REKLAM

15.06.2017

İMAM-I AZAM'IN BABASI VE ELMA

Mezhep imamımız îmam-ı A'zam hazretlerinin babası Numan bin sabit hazretleri gençliğinde bir gün ark kenarında abdest alıyordu. Tam abdest almaya başlayacağı zaman ark sularına kapılıp gelen bir elma gördü. Elmayı nereden geldiğini ve haram veya helal olup olmadığını düşünmeden bir defa ısırdı. Hikmeti ilahi o ana kadar elmanın ne olduğunu düşünmeyen Numan, hemen hata ettiğini ve mutlaka elmanın sahibini bulup helal ettirmesini lazım geldiğini düşündü. Abdestini alıp namazını eda ettikten sonra suyun- geldiği tarafa doğru gitmeye başladı. Elma elinde olduğu halde araya araya elmanın düştüğü bahçeyi ve sahibini buldu.
Bahçenin sahibine meseleyi anlatıp elmayı, yanlışlıkla ısırdığını ve hakkını helal etmesini istedi, İmam-ı Azam hazretlerinin babasının bu hareketi, elma sahibinin dikkatini çekmişti; Hakkını helal edemeyeceğini, hakkını helal etmesi için bazı şartları olduğunu söyledi. Nu'man hazretleri ne isterse yapacağını, yeter ki hakkını helâl etmesini isteyip şartının ne olduğunu sordu. Elma sahibi de, hakkını helal etmesi için iki sene bahçesinde çalışması lazım geldiğine ve kendisine iki yıl hizmet etmesinin şart olduğunu söyleyince, Nu'man hazretleri çaresiz kalmıştı; ahirette ceza çekmektense bu dünyada bir şahsa iki sene hizmet etmek daha iyidir diye düşündü ve şartlarını kabul ettiğini söyledi.
Nu'man hazretleri, bir elmayı yanlışlıkla ısırdığı için elmanın sahibine iki sene hizmet etmiş ve adamın işinde canla-başla çalışmıştı, iki sene dolduktan sonra adama; zamanın dolduğunu ve artık hakkını helâl etmesini istediğini söyleyince, adam, «yine helal etmiyorum, benim bir kızım var onunla evlenirsen ancak o zaman helal ederim» dedi.
Hazreti Nu'man :
«Olur» dedi. Adam yalnız kızının kusurlu olduğunu, elinin çolak, gözünün kör, ayağının topal, başının kel, kulağının sağır ve ahlas olduğunu söyleyip, iyi düşünmesini ve sonra pişman olmamasını söyledi. Hazreti Nu'man yine düşündü taşındı «ahirette ceza çekmekten iyidir» deyip kızla evlenmeyi de kabul etti...
Adam hazreti Nu'man'a vermek için kızının büyümesini beklemişti... Düğün yapıldı, nikâh kıyıldı, zifaf gecesi hazreti Nu'man'a gelinin olduğu odayı gösterdiler. Nu'man hazretleri içeriye girip içerde kendisine söylenen evsafta bir kızın bulunmadığını görünce bir yalnışlık olduğunu zannederek hemen dışarı fırladı ve durumu öradakilere anlattı. Çünkü içerde kayın pederin söylediğinin aksine her a'zası yerinde genç ve güzel bir kız kendisini karşılamıştı.
Kayınpederi bir yanlışlık olmadığını söyleyerek meseleyi şöyle anlattı:
«Benim kızım kördür, daha harama bakmamıştır. Sağırdır haram dinlememiştir. Topaldır gayri meşru yolda yürümemiştir. v.s.» diye sayıp, «senin hanımın o içerde bekleyendir Allah mes'ut etsin» dedi.
Daha sonra seneler geçip bu evlilikten İmam-ı A'zam dünyaya geldi. Annesi İmam-ı A'zam'ı hocaya okuması için teslim etmişti, İmam-ı A'zam unvanına kavuşan o zaman henüz üç yaşında bulunan Sabit üç günde Kur'an-ı Kerîm'i hatmettiği zaman annesi:
— «Ah oğlum baban o elmayı ısırmasa idi sen bir günde hatmedecektin» buyurdu.

HAZRETİ MUSA İLE HIZIR

Saîd bin Cübeyr radıyallahu anh şöyle anlatıyor:
İbni Abbas radıyallahu anhe, Nevf Bekkâlî Hızır aleyhisselâm ile arkadaşlık etmiş olan Musa'nın israil Oğullarına peygamber olarak gönderilen Musa olmadığını söylüyor, dedim de
— İbni Âbbas radıyallahu anh: Yalan söylemiş, Allah'ın düşmanı! dedi Zira Ubeyy bin Kâ'b radıyallahu anh bana Peygamber aleyhisselâmı şöyle buyururken işittiğini anlatmıştır:
Musa aleyhisselâm israil Oğulları arasında hutbe irad etmeye çıktı.
Dinleyicilerden birisi kendisine:
— İnsanların en âlimi kimdir? diye sordu. Musa aleyhisselâm da:
— Ben! diye cevap verdi.
îlmi kendisine nