, ben de onu emer rahatlarım. Bunun sebebi ise Muhammed doğduğu zaman ben cariyeme git O'na meme ver demiştim, ondan dolayı haftada bir gün bana su veriliyor, dedi.

HZ. ALİ'NİN KÜRKÜ

Hazreti Ali, Sıffîn Harbînden dönerken kürkünü kaybetmişti. Aradan, bir müddet zaman geçtikten sonra kürkünü bir Hıristiyanın sırtında görerek, geri alması için kadıya şikâyet etti. Hz. Ali ile hıristiyan arasında mahkeme kurulmuştu. Kadı Hazreti Ali'-ye:
— Kürk senin mî? Senînse isbat edebilirmisin? diye sordu. Hazreti Ali:
— Kürk benimdir, fakat isbat edemem, dedi. Bu sefer kadı hıristiyana:
— Emirel mü'mininin dediği doğru mu? diye sordu. Hıristiyan-:
— Kürk benim, fakat, Emirel mü'minin de yalancı değildir, dedi. Kadı, Hazreti Ali delil gösteremediği için kürkün hıristiyanın olduğuna karar verip adamı akladı. Kadının bu adilâne kararı karşısında vicdanen hakikati anlatmak mecburiyetini hisseden hıristiyan, kürkü Hazreti Ali'ye teslim etmek üzere gelip:
— Ya emirel mü'minin! Bu kürk senindir. Sıffın Harbinden dönerken atın -arkasından düştü, ben de aldım. Fakat kadının verdiği karar beni fazlasiyle duygulandırdı. Müslüman olmaya bütün kalbimle karar verdim, beni affeyle, dedi.
Bu sefer Hazreti Ali adamdan memnun olmuştu:
— Mademki Müslümanlığı kabul ettin. Ben de bu kürkü sana hediye olarak veriyorum-, dedi.
Böylece kürk yine aynı adamda kalmış oldu, lâkin, bir hıristiyan Müslüman oldu!...

BAYKUŞLAR VE NUŞİREVAN

Adaletiyle meşhur İran Hükümdarlarından Nuşirevan tahta geçtiği ilk yıllarda, halka karşı o kadar zalim ve gaddarca davranmış, o kadar zevk-ü sefasına düşkünmüş ki, millet artık canından bıkar hale gelmiş, en ufak ses çıkaran olsa kellesi gidermiş. İşte bu zalim hükümdar Nuşirevan, bir gün maiyetiyle beraber ava çıkmıştı. Yanında gayet zeki bir de veziri vardı. Avlanırken bir ara diğerlerinden ayrılan hükümdar, yanında veziri olduğu halde bir suyun başına varıp atından indi ve bir müddet istirahata çekildi. Yeşillikler üzerinde otururlarken, iki baykuş gelip yakınlarına kondu ve ötmeye başladılar. Baykuşların o nağmeleri Nuşiveran'ın hoşuna gitmiş olacak ki, vezirine:
— însan şu kuşların dilinden anlasa da ne dediklerini bilse... Kim-bilir bu kuşlar şimdi neler söylüyorlardır? dedi.
Vezirin, derdini anlatması için büyük fırsat doğmuştu:
— Sultanım ben bu kuşların ne dediklerini biliyorum. Eğer müsaade eder ve beni bağışlarsanız bu kuşların ne söylediklerini size bildireyim, dedi.
Nuşirevan, hayretle:
— Gazabımdan emin olabilirsin, anlat, dedi. Vezir:
— Sultanım affınıza sığınarak arzediyorum. Bu kuşların birisi, diğerinin kızını oğluna istiyor. Öbürü de; tabiiyeti icabı kızımı sana veririm, yalnız başlık parası olarak bir harabe isterim, diyor. Oğlanın babası ise bu halinden memnun vaziyette; deliye bak, Nuşirevan hükümdar olduğu müddetçe, ben sana bir değil on harabe veririm. Yeter ki sen kızı oğluma ver diyor, işte padişahım kuşların konuştukları bundan ibarettir, dedi.
Nuşirevan vezirinden memnun olmuştu, ne demek istediğini anladı ve doğru avdan sarayına dönerek, o andan itibaren hal ve vaziyetini tamamen değiştirdi. Öyle adil, Öyle halkını gözetir oldu ki öleceği zaman Nuşirevan'ın memleketinde bir tane harabe kalmamış, her yer mağrur ve müreffeh olmuştu. Nerede o guurlu idareciler, nerede o hükümdarlar?

BEHLÜL'E GÖRE ÜÇ KAFA

Behlül Dana Hazretleri, bir gün pazara üç tane kuru kafa getirerek satmaya başlamış ve her üçüne de ayrı ayrı fiyat takdir etmişti. Bu kafaları kaça satıyorsun diyenlere, birini bir paraya, birini on paraya, birini de ağırlığınca paraya sattığını söyledi.
Behlül'ün bu tuhaf hareketlerini seyrederlerken biri dayanamayarak:
— Ey Behlül! Bunların üçü de kurumuş kafalar olduğu halde sen üçüne de ayrı ayrı fiyat biçiyorsun. Bunların birbirlerinden ne farkı var ki? dedi.
Behlül Dana Hazretleri, bundaki esrarı şöyle anlattı:
— Şu birincisi, taş kafadır. Bunun değeri hepsinden düşük. Çünkü hu hiç nasihat dinlemez ve ihtiyaç da duymaz, ikincisi, yani on paralık kafa ise nasihat dinler ama tutmaz... Bir tarafından girer öbür tarafından çıkar. Bunun adı da boş kafadır. Üçüncüsü ise tam kafadır. Hem dinler, onunla amel eder, hem de başkasına öğretir, İşte en kıymetli kafa budur. Bunu da ağırlığınca paraya veriyorum, dedi.
Tabii ki bunda anlayanlar için büyük hikmetler gizlidir. Velilerin hareketi ilk nazarda tuhaf gibi olsa da o çok değerlidir aslında...

HAKİM-ÜL HARAMEYN DEĞİL, HADİMÜL HARAMEYN

Yavuz Sultan Selim, Mısır'ı fethetmiş ve hilâfet 1516 yılında Abbasilerden Osmanlılara geçmişti. Bir cuma günü Ümeyye Camünde cuma namazı kılınacaktı. Yavuz Sultan Selim de, camide idi. Şam valisi hükümdarın namaz kılacağı yere yeşil atlastan bir seccade sererek namaz kılınacak yeri ayırmıştı. Yavuz, namaz kılacağı yerde diğer cemaattan ayrı olarak serilmiş bu seccadeleri görünce hiddetlenerek:
— Burası ibadet yeridir, padişah sarayı değildir, dedi ve atlas seccadelerin kaldırılmasını emretti.
Kendisi de, cemaatla beraber camide namaz kılmaya başladı.
Sıra Cuma hutbesine gelmişti ki, imam çıkarak hutbeyi okumaya başladı. Hutbenin mukaddimesinde halifelerin ismi zikredilirken imam efendi Yavuz Sultan Selim'i kastederek:
— Hakimülharameynişşerifeyn (Mekke ve Medine'nin hükümdarı) dedi.
İmam efendinin bu sözlerini duyan Koca Yavuz hemen oturduğu yerden ayağa kalkarak:
— İmam efendi! Okuduğunuz hutbedeki Hakimülharameyn lâfzını, hadimül harameyn olarak değiştir. Zira ben, Hakimül Harameyn değil; olsa olsa, o mübarek beldelerin hizmetçisi olabilirim, dedi.

ŞAŞI İNSAN VE PEYGAMBERLERE İMAN

Hoca Muslihiddin Efendi, talebe okutuyordu. Talebelerinden birisi şaşı gözlü idi; yani biri iki görürdü. Hoca Efendi talebelerine bir misâl anlatmak için dolabın içine bir şişe koymuştu. Şaşı olan talebeye:
— Zeynel Efendi dolapta bir şişe var, onu bana ver! dedi. Zeynel Efendi:
— Hocam burada iki tane şişe var hangisini vereyim? dedi. Hoca Muslihiddin:
— Hayır! Orada iki değil bir şişe var! dediyse de talebe biri iki görüyor ve dolapta iki şişe olduğunu ısrarla iddia ediyordu. Hoca Muslihiddin Efendi:
— Mademki iki şişe var, birisini kır da öbürünü bana getir, dedi. Talebe şişenin birini kırınca ötekisinin de yok olduğunu gördü. Muslihiddin Efendi talebelerine:
— Görüyorsunuz değil mi? İşte Peygamberlerin birine inanıp birine inanmayan, bu şaşı arkadaşınız gibidir. Halbuki Peygamberlerin tamamı bir sayılır, yani birine inanmak diğerine de inanmayı icabettirir. İsa Peygamber ne demişse, Musa Peygamber de onu söylemiştir, İbrahim Peygamber ne söylemişse, bizim Peygamberimiz Hazreti Muhammed (s.a.v.) de aynı şeyi söylemiş ve hepsini kabul etmiştir. Peygamberlere inanmak mevzuunda hıristiyanlar bu şaşı arkadaşınız gibi oluyorlar, buyurdu.

HZ. ÖMER'İN NİL NEHRİNE MEKTUBU

Hz. Ömer halife iken, Amr bin As (r.a.)'ı, Mısır'ın fethi için vazifelendirmiş, Mısır fetholunduktan sonra da onu Mısır'a vali tâyin etmişti. Bir gün Mısır halkı valinin huzuruna çıkarak şöyle dediler:
— Ya Amr, Nil Nehrinin bir adeti vardır, o adet yerine getirilmezse nehrin suyu çoğalmaz, kesilir... Halk da açlık sıkıntısı ile karşı karşıya kalır, dediler.
Amr bin As Hazretleri:
— O adeti nedir? diye sordu. Onlar:
— Biz her sene bir fakiri altın ve paralarla kandırır, çocuğunu Nil nehrine atarız, ondan sonra nehrin suyu çoğalır, halk da ondan istifade ederek kazanç sağlar, dediler.
Amr bin As Hazretleri, bu cahiliyetten kalma bir adettir diyerek buna müsaade etmedi ve Halife Hazreti Ömer'e meseleyi anlatan bir mektup yazdı.
Hazreti Ömer (r.a.), Valiye yazdığı cevabî mektupta:
— Kabul etmemekle çok iyi etmişsin. Sana gönderdiğim mektupla bir mektup daha gönderiyorum, onu Nil Nehrine at, dedi.
Hazreti Ömer'in Nil Nehrine yazdığı mektupta şöyle yazılı idi:
— Ya Nil! Akacaksan Allah'ın izniyle daha evvel nasıl akıyorsan öyle ak! Eğer akmazsan kıyamete kadar bir daha akma!
Hazreti Ömer'in Nil Nehrine yazdığı mektubu, vali nehre attı. Ertesi günü nehrin sularının onaltı metre yükseldiği görüldü!..

HATEM-İ TAİ'DEN DAHA CÖMERT


Cömertliği meşhur Hatem-i Taî'ye:
— Senden daha cömert bir kimse var mı acaba? diye sordular. O:
— «Evet! var», dedi ve başından geçen bir hâdiseyi şöyle anlattı:
Birgün bir seferim zamanında bir gence misafir olmuştum. Genç, fakir bir kimse olmasına rağmen bana bir koyun kesip hazırlattı, önüme koyunun böbreği geldiğinde: «Ben koyunun böbreklerini çok severdim» dedim. Bir ara ev sahibi genç ortalıktan kayboldu. Biraz sonra baktım ki varı yoğu olan yedi koyunun yedisini de kesmiş böbreklerini hazırlamış, önüme getirdi.
Ben şaşkınlık içerisinde kalmıştım. Çünkü biliyordum ki, genç fakir bir kimse idi. «Niçin benim için, varın yoğun olan yedi koyunu kestin. Ben sana böyle yap demedim. Sadece koyun böbreğini sevdiğimi Söyledim» dediğimde; bana şu karşılığı verdi: «Bana Tanrı misafiri gelmiş, hiç onun sevdiği bir şeyi ikram etmemem olur mu?» dedi.
Gencin bu misafirperverliğine hayran kalmıştım, gözlerim yaşardı... diye anlattı.
Hatem-i Taî'ye:
— Onun iyiliğine karşı sen ne yaptın? diye sordular. O:
— Derhal üçyüz deve, beşyüz koyun gönderdim, deyince...
— Demek ki sen ondan daha cömertmişsin, dediler. Hatem-i Taî:
— Hayır! O benden cömert, çünkü o bana nesi varsa ikram etti, bense ona sadece malımın bir azını gönderdim, dedi.

CARİYENİN RÜYASI VE HALİFE

Emevî halifelerinden Ömer bin Abdülaziz, son derece mütteki bir hükümdardı. Çok mütevazi bir hayat yaşar, hatta değiştirmek için bile iki takımdan fazla elbise bulundurmazdı.
Milletine gayet adaletle hükmeden Ömer bin Abdülaziz'in cariyelerinden birisi, bir gün bir rüya görmüştü. Halifenin huzuruna çıkıp anlatmak istedi. Halife, cariyesine rüyasını anlatmasını söylediğinde, cariye şöyle anlattı:
— Ey Emîrel - mü'minin rüyamda kıyamet kopmuş, insanlara Sırat Köprüsünden geçmeleri için emrediliyor, bazıları geçiyor, bazıları geçemiyor. Bu arada sıra sizden evvel geçen halifelere geldi. Evvel Abdülmelik Ibni Mervan'a «Geç!» dediler. Dikkat ettim gecemeyip düştü. Ondan sonra sıra ile diğer halifelere «Geç!» diye emrolundu. Bunların bazıları geçti bazıları geçemedi. Nihayet sıra size gelmişti, diye anlatırken, cariye daha sözünü tamamlamadan, Ömer bin Abdülaziz «Allah!» diye bağırmaya başladı.
Rüyayı anlatan cariye, ne yapacağını şaşırmış vaziyette:
— Ey Emîrel - mü'minin siz vallahi Sırattan çabuk geçtiniz, dedi ama, Ömer bin Abdülaziz cariyenin bu sözünü duyamamıştı. Çünkü Allah korkusundan heyecana kapılmış ve tamamen kendinden geçmişti.
Allah (C.C.) rahmetine gark eylesin.

HASAN BASRÎ HAZRETLERİNİN CİNLERE DUASI

Hasan-ı Basrî Hazretleri'nin yakın dostlarından biri olan Ebû Şeybe Hazretleri bir gün Hasan-ı Basrî Hazretlerinin devamlı namaz kıldığı camiye sabah erken varmıştı. Cami kapısı dışardan kitli olduğu halde içerden kalabalık bir cemaat tarafından «Âmîn! âmin!» diye dua edildiğini duydu. Ebû Şeybe büyük bir meraka kapılmış, ne olacak diye neticeyi bekliyordu. Biraz sonra içerde Hasan-ı Basrî Hazretlerinin olduğunu gördü!.
Daha fazla dayanamayan Ebû Şeybe Hazretleri:
— O kalabalık cemaat ne idi, ya Hasan-ı Basrî? diye sordu. Hasan-ı Basrî Hazretleri, oradaki esrarı şöyle anlattılar:
— Ya Ebû Şeybe! Onlar cinlerdi. Her gün benim dua etmemi isterler. Ben dua ederim, onlar da «âmîn!» derler. Sen bu hâdiseye şahit oldun, başka kimseye sakın söyleme, buyurdu.

SENDE ÇOCUK, BENDE KUYRUK ACISI OLDUKÇA DOST OLAMAYIZ

Eski zamanda bir beldede fakir bir adam varmış. O kadar fakirmiş ki köyün çobanı bile ondan zenginmiş. Bir gün dağda oduna giderken sıcaktan bunalmış vaziyette ağzını ayırmış sanki «Su! Su!» diye bağıran bir yılan görmüş. Adamcağız kendi kendine yılanı sulaması lâzım geldiğini düşünmüş. Araya araya bir miktar su bularak yılanın üzerine dökmüş. Yılan da hakikaten susuzluktan yanmakta olduğundan adamın döktüğü suyu büyük bir zevkle yalamaya başlamış ve adamdan memnun olduğunu belirten bir tavırla oradan çekilip gitmiş.
Birkaç gün sonra, adam yine ormana gittiğinde yılanı görmüş, yılan da adamı görünce boynunu bir tarafa kıvırarak:
— Ne yapayım ben? der gibi çekip gitmiş...
Fakat adam dağdaki işini bitirip de evine dönerken yine yılanla karşılaşmış. Fakat bu sefer yılanın ağzında bir altın varmış, adamı görünce oraya, adamın geçeceği yola bırakıp çekip gitmiş. Adam da altını alarak eve gelmiş, ikinci gün yılandan memnun olduğu için sevinçle bir kaba süt doldurarak yılanı gördüğü yere varmış ki yılan yine ağzında bir altınla adamı bekliyor. Adam sütü bir yere bırakmış yılan da hemen ağzındaki altını bırakarak süde koşmuş. Adam da altını alarak geri dönmüş ve arkadaşlık başlamış. Yani adamdan süt, yılandan altın...
Derken adam zengin olup hacca gitmeye karar vermiş, oğluna da meseleyi uzun uzun anlatarak hergün bir şişe süt götürüp altım almasını söylemiş.
Adam hacca gittikten sonra çocuk, bir gün sütü götürmüş altını almış, ikinci gün, ben demiş her gün süt getireceğime yılanı takip eder altının yerini öğrenir onu öldürürüm. Ondan sonra da altınların tamamını alır yılana süt getirmekten kurtulurum, demiş. Hakikaten ikinci gün sütü getirip altını aldıktan sonra, gitmeyip yılanı beklemiş, yılan sütü içip giderken de yılanı sessizce takip etmeye başlamış. Yılan tam deliğine başını sokmuş, kuyruğunu da çekeceği zaman çocuk elindeki balta ile yılanın kuyruğunu kesmiş. Fakat yılan can havliyle çıkarak Çocuğu sokup öldürmüş ve deliğine geri girmiş ama ölmemiş.
Adam haccdan gelip durumu öğrenmiş ama yine de yılana minnettar olduğu için süt götürmeyi ihmal etmemiş. Bir gün sütü götürdüğünde yılana:
— Kabahat bizim çocukta, ben sana süt getirmeye devam edeyim, sen de bana altın getirmeye devam et! dediğinde yılan getirilen sütü içip lisanı haliyle şöyle demiş
— Arkadaş, bu zamana kadar böyle devam ettik. Fakat bende kuyruk, sende de çocuk acısı olduğu müddetçe biz dost olamayız. En iyisi sen rızkını, ben de rızkımı başka yerden arayalım, deyip çekip gitmiş.
İşte meşhur darb-i mesel böyle vuku bulmuş.

NAMAZ KILINIRKEN PATLAYAN MERMİ

Girit Adasının fethi, yani Venediklilerden alınışı zamanında idi... Osmanlılar Girit'teki Kandiye Kalesini almak için var güçleriyle çarpışıyorlardı. Venedikliler de sonuna kadar direniyorlardı. O zaman Venedikliler Kandiye Kalesini savunmak için humbara isimli toplar kullanıyorlardı. Bir gün Osmanlı Ordusu Kumandanlarından Zeynel Bey, namaz kılıyordu. Namaz anında seccadesinin önüne bir bumbara mermisi düştü. Namazı bozup kaçmayan Zeynel Bey, namaza devam ederek secdeye vardı. Secde anında iken de bumbara büyük bir gürültü ile patladı. Fakat Zeynel beye hiçbir şey olmamıştı. O gayet sakin bir vaziyette namazını bitirdi ve doğruca baş kumandanın huzuruna - çıkarak durumu anlattı:
— Yalnız humbaranın patlamasını bekleyerek secdede biraz fazla kaldım. Acaba namazıma bir zararı oldu mu? diye sordu.
Zeynel Bey'in bu kahramanlığı kumandanın hoşuna gitmişti. Namaza bir halel gelmediğini söyledi ve Zeynel Beye de çıkarıp bir kese altın verdi.
İşte ecdâd bu toprakları böyle kazanmışlar, bizler de masa başında düşmana centilmenlik olsun diye Lozan'da, şurda - burda ikram etmişiz...

ALLAH'IN EVİ CAMİ DEĞİL, KALBDİR


Osmanlı Sultanlarından Yıldırım Beyazıd, Osmanlı imparatorluğunun merkezi olan Bursa'da bir cami yaptırmıştı. Caminin inşaatı tamamlandıktan sonra o zamanın mânevi büyüklerinden Emir Sultan Hazretlerini de yanına alarak camiyi gezdi. Caminin yapılışını kendisi beğenen Yıldırım, yanında bulunan Emir Sultan Hazretlerine:
— Nasıl cami güzel olmuş mu, beğendin mi? diye sordu. Bazı rivayetlere göre içki içtiği bildirilen Yıldırım'a Emir Sultan Hazretleri:
— Sultanım, cami çok güzel olmuş. Lâkin bir eksikliği var.. O da bir köşesine bir meyhane yaptırmayı unutmuşsunuz, dedi. Padişah Yıldırım, bu sözlere sinirlenmişti. Hiddetle.:
— Ne demek! Hiç Allah'ın evinde meyhane olur mu? diye gürledi.
Çünkü Yıldırım Beyazıd, kendisinin içki içtiğini kimsenin bilmediğini sanıyordu... Mânevi Sultanların her şeyden haberdar olacağını hiç düşünmemişti.
Emir Sultan Hazretleri:
— Allah'ın asıl evi, insanın kalbidir. Sen kendi yaptığın bir yapıya içkiyi koymak istemiyorsun da nasıl Allah'ın (C.C.) yapısı olan kalbe o haram şeyi koyabiliyorsun? buyurunca Yıldırım Han hatasını anlayarak bir daha içki sofrası hazırlatmadı, içki de içmedi.
Yıldırım Beyazıd'ın yaptırdığı cami Bursa'daki Ulu Camidir.

ÎBRETLİ BİR HADİSE

Osmanlı Padişahlarından I. Mahmut, Medine-i Münevvere'ye gitmişti. O zaman Medine'de Harem muhafızı olarak bulunan Hacı Beşir Ağaya:
— Harem'i Şerifte, kaldığın bu zaman zarfında fevkalâde bir hâdise ile karşılaştığın oldu mu? diye sordu.
Harem-i Şerifin bekçisi Beşir Ağa başından geçen bir hâdiseyi şöyle anlattı:
— Ravza-i Mutahharedeki Gbrü kapısı bazı geceler seher vakti açılır, fakat içeri kimsenin girdiğini göremezdim. Bir defasında kararımı verdim, her gece sabaha kadar uyanık kalacak, ne pahasına olursa olsun gelenin kim olduğunu öğrenecektim. Bir gece kapı yine açıldı.
Hemen kapıya koştum, içeri bir zat girdi. Kim olduğunu sordum. Bana, Konya Hadimli olduğunu ve isminin Muhammed olduğunu söyledi.
Ziyaret sebebi nedir? diye sordum. Birgivı Hazretlerinin «Tarikat-ı Muhammediyye» isimli kitabını serhettiğini, şüphe ettiği bazı yerleri Resûlüllah'ın bizzat kendisinden öğrenmeye geldiğini söyledi. Kendisini odama götürdüm. Bir müddet kaldıktan sonra benden izin isteyerek ayrıldı. Ben, sabah namazından sonra gene odama şeref vermesini rica ettim. «Memleketimde imamlık vazifem var! Bana izin ver» dedi ve ayrılıp gitti.
Bundan sonra da arada sırada gelirdi, kendisiyle görüşürdük...»
I. Mahmut, Hacı Beşir Ağa'nın ağzından bunları dinledi. Hâdisenin doğruluğuna iyice kanaat getirmek için de memleketin birçok alimleri ile beraber Hadimli Muhammed efendiyi İstanbul'a davet etti. Sonra Hacı Beşir Ağa'yı çağırarak gelen topluluğu ona gösterdi. Hacı Beşir Ağa, o kadar- topluluk içinde Muhammed Hadimi Hazretlerini tanıyarak yanına vardı,
— Hoşgeldiniz! dedi.
Padişah ve orada bulunan zevat da hâdisenin doğruluğuna iyice inanmış oldular. Allah onların şefaatindan mahrum etmesin. (Amin)

NAFAKASI BİTİNCE ÖMRÜ DE BİTTİ

Zamanın halifesi Harun Reşit, baş kadı Imam-ı Ebû Yusuf'la büyük velî Davud-u Taî Hazretlerini ziyarete gitmişti. Davud-u Taî Hazretlerinin evine varıp kapısını çaldılar. Kapıyı büyük velînin yaşlı annesi açtı. Harun Reşit ve Ebû Yusuf yaşlı kadına Davud'la görüşmek istediklerini söylediler. Kadın içeri girip görüşmek istediklerini söyleyince, Davud-u Taî Hazretleri:
— Benim dünya ehli kimselerle işim yok, diyerek kabul etmedi.
Halife ve Ebû Yusuf, Şeyhin annesinden" görüşmelerini temin etmesini rica ettiler. Annesi gelip tekrar kabul etmesini isteyince, Davud-u Taî Hazretleri:
— Anneye itaat Allah'ın emri olmasaydı; görüşmeyi kabul etmezdim... Fakat anneme isyan etmiş olmaktan korkarım, dedi ve görüşmeyi kabul etti.
Halife ve -baş kadı içeri girdiler. Hazreti Davud, halifenin elini sıktıktan sonra:
— Eğer ateşte yanmayacak olsaydı ne zarif ve güzel bir el, dedi ve birçok nasihatta bulundu.
Ayrılacakları zaman halife, Davud-u Taî Hazretlerine bir kese altın vermek istedi. Fakat Davud Hazretleri kabul etmeyerek:
— Harcamak için helâl mirasım olan evimi sattım. Onun parası bitince de ömrümü sona erdirmesi için Allah'a dua ettim, dedi.
Harun Reşit parayı vermeden oradan ayrıldılar.
Aradan hayli zaman geçmişti.. Ebû Yusuf Hazretleri, Davud-u Taî Hazretlerinin irtihal ettiğini söyledi. Hakikaten büyük veli o gün irtihali dar-i beka etmişlerdi. İmam-ı Ebû Yusuf'a bunu nereden bildiğini sordular. O şöyle anlattı:
— Davud Hazretlerinin yakınlarından onun ne kadar parası olduğunu ve günlük ihtiyacı için ne kadar sarf ettiğini öğrendim. Hesap ettiğimde bugün parasının bitmesi lâzımdı. Parası bitince de ömrü bitmiş olacaktı. Çünkü Allah'a (C.C.) öyle dua etmişti. Allah onun duasını reddetmez kabul eder.

KALB VE DÎL, HEM ÇOK TEMÎZ, HEM PİS

Hazreti Lokman (Lokman Hekim), yanında yardımcısı ile ava çıkmıştı. Avdan dönerken bir kabile reisi Lokman Hekim'e bir gece misafir kalması için ısrar etti. Lokman Hazretleri de kabul ederek o gece misafir kaldı. Kabile reisi Hazreti Lokman için bir koyun kestirdi. Hazreti Lokman çömezine:
— Kesilen hayvanın en temiz iki azasını kes bana getir, dedi. Çömezi gidip koyunun kalbini ve dilini kesti getirdi. Hazreti Lokman:
— Aferin bildin, dedi.
İkinci gün başka bir kabile reisi, Hazreti Lokman'a bir gece de kendisinde misafir kalması ve evini şereflendirmesi için ısrar edince, Lokman Hazretleri onu da kırmayıp bir gece de onun evinde kaldı.
Orada da ziyafet olarak bir koyun kestiler. Hazreti Lokman gene çömezine bu sefer:
— Hayvanın bana en pis yerinden ikisini kes getir, dedi. Yardımcısı yine hayvanın dilini ve kalbini kesip önüne koydu. Lokman Hazretleri çömezine:
— Aferin bunu da bildin. Hakikaten insanın ve hayvanın en pis ve temiz yeri, kalbi ve lisanıdır, buyurdu.

HZ. ÖMER (R.A.)'İN MES'ULİYETİ


- Emirül - Mü'minin Hazreti Ömer halife olmuştu. Esbaptan Ebu Ubeyde Hazretleri onu ziyarete gitti. Hazreti Ömer'in huzuruna çıktığında onu ağlar vaziyette bulup sebebini sordu:
— Ey mü'minlerin halifesi! Seni ağlatan nedir? Bir çaresi varsa halline çalışalım, dediğinde Hazreti Ömer (r.a.) şöyle buyurdu:
— Ya Eba Ubeyde! Ben ağlamayayım da kim ağlasın? öyle ağır bir yükün altına girdim ki Dicle kenarında bir oğlağın ayağı kırılsa benden sorulacak, önce Allah (C.C.) Hazretlerine kendi nefsimin, daha sonra da mükellef bulunduğum hükmüm altındakilerin hesabını vereceğim. Ben ağlamayayım da kim ağlasın?

BAŞINA SICAK KÜL DÖKÜLEN BEYAZIT

Kibar-ı Evliyadan Beyazıd-ı Bestamî Hazretleri; bir gün hamama girmişti. Hamamdan çıkıp evine giderken iki katlı bir evin dibinden geçiyordu, yukarıdan tepesine bir leğen sıcak kül döküldü.
Başındaki sarığı ve cübbesi yanan Allah dostu:
— «Şükürler olsun ya Rabbi!» diyerek elini yüzüne sürdü. Sonra yanındakilere dönerek şu vecizeyi söyledi:
— Ben ateşe lâyık bir kulum. Hiç başıma kül döküldü diye kızar mıyım?

BEYAZİT-I BESTAMİ VE KARINCALARIN VATANI

Beyazıt-ı Bestamî Hazretleri hacca gitmiş, gelirken de Hemedan şehrine uğramıştı. Hemedan'da pazara çıkıp, Usfur çiçeği tohumu aldı. Hemedan'dan devesine binip Bestam'a geldi. Usfur çiçeğinin tohumunu çıkarmak icre torbayı açıp baktığında Hemedan'dan torbanın içine bir miktar karıncanın da girmiş olduğunu gördü.
Ne yapması lâzım geldiğini düşünen Bestamî Hazretleri:
— «Böyle çalışkan bir mahluku vatanından ayırmaya benim hakkım yok...» diyerek, karıncaları geri Hemedan'a götürmeye karar verdi.
O kadar yolu kat'eden Hazreti Beyazıt, karıncaları götürüp aldığı yere geri bıraktı...

ÜÇ YARALIYA DA NASİP OLMAYAN SU

Peygamberimiz samanında Yermük Savaşı vuku bulmuştur. Bu savaşta eshap, birçok şehit vermiş ve birçok eshap da gazilik şerefi kazanmıştır, işte bu harpte vuku bulan bir hâdise; eshabın biribirine şe-hadet şerbeti içerken bile nasıl bağlı olduğunu göstermektedir.
Şöyle ki; Huzeyfetül Adevî isimli sahabî, harpte kahramanca savaşan amcası oğlunun yaralanarak yere düştüğünü gördü. Yanında bir miktar su bulunuyordu. Yere düşerek inlemeye başlayan amcası oğlunun yanına yaklaştı. Suyu ona vereceği sırada, başka bir yaralının «Su!... Su!» diye bağırdığı duyuldu, Şehadet şerbetini içmek üzere olan amcasının oğlu, hemen Huzeyfe'ye eliyle işaret ederek suyu ona götürmesini istedi. Hazreti Huzeyfe suyu hemen ona götürdü. O anda başka bir yaralı yine ölüm anında idi. «Su! Su!» diye inliyordu...
Suyu içmek üzere olan ikinci yaralı da Hazreti Huzeyffe'ye eliyle işaret ederek suyu öbür kardeşine götürmesini bildirdi... Hazreti Huzeyfe suyu alarak üçüncü yaralının yanına yaklaştığında, irtihal etmiş olduğunu gördü. Hemen kendisine en yakın olan ikinci yaralıya suyu götürmek için koştuğunda, onun da göçmüş olduğunu gördü. Bu sefer bari amcam oğlu içsin diyerek, amcası oğlunun yanına geldi ki o da ahirete gitmiş... Hiç kimseye nasip olmayan su, böylece Hazreti Huzeyfe'nin elinde kaldı...

BİR ÇÖP İÇİN AZAP


İsa aleyhisselâm bir kabristandan geçerken azap gören bir ehl-i kubur görüp Cenab-ı Allah'tan sebebini sual etti.
Allah (C.C.) :
— «Ya îsa dua et de o kulum dirilsin, sen de kendisinden niçin azap olunduğunu sor!» buyurdu.
Hazreti İsa duada bulunarak mevta dirildiğinde niçin azap olunduğunu sordu.
Azap gören zat:
— «Ya îsa, ben dünyada iken hamallık yapardım. Bir gün odun taşırken sahibinin haberi olmadan taşıdığım odundan bir çöp koparıp dişimi karıştırdım, işte Cenab-ı Allah bana bunun için azap etmektedir.» deyip kabrine geri girdi.
* * *

ALLAH'A ŞÜKRETTİĞİ İÇİN OTUZ YIL TEVBE ETTİ


Büyük Allah dostlarından Sırrı Sakatî Hazretleri esnaflık yapardı. Bir kere dükkânlarının "bulunduğu çarşıda yangın çıkmış, bütün dükkânlar; terlikçiler, örücüler, elbiseciler tamamen yanmıştı:.. Halk yangın yerine koşmuş, kimin dükkânı yanmış kimin yanmamış diye bakıyorlardı. Yangın yerinden ayrılan bir zata rastlayan Sırrı Sakatî Hazretleri:
— Benim dükkân da yanmış mı? diye sordu. Adam:
— Bütün dükkânlar yandığı halde seninki yanmamış, dedi. Sırrı Sakatı Hazretleri:
— Oh! Şükürler olsun, dedi.
Fakat dönüp evine geldikten sonra hata ettiğini anlayarak:
— Ya ben yanmasında hayır olan bir şeyin yanmamasına oh çekip, Allah'a şükrettiysem, ne günahlar işlemiş olurum, diye tam otuz yıl gözyaşı dökerek ağladı.
Cenab-ı Allah'dan affını diledi. Ya bizler... Her sözü Allah'a isyan olan bizler.

İMAM-I BİRGİVİ HAZRETLERİNİN BÜYÜKLÜĞÜ

Meşhur İslâm âlimlerinden İmam-ı Birgivî Hazretleri zamanın Şeyhülislâmı tarafından verilen bir fetvayı yırtmış ve fetvanın yanlış olduğunu söylemişti. Verdiği fetvanın yırtıldığını haber alan Şeyhülislâm, Birgivî Hazretlerini hesap sormak için huzuruna çağırdı. Şeyhülislâmın makamına varan Birgivî Hazretleri namaz kılmakta olan Şeyhülislâma selâm verip içeri girdi... Şeyhülislâm namazı bitirdikten sonra: ,
— Namaz kılan bir kimseye selâm verilir mi? diye sordu.
İmam-ı Birgivî Hazretleri ise:
— Biliyorum namaz kılan bir kimseye selâm verilemez... Lâkin siz benim içeri girdiğimde namaz kılmıyor, içeri çok karanlık şu pencereyi nasıl büyütmeli diye düşünüyordunuz. Ben de sizi pencere ile meşgul görüp selâm verdim, dedi.
Şeyhülislâm, Birgivî Hazretlerinin kemalâtını anlamıştı. Böyle bir kâmil insanı ayağına çağırdığından dolayı özür diledi. Yemek vakti oldu. Yemek yiyeceklerdi. Şeyhülislâmın maiyeti davet edildi. Sofra hazırlandı. Herkes mükellef vaziyette kurulmuş olan sofraya oturdular. Birgivî Hazretleri ise onların yemeğine hiç iltifat etmeyerek kendi torbasından zeytin - ekmek çıkarıp yemeye başladı. Şeyhülislâm ve diğer misafirler, Birgivî Hazretlerine hazırlanan yemekten niçin yemediğini sordular.
Birgivî Hazretleri eliyle yemek yiyenlerin gözlerini yukarıdan aşağıya bir sıvazlayınca, gördüler ki kendi yemekleri, o iştahla - zevkle yedikleri yemek kokmuş leşten ibaret... Kokmuş leşin üzerinde gezen kurtları görünce onlar da şaşırdılar nasıl bu yemeği yediklerine... Birgivî Hazretleri himmet edip tekrar normal hale avdet ettiklerinde İmam, bir de kendi ekmeğini elinin içine alıp sıktı ki, elinden süzülmüş balın damladığını gördüler.. Çünkü onların yediklerine kul hakkı karıştığı için haram olmuş, Birgivîninki ise kendi elinin emeği olduğundan helâldi...

İBRAHİM EDHEM'İN HAMAM PAHASI

İbrahim Edhem Hazretleri bir gün hamama girmek istemiş. Hamamcıya:
— Param yok, hamama girmeme müsaade etmez misiniz? demişti.
Hamamcı parasız hamama girilmez diyerek hamama sokmadı, İbrahim Edhem Hazretleri ısrar etti ise de hamamcı kabul etmedi. Boynu bükük olarak hamamdan ayrılan İbrahim Edhem Hazretleri, öyle bir bağırış bağırdı ki yer gök çın çın öttü... Bu sesi duyan halk, ağlamakta olan İbrahim Edhem Hazretlerinin başına toplanıp:
— Bu kadar feryada hacet yok, hamam parasını biz verelim de ağlama!, dediler.
İbrahim Edhem Hazretleri toplanan kalabalığa şöyle seslendi:
—— Ey ehalî! Siz, benim hamama giremediğim için mi ağladığımı sanıyorsunuz? Ben hamama giremediğim için ağlamıyorum. Ben dünyada iken parasız hamama bile sokmuyorlar... Ya ahirette de senin cennete girecek bir amelin yok diye kapıdan geri çevrilirsem benim halim ne olur? diye ağlıyorum... Çünkü salih ameli olup oraya girmeyi hak etmeyenleri içeri sokmayacaklar, buyurdu...

KASİDE-î BÜRDE

Mekke-i Mükerreme fethedilmişti... Hazreti Resulü Ekrem'e düşmanlık eden ve daima aleyhinde söz söyleyen on kişi Peygamberimiz tarafından idama mahkûm edilmişti. Bu idamlıklar içerisinde meşhur arap şairlerinden Kaab bin Züheyr de vardı. Kaab bin Züheyr Mekke fethedilir edilmez, hemen Mekke'den kaçmıştı. Fakat huzursuzdu. Kaab bin Züheyr'in kardeşi Büceyr, bir gün Resûlüllah'ın huzuruna çıkarak:
— Ya Resûlallah! Kardeşim Kaab huzurunuza gelse kabul eder misiniz? diye sordu.
Hazreti Peygamberimiz:
— Kabul ederim, ey Büceyr! buyurdular.
Büceyr, kardeşi Kaab'a haber göndererek af edildiğini bildirdi. Kaab çok sevinmişti. Koşarak Resûlüllah'ın huzuruna vardı, İslâmiyetin şartlarını öğrenerek müslüman oldu. Resûlüllahın huzurunda Peygamberimizi medheden bir kaside inşad etti. Kaside Peygamberimizin çok hoşuna gitmişti. Sırtından bürdesini çıkararak Züheyr'e hediye etti. Bu kasidenin ismi de ondan sonra Kaside-i Bürde olarak kaldı, (îmam Busıyrinin yazdığı ise Kaside-i Bür'e'dir.)

HAZRETİ ALİ'NİN KÂFİRİ AFFI

Bir harpte Hazreti Ali (r.a.) bir kâfirle çarpışıyor ve kâfir usta bir savaşçı olduğu için bir türlü mağlup edemiyordu. Tam karşı karşıya geldikleri bir sırada Hazreti Ali:
— «Ya Allah!» diyerek kâfirin üzerine hücum edip yere yatırdı. Çıkıp göğsü üzerine oturduktan sonra hançerini çıkarıp geberteceği sırada kâfir Hazreti Ali'nin yüzüne tükürdü. Kâfir, bunu Hazreti Ali gazaba gelsin de; daha çabuk öldürsün diye yapmıştı.
Hazreti Ali hemen kâfirin üzerinden kalkarak onun da ayağa kalkmasına müsaade etti. Kâfir şaşırmıştı:
— Ya Ali, ben seni kızdırmak için yüzüne tukurdum, sense beni tam öldüreceğin sırada serbest bıraktın. Bunun sebebi nedir? diye sordu. Hazreti Ali kâfire şu cevabı verdi:
— Ben bu harp meydanında Allah rızası için çarpışıyorum... Sen yüzüme tükürdüğün zaman içimde sana karşı bir hissi nefret belirdi, seni öldürmüş olsa idim Allah için değil de nefsime yapılan hakaretten dolayı öldürmüş olacaktım. Bundan dolayı seni öldürmekten vazgeçtim, dedi.
Kâfir Hazreti Ali'nin bu âlicenaplığına hayran kalarak İslâmiyeti kabul edeceğini ve İslâm dinini ta'rif etmesini istedi. Hazreti Ali İslâmiyetin şartlarını öğretip adam şehadet kelimesi getirerek müslüman oldu.

HARUN REŞİD'İN ALLAH KORKUSU

Halife Harun Reşit karısı Zübeyde hanımla sohbet ediyorlardı. Karısı Harun Reşit'e:
— Sen tebeanâ karşı Hazreti Ömer gibi adil olmadıkça cennete gireceğini sanma! Zalim olursan cehennemliklerden olursun, dedi. Harun Reşit karısının bu ithamına tahammül edemeyerek:
— Ben Allah'ın cennetlik kullarındanım. Eğer bu sözümde yalan varsa sen benden üç talak boş ol, diyerek yemin etti.
Zübeyde hanım islâmî emirlere bağlı bir kadındı. Kocasının böyle söylemesine karşı:
— Ey Harun! Aşare-i mübeşşereden başka cennetlik olduğu dünyada iken belli olan kim var? Sen nasıl böyle konuşuyor ve yemin ediyorsun? Bu sözden sonra aramızda ayrılık kesinleşmiştir, dedi ve Halife Harun Reşit'ten ayrıldı. Bir daha da yanına yaklaşmamaya karar verdi.
Harun Reşit müşkül durumda kalmıştı. Zamanının meşhur alimlerini çağırarak meseleyi anlatıp karısının boş olup olmadığını sordu. Bütün alimler nikâhın zail olduğunu bir daha evlenebilmeleri için hülle yapılması lâzım geldiğini söylediler. Harun Reşit'in bazı yakınları durumu bir de İmam-ı Yusuf'a sormayı tavsiye ettiler. Halife İmam-ı Ebu Yusuf'u çağırtıp durumu bir de ona anlattı.
İmam-ı Ebu Yusuf:
— Ey Emirel Mü'minin siz hiç sadece Allah korkusundan dolayı işlemeye azmettiğiniz bir hatadan vazgeçtiniz mi? diye sordu.
Harun Reşit kısa bir müddet düşündükten sonra başından geçen ibretli bir hâdiseyi şöyle anlattı:
— Memleketimizde uzun süren bir kıtlık hüküm sürmekte idi. Ben de halife olmam dolayısıyla hazineden halka erzak dağıtıyordum. Bir gün yoksullar içerisinde genç ve güzel bir kadın gelip kocasının ihtiyar olduğunu ve çocuklarının aç kaldıklarını söyliyerek erzak istedi. Rüşvet olarak da hiç uygun olmayan tekliflerde bulundu.
Kadının bu teklifi bana çok büyük tesir icra etti ise de kadından uzaklaştım ve Allah korkusundan günlerce tevbe - istiğfar ettim... diye anlattı.
İmam Ebu Yusuf:
— Senin söylediklerin Zübeyde hanımla aranızda yapılan nikâhı bozmamıştır. Çünkü Cenab-ı Allah: «Ve Limenhâfe makame Rabbihî cen-netan« buyurarak Allah'dan korkanlara iki cennet olduğunu beyan ediyor. Sen de Allah'tan korktuğuna göre nikâhınız bozulmamıştır, diye fetva verdi.
İmam-ı Ebû Yusuf'un bu fetvası kendisine bildirilen Zübeyde hanim Harun Reşit'le beraber yaşamaya razı oldu...

CENNETE İLK GİREN KOCASINA SADIK KADINDIR


Hazreti Fatımatüzzehra (r.a.) Hazretleri bir gün babası Peygamberimiz (s.a.s.)'e:
— Babacığım cennete en önce kadınlardan kim girecek? diye sordu.
Peygamberimiz (s.a.s.):
— Falan mahallede bir kadın var. O kadın ilk cennete girecek kadındır, buyurdular.
Hazreti Fatıma çok merak etmişti:
— Benden de mi evvel girecek babacığım? diye sordu. Hazreti Peygamberimiz:
— Senden de evvel girecek, istersen git de bir tanış. O zaman sen de neden önce onun gireceğini öğrenirsin, buyurdular.
Hazreti Fatıma'nın o kadın hakındaki merakı iyice artmıştı. Bir gün kadının evini sora sora buldu, kapısını çaldı, içerden ihtiyar bir kadın sesi duyuldu:
— Kim o?
Hazreti Fatıma, kendisini tanıtıp görüşmek istediğini söylediğinde kadın:
— Canım sana feda ey Allah Resulünün kızı. Sizinle çok görüşmek arzu ederdim. Fakat dışarı çıkmadığım için ziyaretinize gelemedim. Sizin beni arayıp bulmanız benim için bir lütuftur. Ancak ne var ki ben kocamdan izin almadan size kapıyı açamayacağım. Sizden çok özür dilerim. Yarın gelirseniz içeri girmeniz için izin alır kapıyı açarım, görüşürüz, dedi.
Hazreti Fatıma geri gitti, kadın da meseleyi anlatıp kocasından izin aldı. İkinci gün kadınla görüşeceğine emin olarak gelen Hazreti Fatıma yanına Hazreti Hasan'ı da alarak geldi. Kadının kapısını çalarak geldiğini bildirdi. Fakat kadın Hazreti Fatıma'nın yanında bir çocuk bulunduğunun farkına varmıştı. Hazreti Fatıma'ya:
— Yanınızda bir de çocuk var. Ben yalnız sizin için izin almıştım, içeri siz girebilirsiniz, fakat çocuk dışarda kalır, isterseniz yarın gelin onun için de izin alayım, beraber içeri girersiniz, dedi.
Hazreti Fatıma ikinci defa içeri giremeden geri döndü. Üçüncü gün yanına Hazreti Hüseyin'i de alarak gitmişti.- Kapıda yine aynı durumla karşılaşarak Hüseyin'i içeri alamayınca geri dönmek mecburiyetinde kaldı. Üçüncü gün üçü birden gittiklerinde kadın kocasından her üçü için de izin almıştı, içeri girdiler. Hazreti Fatıma bir de baktı ki, içerde kendisini karşılayan dışarda sesinden tanıdığı kadın değil. Genç ve güzel bir kadın... Hayretle sordu:
— Sizinle dışardan konuşurken sesiniz başka idi, şimdi başka, bu nasıl oluyor? dedi.
Kadın;
— Sizinle konuşurken sesim dışarıya çıkmakta idi. Ben de sesimi yabancı erkek duyar da günaha girerim diye ağzıma taş parçası alarak konuşuyordum. Şimdi ise o taşı çıkardım, dedi.
Hazreti Fatıma'nın gözleri yaşarmıştı. Babasının neden cennete evvelâ bu kadının gireceğini söylediğini anladı.
Kadın Hazreti Fatıma (r.a.)'ya:
— Ey Allah'ın Resulünün kızı! Acaba ben kocama karşı vazifemi ifa etmiş oluyor muyum? "Allah beni kocama itaatsizlikten dolayı hesaba çeker diye korkuyorum, dedi.
Hazreti Fatıma babasının müjdesini bildirdi:
— Hayır! Sen bil'akis babamın cennete ilk girecek kadın diye müjdelediği birisin. Hiçbir kadın sizin yaptığınızın onda - birini bile yapamaz, dedi.
Ve cennete ilk girecek olan kadınla bir hayli sohbet ettikten sonra müsaade isteyerek oradan ayrıldı.

YAVUZ SULTAN SELİM'İN SON SÖZÜ

Yavuz Sultan Selim, hayatının son demlerinde yanından ayırmadığı doktoru Hasan Can'a hasta yatağında bulunduğu bir sırada:
— Hasan, beni nasıl görüyorsun, dedi. Hasan Can:
— Sultanım Allah'a kavuşmak zamanıdır. O'na yöneliniz! dedi.
Yavuz:
—— Ya Hasan bunca zamandır sen bizi kiminle sanıyorsun? Allah'a karşı bir kusurumuz mu var?, dedi. Hasan Can:
— Sultanım hiç bir zaman sizin için öyle düşünmedim ve düşünmem. Yalnız şu var ki her zamanki halinizle şimdiki haliniz mukayese edilemez... Ben bu bakımdan size hatırlatmak istedim, demişti ki Padişahın ağzından artık son defa Lailahe illallah, Muhammedün Resûlüllah dediği duyuldu.
Yavuz Sultan Selim şehadet getirerek ruhunu teslim etti.

BEHLÜL'ÜN PADİŞAHLIĞI

Halife Harun Reşid'in kardeşi Behlül Dane Hazretleri bir gün kardeşinin tahtına geçip oturmuştu. Birkaç dakika oturmadan hemen sarayın hizmetçileri gördüler. Behlül Dane Hazretlerini tahttan indirdikleri gibi bir de temiz dayak attılar... Behlül ağlamaya da başlamıştı. O anda saraya Harun Reşit gelerek Behlül'ün neden ağladığını sordu. Oradakiler Behlül'ün büyük ve affedilmez bir hata ettiğini, tahta çıkıp oturduğunu, kendilerinin de tahttan indirip dövdüklerini söylediler.
Ağabeyinin ağlamasına üzülen Harun Reşit:
— «Behlül böyle hatalardan dolayı dövülür mü?» deyip, özür diledi.
Behlül Dane Hazretleri kardeşine:
— «Kardeşim ben, beni dövdüler diye ağlamıyorum. Ben birkaç dakika tahta çıkmakla bu kadar dayak yedim, yarın senin durumun ne olur, ne kadar dayak yiyeceksin diye düşünüyor ve onun için ağlıyorum,» dedi.
Bu sözler Harun Reşid'in gözlerini yaşarttı...
— «O halde söyle nasıl hareket edersem kurtulurum,» dedi. Behlül Dane Hazretleri de şu nasihatta bulundu:
— Adaletle hükmet, kimseyi incitme, millet senden memnun olup sana dua etsinler. Ancak o zaman kurtulursun

İMAM-I AZAM'IN BABASI VE ELMA

Mezhep imamımız îmam-ı A'zam hazretlerinin babası Numan bin sabit hazretleri gençliğinde bir gün ark kenarında abdest alıyordu. Tam abdest almaya başlayacağı zaman ark sularına kapılıp gelen bir elma gördü. Elmayı nereden geldiğini ve haram veya helal olup olmadığını düşünmeden bir defa ısırdı. Hikmeti ilahi o ana kadar elmanın ne olduğunu düşünmeyen Numan, hemen hata ettiğini ve mutlaka elmanın sahibini bulup helal ettirmesini lazım geldiğini düşündü. Abdestini alıp namazını eda ettikten sonra suyun- geldiği tarafa doğru gitmeye başladı. Elma elinde olduğu halde araya araya elmanın düştüğü bahçeyi ve sahibini buldu.
Bahçenin sahibine meseleyi anlatıp elmayı, yanlışlıkla ısırdığını ve hakkını helal etmesini istedi, İmam-ı Azam hazretlerinin babasının bu hareketi, elma sahibinin dikkatini çekmişti; Hakkını helal edemeyeceğini, hakkını helal etmesi için bazı şartları olduğunu söyledi. Nu'man hazretleri ne isterse yapacağını, yeter ki hakkını helâl etmesini isteyip şartının ne olduğunu sordu. Elma sahibi de, hakkını helal etmesi için iki sene bahçesinde çalışması lazım geldiğine ve kendisine iki yıl hizmet etmesinin şart olduğunu söyleyince, Nu'man hazretleri çaresiz kalmıştı; ahirette ceza çekmektense bu dünyada bir şahsa iki sene hizmet etmek daha iyidir diye düşündü ve şartlarını kabul ettiğini söyledi.
Nu'man hazretleri, bir elmayı yanlışlıkla ısırdığı için elmanın sahibine iki sene hizmet etmiş ve adamın işinde canla-başla çalışmıştı, iki sene dolduktan sonra adama; zamanın dolduğunu ve artık hakkını helâl etmesini istediğini söyleyince, adam, «yine helal etmiyorum, benim bir kızım var onunla evlenirsen ancak o zaman helal ederim» dedi.
Hazreti Nu'man :
«Olur» dedi. Adam yalnız kızının kusurlu olduğunu, elinin çolak, gözünün kör, ayağının topal, başının kel, kulağının sağır ve ahlas olduğunu söyleyip, iyi düşünmesini ve sonra pişman olmamasını söyledi. Hazreti Nu'man yine düşündü taşındı «ahirette ceza çekmekten iyidir» deyip kızla evlenmeyi de kabul etti...
Adam hazreti Nu'man'a vermek için kızının büyümesini beklemişti... Düğün yapıldı, nikâh kıyıldı, zifaf gecesi hazreti Nu'man'a gelinin olduğu odayı gösterdiler. Nu'man hazretleri içeriye girip içerde kendisine söylenen evsafta bir kızın bulunmadığını görünce bir yalnışlık olduğunu zannederek hemen dışarı fırladı ve durumu öradakilere anlattı. Çünkü içerde kayın pederin söylediğinin aksine her a'zası yerinde genç ve güzel bir kız kendisini karşılamıştı.
Kayınpederi bir yanlışlık olmadığını söyleyerek meseleyi şöyle anlattı:
«Benim kızım kördür, daha harama bakmamıştır. Sağırdır haram dinlememiştir. Topaldır gayri meşru yolda yürümemiştir. v.s.» diye sayıp, «senin hanımın o içerde bekleyendir Allah mes'ut etsin» dedi.
Daha sonra seneler geçip bu evlilikten İmam-ı A'zam dünyaya geldi. Annesi İmam-ı A'zam'ı hocaya okuması için teslim etmişti, İmam-ı A'zam unvanına kavuşan o zaman henüz üç yaşında bulunan Sabit üç günde Kur'an-ı Kerîm'i hatmettiği zaman annesi:
— «Ah oğlum baban o elmayı ısırmasa idi sen bir günde hatmedecektin» buyurdu.

HAZRETİ MUSA İLE HIZIR

Saîd bin Cübeyr radıyallahu anh şöyle anlatıyor:
İbni Abbas radıyallahu anhe, Nevf Bekkâlî Hızır aleyhisselâm ile arkadaşlık etmiş olan Musa'nın israil Oğullarına peygamber olarak gönderilen Musa olmadığını söylüyor, dedim de
— İbni Âbbas radıyallahu anh: Yalan söylemiş, Allah'ın düşmanı! dedi Zira Ubeyy bin Kâ'b radıyallahu anh bana Peygamber aleyhisselâmı şöyle buyururken işittiğini anlatmıştır:
Musa aleyhisselâm israil Oğulları arasında hutbe irad etmeye çıktı.
Dinleyicilerden birisi kendisine:
— İnsanların en âlimi kimdir? diye sordu. Musa aleyhisselâm da:
— Ben! diye cevap verdi.
îlmi kendisine nisbet edip en âlim olanın Allah olduğunu söylememesi sebebiyle Allahü Teâlâ kendisini kınayıp şöyle vahyetti:
— Benim iki denizin birleştiği noktada bir kulum vardır ki, o senden daha âlimdir!
Musa aleyhisselâm:
— Ey Rabbim, bu senin daha bilgili olan kuluna nasıl ulaşırım? diye sordu.
Allahü Teâlâ:
— Bir balık alıp zenbile koyar ve beraber yola çıkarsın. Balık nerede zenbilden çıkıp kaybolursa, o kimseyle buluşacağın yer işte orasıdır, buyurdu.
Musa aleyhisselâm zenbile bir balık koyup kendisine yardımcılık etmekte bulunan Yuşa bin Nün ismindeki genç ile beraber yola çıktı. Bir kayaya geldikleri zaman ikisi de o kayarın gölgesinde yatıp uyudular. Zenbildeki balık canlanıp çıktı, denize daldı ve denizdeki bir deliğe doğru yolunu tuttu. Allahü Teâlâ da suyun akıntısını durdurdu. Balık su üzerine bina kemeri gibi olmuştu.
Bir rivayette ise: Kayanın dibinde «hayat» adı verilen bir pınar vardır ki, bunun suyu her hangi cansız bir şeye dokunursa, o şey hemen hayat bulur, canlanırdı, işte bu pınarın suyundan balığa isabet etmiş, bunun neticesi olarak da balık canlanarak zenbilden çıkıp denize dalmıştı.
Musa aleyhîsselâm uykudan uyanınca arkadaşı genç, balığın denize fırladığı , hadisesini kendisine bildirmeyi unutmuştu. Tekrar gündüz ve gecelerin kalan kısmında yollarına devam ettiler. Ertesi gün kuşluk zamanı olunca Musa aleyhisselâm hizmetçisi delikanlıya:
— Yemeğimizi getir de yiyelim. Zira bu yolculuğumuzdan dolayı çok yorulduk, dedi.
Allahü Teâlâ'nın gitmelerini emrettiği yeri geçtikten sonra ancak yorgunluk duymaya başlamıştı.
Musa aleyhisselâmın hizmetçini genç:
— Gördün mü, kayaya sığındığımızda ben balık hadisesini unuttum. Bunu hatırlamayı şeytandan başkası unutturmadı bana. Balık şaşılacak bir şekilde denizde yol aldı. Girdap gibi bir yol meydana geldi, dedi
Bu balık için bir girdap, Musa ve genç için ise şaşılacak bir şey olmuştu.
Musa aleyhisselâm balığın suya atladığını dinleyince, arkadaşı gence:
— İşte aradığım bu idi, dedi. Ve izleri hakkında anlatarak geldikleri izi takip suretiyle geriye döndüler. Kayaya vardıkları zaman orada elbisesine bürünerek yatan bir adamla karşılaştılar. Bu adam Hızır aleyhisselâm idi. Musa aleyhisselâm kendisine selâm verdi.
Hızır:
— Memleketinden bana selâmla nereden? diye sordu. Musa aleyhisselâm:
— Ben Musa'yım, diye cevap verdi. Hızır aleyhisselâm:
— İsrail Oğullarının Musa'sı mı? diye sordu. Musa aleyhisselâm:
— Evet, sana doğru olarak bildirilmiş olan ilimlerden bir şeyler öğretesin diye sana geldim, dedi. Hızır aleyhisselâm:
— Fakat senin asla benimle sabretmeye gücün yetmez, ey Musa! Bende Allah'ın bana verip de senin bilmediğin bir ilim vardır. Sende de Allah'ın sana öğretip benim bilmediğim bir ilim vardır, diye karşılıkta bulundu.
Musa aleyhisselâm:
— İnşallah beni sabredenlerden bulacaksın, sana hiç bir hususta itaatsizlik etmeyeceğim, diye cevap verdi. Hızır aleyhisselâm:
— Eğer beni takip edeceksen, ben sana anlatıncaya kadar her hangi bir şeyden sormayacaksın, dedi.
Böylece ikisi deniz kenarında yürüyerek yola çıktılar ve bir gemiye rastladılar. Gemiye binmek için gemidekilerle konuştular. Gemidekiler Hızır aleyhisselâmı tanıyınca ücretsiz olarak kendilerini gemiye aldılar. Gemiye bindikleri vakit, Musa aleyhisselâmın ilk karşılaştığı, şey, Hızır aleyhisselâmın bir keserle geminin dibinden bir parçayı keserek delik açması oldu.
Bunun üzerine Musa aleyhisselâm:
— Bu adamlar bizi ücretsiz olarak gemilerine aldılar. Sen ise gemilerine insanlar boğulsun diye delik açtın, çok kötü bir iş yaptın, dedi. Hızır aleyhisselâm:
— Ben sana, benimle sabredemezsin, demedim mi? diye karşılık verdi.
Musa aleyhisselam:
— Unuttum, beni suçlama ve seninle olan arkadaşlığımızda bana güçlük gösterme! diyerek afv diledi
Musa aleyhisselâmın bu ilk itirazı hakikaten unutmaktan dolayı meydana gelmişti.
Sonra bir serçe gelip geminin ucuna kondu ve gagası ile denizden bir damla su aldı.
Bunun üzerine Hızır aleyhisselam, Musa aleyhisselâma:
— Allah'ın ilminde, benimle senin ilmin şu serçenin gagası ile denizden alıp eksilttiği miktar gibidir, dedi.
Bir süre sonra ikisi de gemiden çıktılar. Sahilde yürürlerken Hızır aleyhisselam arkadaşları ile oynamakta olan bir genç gördü ve hemen eli ile onun başını koparıp genci öldürdü.
Musa aleyhisselam yine sabredemedi ve Hızır aleyhisselâma:
— Bir can karşılığı olmadan bir cana kıydın, çok kötü bir iş yaptın! dedi. Hızır:
— Ben sana demedimmi ki, sen benimle sabredemezsin! Diye söyledi. Musa aleyhisselâm:
— Artık bundan sonra bir itirazda bulunursam, beni arkadaşlıktan uzaklaştır. Çünkü iki defa özrümü kabul etmiş oldun, dedi.
Yine yollarına devam ettiler. Bir kasabaya gelince, halkından yemek istediler. Kasaba halkı ise onları misafir olarak kabul etmek istemediler ve bir ikramda bulunmadılar. Bu esnada kasaba içerisinde yıkılmaya yüz tutmuş bir duvar gördüler. Hızır aleyhisselam eli ile bu duvarı doğrulttu ve tamir etti. Musa aleyhisselam yine dayanamadı ve:
— Bunlar öyle bir halk ki kendilerine gelip bizi misafir etmelerini ve doyurmalarını istediğimiz halde bunu kabul etmediler. Sen ise onlara yardım olsun diye yıkılmaya yüz tutmuş duvarlarını düzelttin, isteseydin bunun karşılığını alırdın, dedi.
Bunun üzerine Hızır aleyhisselam, Hazreti Musa'ya:
— Bu artık ayrılışımız demektir. Sabredemediğin hadiselerin hakikatini sana anlatacağım, dedi.
Peygamber aleyhisselam bunu anlattıktan sonra buyurdu ki:
— Musa aleyhisselâmın sabretmesini arzu ederdik ki, Allahü Teala bize aralarında geçecek olan diğer şeyleri de anlatsın.
Hızır aleyhisselâm Musa aleyhisselâma o hadiselerin hakikatini ise şöyle anlattı:
— Evvelâ gemi denizde çalışan bir takım biçarelerin idi. Ben o gemiyi ayıplandırmak ona bir kusur yapmak istedim ki, ötelerinde zalim bir hükümdar vardı da, o, her sağlam gemiyi sahiplerinden gasbedip alıyordu. Böylece onların gemisini bu gasbden kurtarmak için iki şerden ehven olanını seçtim ve onlara bir nevi yardımda bulundum.
İkincisi, o oğlan masum görünüşüne rağmen azgın bir kâfir idi ve ileride azgınlığını artırarak mümin olan anne ve babasını da küfre bürümek tehdidi vardı. Böylece onu bu hale gelmeden öldürdük ki anne ve babasının imanına zarar vermesin ve ona bedel olarak da Allahü Teala ikisine hayırlı bir evladı bedel versin. Çünkü böyle bir hayırlı bedele kavuşmaları ancak onun ölümüne bağlı idi.
Rivayete göre, o anne ve babaya bedel olarak Allahü Teala bir kız çocuğu vermiş ve bu kız peygamber annesi olmuş ve o Peygamberin eliyle ümmetlerden bir ümmet hidayete ermiştir.
Üçüncüsü, o şehirdeki yıkık duvar iki yetim oğlanın idi. Onun altında onlar için saklanmış bir define vardı ve babaları da salih bir zât idi. Onun için Rabbin irade buyurdu ki ikisi de olgunluk çağlarına ersinler ve definelerini çıkarsınlar. Bunlar büyümeden duvar yıkılsa idi, o defineyi başkaları bulacak ve zayi olacaktı.
Hep bunlar Rabbinden bir rahmet olarak yapılmıştır. Ben onu, o yaptıklarımı kendi emrimden yapmadım. Bu bir vazifem idi. İşte senin sabra dayanamadığın şeylerin hakikati budur.
(Buharî, Müslim, Tirmizî)

PEYGAMBER ZEVCESİNE İFTİRA


Hazreti Aişe radıyallahu anhâ'nın şöyle anlattığı nakledilir:
Allah'ın Resulü bir sefere çıkmak istediği zaman, zevceleri arasında kur'a çeker ve içlerinden kime isabet ederse beraberinde de onu götürürdü, işte böyle savaşlarından biri olan Benî Mustalik harbinde çektiği kur'a bana düşmüştü; Ben de hicâb âyeti nazil olduktan sonra Peygamber aleyhisselâm ile beraber yola çıktım. Devemin mahmilinde kalıyor, bir yerde mola verdiğimiz zaman da orada bulunuyordum. Bu şekilde yola devam ettik. Peygamber aleyhisselâm bu harbi bitirip döndüğü ve Medine'ye yaklaştığımız zaman, kafileye konaklamak için izin verdi. Ben de bu istirahat sırasında abdest bozmak için kalkarak gittim. Askerin -mola verdiği mevkiiden uzaklaşıp abdestimi bozduktan sonra eşyalarımın bulunduğu yere döndüm. Bir de, gerdanlığımı düşürdüğümün farkına vardım ve onu aramaya gittim. Ararken bir süre kalmıştım. Bu arada içinde bulunduğum kafile hareket etmiş, benim mahmilimin içerisinde olduğumu sanarak, onu alıp deveme yüklemişler. Mahmilimin içinde olmadığımın farkına varmamışlar. Çünkü kadınlar o vakitler şişman olmadıklarından hafif yapılı idiler. Zira çok az bir şeyler yiyorlardı. Bu sebeple mahmilimi kaldırırken hafif olmasına aldırış etmemişler. Ben zaten o vakit, genç bir kadındım. Böylece deveyi çekip yola çıktılar. Asker oradan ayrıldıktan sonra ben de gerdanlığımı buldum. Askerin konakladığı yere geldiğim zaman, orada kimseler kalmamıştı. Ben de, orada olduğum yerde kaldım ve beni arayıp döneceklerini düşündüm. Bu hal içerisinde beklediğim yerde otururken, uyku basmış ve uyuya kalmışım.
Safvan bin Muattal Sulemî Zekvanî askerin arkasından giderdi. Benim bulunduğum yere gelince, bir insan karaltısı görmüş ve yanıma yaklaşıp beni görür görmez de tanımıştı. Zira hicâb âyeti inmezden evvel beni görürdü. Beni görüp tanıyınca, ölmüş olduğumu zannederek «innâ lillahî ve innâ ileyhi raciûn» demesi ile uyandım. Yüzümü örttüm. Allah'a yemin ederim ki, bunu söylemesinden başka kendisinden bir söz duymadım.
Nihayet devesini dizleri üzerine çöktürdü. Ayağını hayvanın diz kapağına koydu ve bu şekilde ben deveye bindim. Hayvanı çekerek beni götürdü. Asker günün en sıcak vaktinde bir yerde konakladıktan sonra kendilerine yetiştik.
Bu hadise sebebiyle iftira yürütenler helak oldu. İftirayı yürütenlerin başı Ubeyy bin Selûl idi. Sonra Medine'ye vardık. Ben bir ay hasta halde yattım, iftira edenlerin lafları ağızdan ağıza yayılıyordu. Ben ise bunların farkında değildim. Fakat, Peygamber aleyhisselâmın bana, daha önce hastalandığım vakitlerde gösterdiği iltifatı göstermemesi, derdimi fazlalaştırıyordu. Çünkü Allah'ın Resulü ziyaretime geliyor, «şu hasta nasıl?» demekle kifayet ediyor, sonra gidiyordu. Ben insanlar arasında dolaşan kötülükten habersizdim.
Biraz iyileşmeye başlayınca, bir gün dışarı çıktım. Ummü Mistah da benimle birlikte Menası denilen yere doğru çıktı. Menası bizim kaza-yi hacet ettiğimiz yerdir. Ancak geceleri oraya çıkardık. Bu, evlerimiz yakınında hela yapmaya başlamadan önce idi. Adetimiz ilk arapların âdeti gibi, şehrin dışında bir yeri abdest bozmak için kullanmak idi. Evlerimizin içerisinde hela yapmaktan eza duyardık, işte bu şekilde Ümmü Mistah ile beraber gittik. Ummü Mistah Abdi Menafin oğlu Ebû Rnhm'un kızıdır. Anası da Hazreti Ebû Bekir'in teyzesidir. İhtiyacımızı tamamladıktan sonra kendisi ile beraber eve doğru yürüdük. Yolda Ummü Mistah'ın ayağı elbisesine takılarak kaydı.
Bunun üzerine Ummü Mistah:
— Mistah helak olsun! diye söylendi. Ben de kendisine:
— Ne kötü konuştun, Bedir harbine katılmış olan kimseye nasıl böyle dersin? dedim.
Ümmü Mistah:
— Şuna bak, onun ne söylediğini duymadın mı? diye cevap verdi. Ben:
— Ne söyledi ki? diye sordum.
Bunun üzerine Ummü Mistah, iftiracıların konuştuklarını bana anlattı. Bunu duyunca hastalığım bir kat daha fazlalaştı.
Bundan sonra evime dönünce Peygamber aleyhisselâm yanıma gelerek:
— Bu hasta nasıl? diye sordu. Ben de:
— Anne - babamın yanına gitmeme izin verir misin? dedim. Bu haberler hakkında ebeveynimden katı bilgi almak istiyordum. Peygamber aleyhisselâm izin verdi. Ebeveynimin yanına geldim.
Anama:
— Anacığım, bu insanlar neler konuşuyorlar? diye sordum. Anam:
— Kızcağızım, üzülme, kocasının kendisini- sevdiği ve aynı zamanda ortakları da olan, çok az güzel kadın vardır ki, onun hakkında doğru - yanlış şeyler konuşulmuş olmasın! dedi.
Ben:
— Sübhânellah, demek insanlar bunu söylediler! dedim. O gece göz yaşlarım dinmeden, gözüme uyku girmeden ağlayarak sabahladım.
Bu mesele ile alâkalı vahiy gecikince, Allah'ın Resulü Ebû Talib'in oğlu Ali ile Zeyd'in oğlu Usame'yi çağırdı. Onlarla ailesinden ayrılıp ayrılmamak hususunda müşavere edecekti. Usâme radıyallahu anh, Peygamber aleyhisselâmm ailesinin suçsuz olduğunu ve Peygamber aleyhisselâmın da onlara karşı olduğunun bilindiğini söyledi ve:
— Ey Allah'ın Resulü, aileni terketme, onlar senin iffet sahibi zevcelerindir. Onlar hakkında iyilikten başka bir şey bilmiyoruz, dedi... Hazreti Ali ise:
— Ey Allah'ın Resulü, Allah sana zevce kıtlığı vermemiştir. Onlardan başka çok kadınlar vardır. Eğer Hazreti Aişe'nin hizmetini gören cariye Berire'ye sorarsan, o aana doğruyu söyler, dedi.
Sonra Peygamber aleyhisselâm Berîre'yi çağırdı ve:
— Ey Berîre! Aişe'de bir kötülük gördün mü? diye sordu. Berîre:
— Seni hak ile gönderen zâta yemin ederim ki, onda kendisini ayıplayacağın bir şey görmedim. Ancak, o genç bir kadındır. Evinin hamurunu tutar da uykuya dalar, sonra da evin koyunu gelip o hamuru yer. Bundan daha fazla ayıplanacak bir şeyi yoktur, diye cevap verdi.
Bunun üzerine Peygamber aleyhisselâm kalktı ve Abdullah bin Ubeyy bin Selûl'e karşı kendisine yardımcı kimseler isteyerek minberde şöyle konuştu:
— Ey müslümanlar topluluğu, aileme karşı kötü ağız ve çirkin harekette bulunan adama karşı kim bana yardımda-bulunur? diye sordu. Allah'a yemin ederim ki, ailem hakkında hayırdan başka bir şey bilmiyorum. Yine kendisinde hayırdan başka bir şey bilmediğim bir adama da kötülük ettiler. Halbuki o adam, hiç bir vakit ben olmadan ailemin yanına girmemiştir.
Bunun üzerine Saad bin Muaz radıyallahu anh kalkıp:
— Ey Allah'ın Resulü, ben sana yardım eder ve o adamın hakkından gelirim. Eğer Evs kabilesinden ise onun boynunu vururum, kardeşlerimiz Hazrec kabilesinden ise, emir buyurursanız, emrinizi yerine getiririz, dedi.
Bu açıklama karşısında Hazrec'lilerin reisi olan Saad bin Ubâde radıyallahu anh kalktı. Saad bin Ubâde bundan önce iyi bir kimseydi, fakat bu anda kabile hislerine mağlûp olarak Said bin Muaz'a dedi ki:
— Allah'a yemin ederim ki, yalan söylüyorsun. Sen onu öldüremezsin, öldürmeye gücün de yetmez!
Buna karşılık olarak Saad bin Muaz'ın amcaoğlu Useyd bin Hudayr radıyallahu anh konuştu ve Saad bin Ubâde'ye:
— Allah'a yemin ederim ki, sen yalan söylüyorsun, onu muhakkak öldürürüz, sen münafıkları tutan bir münafıksın, dedi. Bu şekilde iki Ensâr kabilesi Evs ile Hazrec'liler arasında durum gerginleşti. Hattâ Peygamber aleyhisselâm minberde iken kavga etmeye hazırlandılar. Allah'ın Resulü de onları devamlı olarak sakinleştirmeye gayret etti. Nihayet sustular, Peygamber aleyhisselâm da sükût etti.
— O gün gözyaşlarım kesilmeden ve gözlerime uyku girmeden ağladım, iki gün, iki gece ağlarken anne-babam yanımda bulunuyorlardı. Ağlamaktan yüreğimin parçalanacağını sanıyorlardı. Her ikisi yanımda oldukları halde, Ensârdan bir kadın yanıma gelmek için izin istedi. Girmesine izin verdim. Girip oturdu ve benimle beraber ağlamaya başladı. Biz bu hal içerisinde ağlarken, Peygamber aleyhisselâm içeriye girdi. Selâm verdikten sonra oturdu. Halbuki bu dedi - koduların ortaya çıktığı zamandan beri hiç yanımda oturmamıştı. Bir ay hakkımda vahiy inmediği halde beklemişti.
Oturunca önce şehadet getirdi. Sonra şöyle buyurdu:
— Bundan sonra, ey Aişe, hakkında şöyle şöyle bazı şeyler duydum. Eğer suçun yoksa Allah seni temize çıkaracaktır. Bir suç işlediğin, Allah'a tevbe ve istiğfar et. Çünkü kul, günahını itiraf edince Allah onu afveder. Peygamber aleyhisselâm konuşmasını bitirince, gözyaşlarım kuruyup kesildi, bir damla dahi akmadı.
Babama:
— Peygamber aleyhisselâmın söylediklerine cevap ver! diye söyledim. Babam:
— Allah'ın Resulüne ne söyleyeceğimi bilmiyorum, dedi. Bu defa anneme: -
— Sen cevap ver! dedim. O da:
— Ben de Allah'ın Resulüne ne diyeceğimi bilmiyorum, diye konuştu.
Bunun üzerine, çok Kur'ân okumayan genç bir kadın olduğum halde, dedim ki:
— Allah'a yemin ederim ki, ben, bu dedi - koduyu işittiklerinizi, bunun içinizde yer ettiğini ve doğru olduğunu kabullendiğinizi biliyorum. Suçsuz olduğumu söylesem ki, Allah suçsuz olduğumu bilir, inanmayacaksınız. Allah'ın suçsuz olduğumu bildiği bir şeyi kabul etsem, ona inanacaksınız. Allah'a yemin ederim ki, ben, size Yusuf aleyhisselâmın söylediğinden başka bir misâl bulamıyorum. O, «Sabr-ı cemilden başka bir şey kalmamıştır.» (Yusuf Sûresi) demişti. Sizin şu anlatışınıza karşı sığınılacak ancak Allâhü Teâlâ'dır.
Bunu söyledikten sonra, dönüp yatağıma yattım. Katî olarak suçsuz olduğumu biliyordum. Ancak, Allah'a yemin ederim ki, Allâhü Teâlâ'nın hakkımda kıyamete kadar okunacak bir vahiy indireceğini sanmıyordum. Buna göre, durumum Allah'ın, hakkımda vahiy suretiyle bir şey buyuracağı kadar değerli değildir. Fakat, Peygamber aleyhisselâmın, Allâhü Teâlâ'nın -beni tebrik ettiğine dâir bir rüya görmesini ümid ediyordum.
Allah'a yemin ederim ki, Peygamber aleyhisselâm bu meclisten ayrılmadan ve ev halkından bir tek kimse dışarı çıkmadan Allah'ın Resulüne vahiy geldi. Vahyin şiddetinden kendisine ânzî bir hal oldu. Hattâ vahyin ağırlığı dolayısiyle, kış mevsiminde bulunduğumuz halde, inci gibi ter dâneleri yüzünden akıyordu.
Vahyin nazil olması sona erince, gülerek ilk söylediği şey:
— Ey Âişe, Allah suçsuz olduğunu bildirdi, sözü oldu.. Bunun üzerine annem:
— Kalk, Allah'ın Resulünün yanına git! dedi. Ben:
— Hayır, gitmem ve ancak Allâhü Teâlâ'ya hamdederim, dedim.
Nihayet Allâhü Teâlâ «iftirayı yapanlar sizden küçük bir zümredir...» (Nur Sûresi) meali ile başlayan on âyetin hepsini indirdi.
Allâhü Teâlâ, suçsuz olduğumu ifade buyuran bu âyetlerini indirdiği zaman, Hazreti Ebû Bekir radıyallahu anh: -
— Allah'a yemin ederim ki, Aişe hakkında bu iftiraları söyledikten sonra Mistah'a hiç bir zaman artık yardımda bulunmayacağım, dedi. Halbuki Mistah fakir ve Ebû Bekir'in akrabası olduğu için ona devamlı yardımda bulunurdu. Hazreti Ebû Bekir böyle deyince Allahü Teâlâ, «Sizden zengin ve fazilet sahibi kimseler, akrabalarına, miskinlere, Allah yolunda hicret edenlere bir şey vermeyeceklerine dair yemin etmesinler. Avf ve bağış ile muamele etsinler. Allah'ın günahlarınızı mağfiret etmesini istemiyor musunuz? Allah mağfiret edicidir, merhamet sahibidir.» (Nur Sûresi) mealindeki Ayet-i Kerîmeyi inzal buyurdu.
Bu Ayet-i Kerime nazil olunca, Ebû Bekir radıyallahu anh:
— Bilâkis, ben Allah'a beni mağfiret etmesini istiyorum, dedi ve Mistah'a yapmakta olduğu yardımı tekrar vermeye başladı, bu yardımı asla kendisinden esirgemeyeceğim, diye söyledi.
Hazreti Aişe devamla der ki:
Peygamber aleyhisselâm benim meselem hakkında Zeyneb binti Cahş radıyallahu anhâ'ya da sorar ve:
— Ey Zeyneb, bildiğin ve gördüğün bir şey var mı? derdi. Zeyneb de: — Ey Allah'ın Resulü, kulağımı ve gözümü korurum. Hayırdan başka bildiğim bir şey yok, diye cevap vermişti.
Zeyneb radıyallahu anh, Peygamber aleyhisselâm'ın zevceleri içinde kendini, benim derecemde kabul ederdi. Allah onu muhafaza etti. Fakat kız kardeşi Hamne, onun lehine benimle mücadele etmeye teşebbüs etti ve iftirayı yapanlardan helak olanlar arasında o da helak oldu. Yani ona da kazf cezası tatbik edildi.
Suçsuz olduğuma dâir vahiy nazil olunca Peygamber aleyhisselâm minbere çıkıp bunu anlattı ve inen âyetleri okudu. Minberden indikten sonra da iki erkek (Hassan bin Sabit ve Mistah bin Usâse) ile bir kadına (Hamne binti Cahş) iftira cezasının tatbik edilmesini emir buyurdu ve bunlara ceza uygulandı. (Bu sahabîler daha sonra tevbe etmişlerdir.)
(Buhari, Müslim, Tirmizi)

HAZRETİ MUSA'NIN HAYASI

Ebû Hureyre radıyallahu anh, Peygamber aleyhisselâmın şöyle buyurduğunu anlatıyor:
Musa aleyhisselâm çok hayâlı ve vücudunun görünmemesine çok dikkat gösteren bir zât idi. Çok hayâlı olması dolayısiyle vücudunun açık bir yeri görünmezdi.
İsrail Oğullarından kendisine eziyet etmek isteyen biri:
— Musa'nın bu kadar örtünmeye düşkün olması, ya cildinde abraşlık, veya husyeleri şiş, veya başka bir âfetten ileri gelmektedir, diye söyledi.
Ancak Allahü Teâlâ, Peygamberin kendisine isnad edilen bu noksanlıklardan uzak bulunduğunu göstermeyi murad etti. Bu sebeple Musa aleyhisselâm bir gün yalnız başına kalıp, elbiselerini çıkardıktan sonra bir taş üzerine bıraktı ve yıkandı. Yıkandıktan sonra giyinmek üzere elbiselerine doğru geldi. Ancak, taş, üzerindeki elbiselerle ondan kaçıp uzaklaşmaya başladı.
Musa aleyhisselâm da asasını alıp taşı takip etti ve:
— Ey taş, elbiselerimi ver, elbiselerimi ver! diyerek çağırdı. Tâ ki, israil Oğullarından bir topluluğun karşısına gelinceye kadar bu şekilde takibi sürdürdü. Bu topluluk da böylece kendisini, vücut bakımından en güzel yaratılışta bir insan olarak gördü.
Bu hadise ile Allahü Teâlâ, Peygamberinin, ona isnad ettikleri noksanlıklardan uzak olduğunu insanlara gösterdi. Bu arada taş da durdu. Musa aleyhisselâm elbisesini alıp, taşa da asası ile vurdu. Allah'a yemin ederim ki, bu taşta asanın üç, dört veya beş âdet kadar izi meydana geldi, işte Allahü Teâlâ'nın «Ey îman edenler, siz de Musa'ya eza verenler gibi olmayın. Onlar Musa'ya eziyet ettiler de Allahü Teâlâ, onun isnad ettikleri şeylerden uzak bulunduğunu, onlara gösterdi. O, Allah nezdinde itibarlı bir zât idi.» (Ahzâb Sûresi) mealindeki Ayet-i Kerîmenin ifade ettiği mânâ budur.
(Buharî, Müslim, Tirmizi)

HİRAKL'IN İSLAMA DAVETİ

İbni Abbas radıyallahu anh şöyle anlatıyor:
Ebû Süfyan radıyallahu anh benimle ağız ağıza konuşurken şunları anlattı:
Peygamber aleyhisselâm ile aramızda bulunan Hudeybiye anlaşması süresi içinde yola çıktım. Şam'da iken Allah'ın Resulü tarafından Rum imparatoru Hirakl'e bir mektup gönderilmişti. Mektubu Dihyetü'l Kelbî radıyallahu anh getirmiş ve Busrâ Valisine vermiş idi. Busrâ Valisi de Hirakl'e verdi.
Hirakl mektubu alınca:
— Peygamber olduğunu söyleyen bu adamın kavminden burada kimse var mı? diye sordu. Kendisine «var» diye cevap verdiler. Bunun üzerine Kureyş'ten bir kaç kişi ile beraber sarayına davet edildim.
Bize Hirakl'in karşısında yer gösterdiler.
Hirakl:
— Peygamber olduğunu söyleyen bu adama neseb bakımından en yakın kimdir? dedi. Ebû Süfyan:
— Ben, diye cevap verdim. Bunun üzerine beni daha yakınına oturttular. Arkadaşlarıma da arkamda yer verdiler. Sonra Hirakl tercümanını çağırttı ve:
— Bunlara de ki: Peygamber olduğunu sanan adam hakkında soracağım. Eğer yalan söylerse, yalancı olduğunu ilân ediniz! diye söyledi. Allah'a yemin ederim ki, eğer yalancılığımı ilân etmelerinden korkmasaydım, Hirakl'e yalan söyleyecektim.
Sonra Rum imparatoru Hirakl tercümanı vasıtasıyla sormaya başladı
— O zâtın aranızda hasebi nasıldır?
— O aramızda şerefli bir aileye mensubtur, dedim. Hirakl:
— Sülalesinde hükümdar olan var mıydı? Ebu Süfyan:
— Hayır, yoktu. Hirakl:
— Peygamberlik dâvasından önce kendisini yalancılıkla itham eder miydiniz?
Ebu Süfyan:
— Hayır, etmezdik. Hirakl:
— Kendisine, insanların yüksek tabakasından olanlar mı, yoksa zayıflar mı uyuyor? Ebû Süfyan:
— Hayır, kuvvetliler değil, zayıflar tâbi oluyor. Hirakl:
— Onun dinine girenler çoğalıyor mu', yoksa geri dönenler olup da azalıyor mu? Ebû Süfyan:
— Muhakkak ki, çoğalıyorlar. Hirakl:
— Onunla hiç harbettiniz mi? Ebû Süfyan:
— Evet, yaptık. Hirakl:
— Savaşınız nasıl geçti? Ebû Süfyan:
— Bazen O, bazen biz galib geliyoruz. Hirakl:
— Onun anlaşmayı bozduğu oluyor mu? Ebû Süfyan:
— Hayır, ancak onunla şu anda bir anlaşmamız var, bu hususta nasıl hareket edeceğini bilmiyoruz.
Ebû Süfyan radıyallahu anh diyor ki: Allah'a yemin ederim ki, bu mesele ile alâkalı olarak bu konuştuklarıma başka bir kelime sıkıştıramadım.
Hirakl:
— Ondan önce, onun söylediği bu şeyleri söyleyen kimse oldu mu? Ebû Süfyan:
— Hayır, kimse olmadı.
Bundan sonra Hirakl, tercümanına beni kasdederek dedi ki:
— Kendisine söyle, onun hasebinden sordum; şeref sahibi olduğunu söyledin. Peygamberler böyledirler, kavminin şereflileri arasından gönderilirler.
Sülalesinde hükümdar var mı? diye sordum; olmadığını söyledin. Sülalesinde hükümdar bulunsaydı, babalarından kalan saltanat dâvası peşinde koşan bir kimsedir, diyecektim.
Cemaatı halkın zayıflarından mı, yoksa kuvvetlilerinden mi? diye sordum. Zayıflarından, dedin. Peygamberlerin ümmeti de zâten o tabakadır.
Peygamberlik dâvasından önce yalan söylediğini görmüş müydünüz? diye sordum. Hayır, diye cevap verdin. Böyle olunca, insanlara yalan söylemekten kaçınsın da Allah adına yalan söylesin, bu olmaz diye düşündüm.
Dinine girenler çoğalıyor mu, yoksa beğenmeyenler olup da çıktıkları için azalıyor mu? diye sordum. Çoğaldığını söyledin, îman zâten böyledir, kalblere yerleştiği vakit.
Kendisi ile harbettiniz mi? diye sordum. Savaş yaptığınızı ve bunda bazen onun, bazen de sizin galib geldiğinizi söyledin. Peygamberler böyledir, imtihana tabi tutulduklarından her zaman muzaffer olmazlar. Ancak âkibet, son zafer onlarındır.
Anlaşmaya uymadığı olur mu? diye sordum. Hayır, diye cevaplandırdın. Peygamberler böyledir, hıyanet etmezler.
Kendisinden evvel bu iddiada bulunan oldu mu? diye sordum. Hayır, dedin. Bulunmuş olsaydı, kendinden önceki birinin bu dâvası ile alâkalı iddiasına uymuş, diyecektim.
Hirakl daha sonra:
— O, size neyi emrediyor? diye sordu. Ebû Süfyan:
— Namaz kılmayı, zekât vermeyi, akraba haklarına riâyet etmeyi ve namuslu olmayı, diye cevap verdim, der. Hirakl:
— Eğer bu söyledikleri doğru ise o muhakkak peygamberdir. Onun zuhur edeceğini biliyordum, fakat siz Arabların içinden çıkacağını zannetmemiştim. Kendisine ulaşacağımı bilsem, onu görmeyi çok isterdim. Yanında olsaydım, hürmet ve tazim için ayaklarını yıkardım. Muhakkak onun mülkü ayaklarımın altındaki beldeye ulaşacaktır, dedi.
Hirakl sonra gelen mektubu istetip tercüman vasıtasiyle okudu.
Mektubun metni şöyleydi: -
«Rahman ve Rahîm olan Allah'ın adiyle, Allah'ın Resulü Muhammed'den Rûm'un büyüğü Hirakl'e:
Selâm doğruya uyanlara. Bundan sonra, seni Islama davet ediyorum, islâm'a gir, dünyâ âhiret kötülüğünden kurtulursun. İslamı kabul edersen Allah iki misli ecrini verir. Yüz çevirip müslüman olmazsan bütün tebanın günahı da senin böynundadır. Ve «Ey kitab ehli, sizinle aramızda müşterek olan bir kelimeye geliniz. Allah'tan başkasına iman etmeyelim. O'na bir şeyi ortak koşmayalım. Bazımız bazımızı Allah'tan başka Rabb edinmesin. Eğer islâm'dan yüz çevirirlerse, bizim müslüman olduğumuza şahid olun! deyiniz.» (Âl-i İmran)
Hirakl mektubu okumayı tamamlayınca, yanındaki Rûm büyüklerinin sesleri yükseldi. Gürültü fazlalaştı. Bunun üzerine bizim de çıkmamız emredildi. Biz dışarıya çıkarıldık. Dışarı çıkınca ben, arkadaşlarıma:
— Ebû Kebşe'nin oğlunun hâdisesi büyüdü. Rum imparatoru bile ondan korkuyor, dedim. (Müşrikler Allah'ın Resulünü tahkir için süt babasının ismiyle anarlardı) Ve o zamandan bu yana, Allah kalbime islâm'ı nasib edinceye kadar, Peygamber aleyhisselâmın davetinin zafere ereceğine daima katiyetle inandım.
imam Zührî diyor ki:
Daha sonra-Hirakl, Rûm ileri gelenlerini kendi evine davet etti ve:
— Ey Rûm topluluğu, ebedî olarak kurtuluş ve doğruluğa nail olmayı ve mülkünüzün devam ve sebatını arzu eder misiniz? dedi.
Bunun üzerine onlar, yaban eşekleri gibi itile kakıla kapılara koşuştular. Fakat kapıların hepsini kapalı buldular.
Bunu gören Hirakl:
— Onları bana çağırın, dedi. Ve tekrar konuşarak:
— Ne diye irkilip kaçtınız? Ben sizin dininize olan kuvvet bağınızı tecrübe etmek istedim ve sizden tam istediğim davranışı da gördüm, dedi. Bunun üzerine hepsi Hirakl'e secde ettiler ve memnun kaldılar.
(Buharî, Müslim)

BİR HÜKÜMDARIN ZULMÜ

Suheyb radıyallahu anh, Peygamber aleyhisselâmın şöyle buyurduğunu anlatıyor:
Sizden önce yaşayan kavimlerden birinin bir hükümdarı vardı. Bu hükümdarın sihir yapan bir adamı vardı. Bu sihirbaz, ihtiyarlayınca, hükümdara:
— Ben artık yaşlandım, bana genç birini gönder de ona sihri öğreteyim, dedi. Hükümdar kendisine sihir Öğretmesi için bir genç gönderdi. Genç, sihirbaza giderken, yolda bulunan bir rahibe uğradı. Ondan bir çok şeyler dinledi ve onun söylediklerine hayran kaldı. Artık sihirbaza her gelişinde bu rahibe uğruyor ve yanında kalıyordu. Sihirbazın yanına geldiği vakit de, sihirbaz kendisine, geç kaldığı için dayak atardı, çocuk da bunu rahibe şikâyet ederdi.
Rahib bir gün çocuğa:
— Sihirbazdan, geç kaldın diye korktuğun vakit «evde mâni oldular» dersin, evdekilerden korktuğun zaman da «sihirbaz alıkoydu» diye söylersin, dedi.
Genç bu vaziyet içerisinde iken bir gün büyük bir hayvanla karşılaştı. Bu hayvan insanları durdurtmuş, onların hareketlerine mâni olmuştu.
Bunun üzerine genç:
— Bugün öğreneceğim, sihirbaz mı daha üstün, yoksa rahib mi? dedi ve bir taş alıp şöyle dua etti:
—— «Ey Allah'ım, eğer rahibin işini sihirbazınkinden daha çok seviyorsan, bu hayvanın canını al ki, insanlar geçebilsin,» dedi. Sonra taşı atarak hayvanı öldürdü, insanlar da serbestçe yollarına devam ettiler. Hâdiseyi müteakip genç, rahibin yanına geldi, olanları kendisine anlattı. >
Rahib kendisine dedi ki:
— Evlâdcığım, sen bugün artık benden üstünsün. Düşündüğüm olgunluğa eriştin, Yakında bir imtihanla karşılaşacaksın. Bu imtihanla karşılaştığın vakit beni ele verme, dedi.
Genç, doğuştan kör olan ile abraşları ve diğer hastalıklara mübtelâ kimseleri tedavi ediyordu. Bu arada hükümdarın da bir yakını kör olmuştu.
Bu adam, bir çok hediyelerle gencin yanına geldi ve:
— Bak, beni iyileştirirsen şu hediyelerin hepsi Senindir, dedi. Genç:
— Ben kimseyi iyileştiremem, iyileştiren ancak Allah'tır. Eğer Allah'a îman edersen, dua ederim, Allah da seni iyileştirir, diye cevap verdi. Adam Allah'a îman etti, Allah da kendisini iyileştirdi. Sonra bu adam, hükümdarın yanına geldi ve her zaman oturduğu şekilde yerini aldı.
Hükümdar kendisine:
— Gözlerini kim açtı? diye sordu. Adam:
— Rabbim, diye cevap verdi. Hükümdar:
— Senin benden başka Rabbin var mı? diye sordu. Adam:
— Benim ve senin Rabbin olan Allah, diye cevap verdi. Bunun üzerine hükümdar kendisini alıp tâ ki, gözlerini açtıran genci ele verdirinceye kadar işkenceye tâbi tuttu. Genci hükümdara getirdiler. Hükümdar kendisine:
— Oğlum, senin sihrin anadan doğma körlerin gözünü açacak, abraşları iyileştirecek ve daha bir çok şeyleri yapacak dereceye ulaşmış, dedi.
Genç:
— Ben kimseyi iyileştirmiyorum, iyileştiren Allah'tır diye cevap verdi. Hükümdar bu defa kendisini alıp tâ ki, rahibi ele verinceye kadar işkence etti.
Rahib getirildi ve:
— Dininden dön! denildi. Rahib bu sözleri dinlemedi. Hükümdar bir testere istetti ve rahibin başını gövdesinden ayırdı. Sonra hükümdarın yakını getirildi.
Kendisine:
— Dininden dön! denildi. Adam dönmedi ve onun da başının gövdesinden ayrıldığı yere testereyi koyup başını gövdesinden ayırdı. Daha sonra genç getirildi ve kendisine:
—— Dininden dön! denildi. Genç kabul etmedi.
Bunun üzerine hükümdar, genci adamlarından bir gruba vererek:
— Bunu filan dağa götürüp üzerine çıkarın. Dağın tepesine vardığınız zaman, bakın; eğer dininden dönerse bırakın, dönmezse dağın tepesinden aşağı atıp yuvarlayın, dedi. Genci alıp dağa götürdüler.
Dağın tepesine çıkarınca, genç:
— Ey Allah'ım, bunların hakkından bildiğin gibi gel, diye niyaz etti. Hemen dağ bunları sarstı ve yuvarlanıp düştüler. Genç de yürüyerek hükümdarın yanına geldi.
Hükümdar ona:
— Seni dağa götürenler ne yaptı? diye sordu. Genç:
— Allah beni onlardan kurtardı, diye cevap verdi.
Bu defa hükümdar, genci adamlarından bir gruba verdi ve:
— Bunu alıp götürün ve bir küçük gemiye koyun. Bu gemi ile denize açılın. Eğer dininden dönerse, ne iyi, dönmeyecek olursa hemen denize atın! diye emretti. Genci yine alıp götürdüler.
Genç de:
— Ey Allah'ım, bildiğin şekilde bunların hakkından gel! diye dua etti. Bunun üzerine gemi devrilip onları denize düşürdü ve hepsi boğuldular. Genç yine yürüyerek hükümdarın yanına geldi.
Hükümdar kendisine:
— Seninle beraber gidenler sana ne yaptı? diye sordu. Genç:
—— Allah beni onlardan kurtardı, dedi ve hükümdara:
— Benim sana söyleyeceğim şeyi yapmadıkça, sen beni asla öldüremezsin, diye konuştu.
Hükümdar:
— O şey nedir? diye sordu. Genç:
— Düzlük bir yerde insanları toplar, beni de bir ağaç dalına asarsın. Bundan sonra benim ok torbamdan bir ok al, yayın ortasına yerleştir ve sonra, «Şu gencin Rabbi olan Allah'ın adiyle» diye söyleyip oku bana at. Ancak bu şekilde yaparsan, beni öldürebilirsin, dedi.
Hükümdar, gencin kendisine söylediklerini yaptı ve sonra oku gence attı. Ok, gencin gözü ile kulağı arasında bulunan yere isabet etti. Genç de elini okun isabet ettiği noktaya koyup vefat etti.
Bunun üzerine insanlar:
— Şu gencin Rabbine îman ettik, şu çocuğun Rabbine îman ettik, şu gencin Rabbine inandık! dediler. Bunun akabinde hükümdara:
— Sakındığın şey başına geldi, insanların hepsi îman ettiler, denildi. Bu hal karşısında hükümdar yolların ağızlarında çukurlar kazmalarını emretti.
Bu çukurlar kazıldı ve onların içerisinde ateş yaktırdı ve: — Kim dininden dönmezse, onu oraya atın! diye emir verdi.
Söylediğini yaptılar. Nihayet yanında çocuğu olan bir kadın geldi. Bu kadın ateşten korkup çocuğuna da acıdığı için geride kalmış ve durmuştu.
Çocuğu anasına: .
— Anacığım, sabret, zira sen hak bir yol üzerinesin! diye konuştu.
(Müslim, Tirmizî

6.06.2017

YER YÜZÜ KENDİLERİNE DAR GELEN ÜÇ SAHABİ

Kâ'b bin Malik radıyallahu anh şöyle anlatıyor:
Allah'ın Resulünün yaptığı savaşlardan, Tebük harbinden başka hiç birisine katılmaktan geri kalmamıştım. Gerçi Bedir harbine de iştirak etmemiştim ama, Peygamber aleyhisselâm Bedir'e katılmıyanlardan kimseyi tazir etmemişti. Çünkü Bedir harbinde, Peygamber aleyhisselâm ile müslümanlar ancak Kureyş'lilerin ticaret kervanına karşı koymak üzere çıkmışlardı. Neticede Allahü Teâlâ tesbit edilmemiş bir anda müslümanlarla düşmanlarını karşı karşıya getirdi. Bedir harbi bu şekilde vuku bulmuştu.
Akabe gecesinde îslâm üzerine kendisine bîat ettiğimiz zaman, Peygamber aleyhisselâm ile beraber bulundum. Bedir her ne kadar, insanlar arasında Akabe'den daha çok zikredilen bir hadise ise de, benim için Akabe'de bulunmak Bedir'de bulunmaktan daha değerlidir.
Tebük harbine katılmaktan geri kaldığım vakit, her zamankinden daha güçlü ve daha varlıklı olduğumu biliyorum. Allah'a yemin ederim ki, bu savaştan evvel iki binek hayvanını asla bir araya getirememiştim. Bu savaş sırasında bütün teçhizatı ile iki hayvanım vardı.
Peygamber aleyhisselâm bu savaşı sıcakların en şiddetli bir zamanında yaptı. Uzun ve tehlikeli yollar katetmek mecburiyetinde kaldı. Sayısı hayli yüksek bir düşmanla karşılaştı. Başka muharebelerde olduğu gibi hedefi gizli tutmadı. Hazırlıklarını tam yaymaları için müslümanlara meseleyi açıkça bildirdi. Allah'ın Resulü ile beraber olan müslümanların adedi o kadar çoktu ki, bir kitaba zor sığardı. Bir vahiy nazil olmadığı müddetçe farkedilemeyeceğini zannederek gizlenmek isteyen kimse çok azdı. Bu savaş tam meyvelerin olgunlaştığı bir zamana rastlamıştı. Ben de evde kalıp meyvelerimi toplamayı çok istiyordum.
Resûlullah aleyhisselâm hazırlıklarını tamamladı. Müslümanlar da hazır vaziyette idiler. Ben de onlarla beraber hazırlanmak için sabah kalkmaya başladım. Ancak bir şey yapmadan döndüm. Kendi kendime «istersem bu işi yapabilirim» diyordum. Ben bu şekilde düşünüp giderken, insanların çalışmaları devam ediyordu. Kuşluk vaktinde Peygamber aleyhisselâm ve ordusu hazır oldukları zaman, ben hâlâ bir hazırlık yapmamıştım. Böylece bu iş devam edip gitti. Nihayet onlar savaş yerine doğru hızla yol aldılar ve savaş bütün şiddeti ile başlamıştı. Bunu öğrenince ben de hayvanıma binip onlara yetişmek istedim. Keşke bu arzumu yerine getirmiş olsaydım. Ancak bunu yapmak nasip olmadı. Peygamber aleyhisselâm harbe gittikten sonra, insanların arasına çıktığım vakit, üzülmeye başladım. Çünkü şehirde, münafıklık ile itham edilen bir adam ile zayıflardan, ihtiyarlardan Allahü Teâlâ'nın mazur saydığı kimselerden başka bana örnek olabilecek bir kimse göremiyordum.
Peygamber aleyhisselâm Tebük'e varıncaya kadar beni anmamış. Oraya gelince, halk arasında otururken:
— Kâ'b bin Malik ne yaptı? diye sormuş. Seleme Oğullarından birisi:
— Ey Allah'ın Resulü, onun kendine ve elbiselerine karşı olan gururu, onu bize katılmaktan alıkoydu, diye cevap vermiş. Fakat Muaz bin Cebel bu adama:
— Ne kötü konuşuyorsun, Allah'a yemin ederim ki, ey Allah'ın Resulü, biz Kâ'b hakkında hayırdan başka bir şey bilmiyoruz, diyerek karşılık vermiş. Bunun üzerine Peygamber aleyhisselâm sükût etmiş ve bir şey söylememiş. Allah'ın Resulü bu halde iken uzaktan önündeki serabı hareket ettiren bir kimsenin gelmekte olduğunu görmüştü ve:
— Her halde bu gelon Ebû Hayseme'dir, buyurmuştu. Bir de baktılar ki, gelen kimse hakikaten, sadaka olarak bir hurma getirdiği vakit münafıkların kendisi ile alay ettikleri Ebû Hayseme Ensâri idi.
Allah'ın Resulünün Tebük'ten dönmek üzere hareket ettiğini duyduğum vakit, içime bir üzüntü çöktü. Bir yalan mazeret uydurmayı düşünmeye başladım ve yarın gazabından nasıl kurtulacağım? diyordum. Bu hususta aile ferdlerimin her birinin görüşlerinden istifade etmeye çalışıyordum. Ancak, Allah'ın Resûlü'nün gelmek üzere yaklaştığını haber alınca bu yalan kuruntularından kurtuldum. Nihayet hiç bir yalanla kurtaramayacağıma kanaat getirdim ve doğruyu söylemeye karar verdim.
Peygamber aleyhisselâm sabah vakti geldi. Bir seferden döndüğü zaman, önce mescide uğramak sünneti idi. Orada iki rekat namaz kıldıktan sonra insanlarla görüşmek için oturdu. Harbe katılmayanlar geldiler. Her biri mazeretlerini yeminle destekleyerek Allah'ın Resulüne arzetmeye başladılar. Bunların tamamı seksenden fazla kişi idi. Peygamber aleyhisselâm onların dıştan ortaya koydukları mazeretleri kabul ederek kendileri için Allah'tan istiğfarda bulundu, işin hakikatini ise Allah'a havale etti.
Daha sonra ben geldim. Selâm verdiğim vakit, Peygamber aleyhisselâm gadaplı bir kimsenin tebessümüne benzer bir şekilde gülümsedi ve bana::
— Gel! buyurdu.
Yürüdüm, önüne oturduğum zaman, bana:
— Seni harbe katılmaktan alıkoyan nedir, hayvanlarını cihâd etmek için satın almamış miydin? diye sordu.
Ben de: .
— Ey Allah'ın Resulü, dünyada insanlardan senden başka kimle konuşsam, bir özür ileri sürmek suretiyle kendimi onun hiddetinden kurtaracağımı zannediyorum. Zira bende karşı tarafta bulunanı ikna etme kabiliyeti vardır. Ancak şunu katiyetle biliyorum ki, bugün sana mazeret olacak, seni aldatacak bir yalan uydursam, yakında Allahü Teâlâ'nın hakikati sana bildirip yine gazabını üzerime çekeceğimden korkarım. Seni bana gadaplandıracak işin doğrusunu söylediğim takdirde, yine bu meselede Allah'ın bana hayır veya afv ile muamele edeceğini umarım. Doğruyu söylüyorum. Allah'a yemin ederim ki, Tebük savaşına katılmaktan geri kaldığım esnada bir özrüm yoktu ve o vakit, her zamankinden daha güçlü ve daha varlıklı idim, diye söyledim.
Bunun üzerine Peygamber aleyhisselâm:
— Buna gelince, işte bu, doğruyu söyledi, dedi ve bana; kalk, git, Allah hükmünü verinceye kadar bekle! buyurdu.
Hemen kalktım, arkamdan Seleme Oğullarına mensub bazı kimseler beni takip ettiler ve::
— Allah'a yemin olsun ki, bundan önce bir kabahat işlediğini bilmiyoruz. Ancak harbe katılmayan diğerlerinin yaptığı gibi, bir özür bulup söylemeyi beceremedin. Halbuki Peygamber aleyhisselâmın senin hakkındaki istiğfarı, bu hatanın afvedilmesine yeterdi, dediler. Bu kınamalarında o kadar ısrarlı davrandılar ki, neredeyse Allah'ın Resulüne geri gelip yalandan bir mazeret arzedecektim.
Ancak onlara dönerek:
— Benden başka, benim söylediğim şekilde hareket eden kimseler oldu mu? diye sordum.
Onlar:
— Evet, oldu, dediler, îki kişi daha senin gibi söylediler. Allah'ın Resulü de sana söylediği gibi aynı şekilde onlara da konuştu, diye ilâve ettiler.
— O iki kişi kimlerdi? diye sordum.
— Merâre bin Rebîa Âmiri île Hilâl bin Umeyye Vâkıfî, diye cevap verdiler. Böylece bana örnek olabilen ve Bedir harbine iştirak etmiş bulunan iki hayırlı zâtları söylemiş oldular. Bu iki zâtın isimlerini bana haber verdiklerini duyunca, yürüyüp yoluma devam ettim.
Fakat Peygamber aleyhisselâm, bu iki kişi ile beraber benimle de müslümanların konuşmasını yasakladı. Bu sebeple halk bizimle konuşmaktan sakınmaya ve bize karşı hareketlerini değiştirmeye başladılar. O derece ki, memleket bana yabancı bir memleket oldu ve o bildiğim belde olmaktan çıktı. Bu şekilde elli gece böylece kalıp bekledik. Bu iki arkadaşım bir eve kapanıp ağlayakaldılar. Ben ise kavmin en atak ve hareketli bir ferdi idim. Bu itibarla evimden çıkar, mescidde namaza iştirak ederdim. Kimse benimle konuşmadığı halde sokaklarda gezerdim. Allah'ın Resulüne gelir, kendisi namazdan sonra insanlarla sohbet ederken selâm verirdim ve içimden «Acaba selâmımı alıp dudaklarını kımıldattı mı?» diye düşünürdüm. Mescidde ona yakın yerde namaz kılar, gizlice gözetirdim. Namaz kılarken bana bakardı, fakat ben namazdan ayrılınca benden yüzünü çevirirdi.
Müslümanların bu bana karşı olan soğuklukları uzayınca, bir defasında Ebû Katade'ye ait bahçenin duvarından atlayıp içeri girdim. Ebû Katade amcamın oğlu ve çok sevdiğim birisi idi. Kendisine selâm verdim, Allah'a yemin ederim ki, selâmımı almadı.
Kendisine:
— Ey Ebû Katade, Allah adına söyle! Sen benim Allah ve Resulünü sevdiğimi muhakkak bilirsin, dedim. Cevap vermedi. Yine Allah'a yemin ederek aynı şeyi tekrar ettim. Yine sükût etti. Üçüncü defa, Allah'a yemin ederek aynı soruyu tekrarladım. Bu sefer «Allah ve Resulü daha iyi bilir» diye karşılıkta bulundu. Bu sözler üzerine gözlerim yaşardı ve dönüp tekrar duvarı aşarak çıktım.
Bir gün Medine çarşısında dolaşırken, Şam halkından Medine'ye satmak için yiyecek maddesi getirmiş bulunan bir iranlı rençber:
— Bana Kâ'b bin Malik'i kim gösterebilir? diye halka soruyordu, insanlar kendisine beni işaret etmeye başladılar. Sonunda adam yanıma gelip, bana Gassan hükümdarından bir mektup verdi. Ben okuryazar bir kimse olduğum için, mektubu kendim okumaya başladım. Mektupta şöyle yazıyordu:
— «Bundan sonra, şunu bil ki, arkadaşının (Peygamber aleyhisselâmı kastediyor) seni terkettiğini haber aldık. Şu halde onun yanında zillet ve ihanet altında yaşamak sana yakışmaz. Hemen bize gel, bolluk ve rahatlık içerisinde hayatını sürdürürsün!»
Mektubu okumayı bitirince, «bu da ayrı bir belâ ve imtihan!» dedim. Derhal koşup ateşin içerisine atıp bu mektubu yaktım.
Bu şekilde kaldığımız elli günün kırkıncı günü tamam olup bu hususta Allah'tan bir vahiy de gelmeyince, Peygamber aleyhisselâm tarafından gönderilen birisi gelip:
— Allah'ın Resulü zevcenden uzak kalmanı emrediyor, diye söyledi. Ben:
— Zevcemi boşayacak mıyım, yoksa ne yapayım? diye sordum. Adam:
— Boşama, ancak ayrı yaşa ve münâsebetin olmasın, dedi. Peygamber aleyhisselâm benim gibi olan diğer iki arkadaşıma da aynı emri göndermişti.
Bunun üzerine zevceme:
— Ailenin yanına git ve bu hususta Allah'ın hükmü belli oluncaya kadar onların yanında kal! dedim. \ >
Bu arada Hilâl bin Umeyye'nin zevcesi Peygamber aleyhisselâma müracaat edip:
— Ey Allah'ın Resulü, Hilâl ihtiyar bir adamdır, hizmet eden kimsesi "de yoktur. Kendisine hizmet etmeme izin verir misin? diye sordu. Peygamber aleyhisselâm:
— Hizmetini yapabilirsin, ancak seninle münâsebette bulunmasın, buyurdu. Kadın:
— Allah'a yemin ederim ki, onun hiç bir şey için bir hareketi yoktur. Vallahi bu iş başına geldikten sonra bugüne kadar devamlı olarak ağlamaktadır, dedi.
Bunun üzerine aile ferdlerimden bazıları da bana:
— Müsaade istesen, zira Peygamber aleyhisselâm zevcesinin Hilâl'e hizmet etmesine izin verdi, diye teklifte bulundular.
Ben ise:
— Hayır, böyle bir izin isteyemem, ben genç bir adamım. Kim bilir, Allah'ın Resulü böyle bir teklif karşısında bana ne der?! diye cevap verdim.
Bundan sonra daha on gece bu şekilde kaldım. Bizimle konuşmanın yasaklandığı zamandan bu âna kadar elli gün tamam oldu. Bu ellinci gecenin sabahında evlerimizden birinin damında sabah namazını kıldım, îşte böyle, Allahü Teâlâ'nın tasvir ettiği gibi, vicdanımın sıkıştırdığı ve bütün rahatlık ve genişliğine rağmen yer yüzünün bana dar geldiği bir halde otururken, Sel Dağına çıkmış birisinin sesini duydum ki, alabildiğine yüksek bir sesle:
— Müjde, ey Kâ'b bin Maliki diye bağırıyordu.
Bu sesi işitince yerlere kapanıp şükür secdesi ettim. Bunun bir kurtuluş haberi olduğunu anlamıştım.
Allah'ın Resulü sabah namazından sonra Allahü Teâlâ'nın bizim tevbemizi kabul buyurduğunu insanlara haber vermişti. Halk da bizi müjdelemeye koştular. Diğer iki arkadaşıma da müjdeciler koşuştu. Biri de atına atlayıp bana geliyordu. Bunun sesi müjdelemeye gelen atlının atından daha süratli ulaştı. Sesini işittiğim bu adam müjdelemek üzere yanıma geldiği vakit, müjdesinin karşılığı olarak üzerimdeki elbiseleri çıkarıp kendisine verdim. Vallahi o gün üzerimdekinden başka elbisem de yoktu. Birinden ödünç temin ederek bir kat elbise aldım ve Peygamber aleyhisselâmı aramaya çıktım, insanlar grup grup beni karşılıyor ve tevbemin kabulünü tebrik ediyor; «Allah'ın seni afvı mübarek olsun!» diyorlardı. Nihayet mescide girdim, Peygamber aleyhisselâm orada oturuyor, etrafında insanlar bulunuyordu. Ben girince Hazreti Talha bin Ubeydullah hemen kalktı ve koşarak gelip elimden- tutup beni tebrik etti. Vallahi muhacirlerden ondan başka kimse yerinden kalkmadı. Onun bana karşı olan bu sıcak alâkasını hiç bir zaman unutmadım. Peygamber aleyhisselâma selâm verdiğim zaman, mübarek yüzü sevinçten parlıyordu. Bana.:
— Müjdeler olsun! Ananın seni doğurduğu andan bu zamana kadar geçirdiğin günlerin en hayırlısı, buyurdu. Ben:
— Ey Allah'ın Resulü, bu lütuf ve ihsan senin tarafından mı, yoksa Allah tarafından mı? diye sordum. Peygamber aleyhisselâm:
— Allah tarafındandır, buyurdu. Peygamber aleyhisselâmın sevindiği anda yüzü, ay parçası gibi parıl parıl parlardı. Biz bunun farkına varırdık.
Peygamber aleyhisselâmın huzuruna gelip oturunca:
— Ey Allah'ın Resulü, tevbemin cümlesinden, biri de, Allah ve Resulü uğrunda sadaka olmak üzere malımı dağıtmaktır, dedim. Peygamber aleyhisselâm:
— Malının hepsini dağıtma, bir kısmını kendine bırak, böyle yapman senin için daha hayırlıdır, buyurdu. Ben de:
— Peki, Hayber'deki hissemi kendime bırakıyorum, dedikten sonra:
— Ey Allah'ın Resulü, Allahü Teâlâ beni doğruluğum sebebiyle kurtardı ve ben bundan böyle hayatta kaldığım müddetçe ancak doğruyu söylemeye ahdettim, dedim.
Allah'a yemin ederim ki, bu ahdimi Peygamber aleyhisselâma bildirdiğim günden bu yana müslümanlardan bir kimseyi hatırlamıyorum ki, doğruyu söylemek hususunda Allah'ın beni imtihan ettiği gibi güzel bir imtihan vermiş olsun. Yine yemin ederim ki, bu ahdimi Peygamber aleyhisselâma söylediğim andan itibaren bu zamana kadar asla bilerek yalan söylemeye teşebbüs de etmedim. Allah'ın beni, hayatımın kalan kısmında da yalan söylemekten muhafaza etmesini ümid ve niyaz ederim.
Kâ'b bin Malik radıyallahu anh diyor ki,
İşte bu hadise üzerine Allahü Teâlâ:
«Andolsun ki, Allah, Peygamber ile beraber bir kısmının kalbleri kısmî olarak sarsıldıktan sonra kendisine zorluk vaktinde tabi olan muhacirlerle, Ensârı da tevbeye muvaffak kıldı, sonra da tevbelerini kabul buyurdu. Zira o, çok esirgeyici ve çok bağışlayıcıdır. Harbden geri bırakılan üç kişinin de tevbelerini kabul buyurdu. Zira, yeryüzü, bütün genişlik ve rahatlığına rağmen onlara dar gelmiş ve vicdanlarını sıkıştırmıştı da onlar, Allah'dan başka sığınacak bir yer olmadığını anladılar. Bundan sonra eski hallerine dönsünler diye, Allah onların tevbelerini kabul etti.
Şüphe yok ki, Allah, ancak o tevbeyi en çok kabul eden, hakikaten esirgeyendir. Ey îman edenler, Allah'tan korunun ve doğru olanlarla birlikte olun.» (Tevbe Sûresi) mealindeki Ayet-i Kerîmeleri indirdi.
Kâ'b bin Malik radıyallahu anh yine der ki;
—— Allah'a yemin ederim ki, Allah bana, beni müslümanlığa hidayet ettikten sonra, Peygamber aleyhisselâma karşı yalan söylememekte diğer helak olanlar gibi helak olmaktan kurtulmak nimetinden daha büyük bir nimet ihsan etmedi. Çünkü Allah, o helak olanlar hakkında kimseye söylemediği şer vasıflarla tavsif ederek vahiy gönderdi ve: «Onlarla döndüğünüz vakit, kendilerinden vazgeçmeniz için Allah adına yemin edecekler. Yaptıklarının cezası olmak üzere varacakları yerleri- de cehennemdir. Kendilerinden razı olmanız için size yeminde bulunacaklardır. Ancak siz onlardan hoşnud olsanız da Allah, fâsıklar güruhundan razı olmayacaktır.» (Tevbe Sûresi) buyurdu.
Bir rivayette şöyle denilmiştir:
(Kâ'b bin Malik:) insanlar bizimle konuşmaktan uzak durdular. Böylece bir müddet kaldım, O derece ki, bu, çok uzun göründü, ölüp de Peygamber aleyhisselâmın cenaze namazımı kılmayacağından başka ehemmiyet verdiğim bir şey yoktu. Yahut, ben bu halde iken Allah'ın Resulü vefat edip, beni bu vaziyet içerisinde insanlar arasında bırakmasından, kimsenin ben öldüğüm takdirde cenaze namazımı kılmamasından başka bir endişe ettiğim şey yoktu. Sonra Allahü Teâlâ, Peygamber aleyhisselâma ellinci gecenin yarısı geçtikten sonra Ümmü Seleme radıyallahu anhâ'mn yanında iken, bizim tevbemizin kabul edildiğine dâir âyetleri indirdi. Ümmü Seleme benim hakkımda daima iyi düşünen, hayrımı isteyen bir hâtûn idi.
Peygamber aleyhisselâm kendisine:
— Ey Ümmü Seleme, Kâ'bin tevbesi kabul buyuruldu, demişti de, Ümmü Seleme: .
— Kendisine birini gönderip müjdeleyeyim mi? diye sormuştu. Allah'ın Resulü:
— öyle yaparsan, insanlar üşüşür ve uykunuzdan alıkoyarlar, dedi.
Nihayet Peygamber aleyhisselâm sabah namazını kıldıktan sonra, Allahü Tealâ'nın bizi afvettiğini müslümanlara haber verdi. Peygamber aleyhisselâm bir müjde ile karşılaştığı zaman, bir ay parçası gibi yüzü gözü parıl parıl parlardı.
(Buharî, Müslim, Tirmizî)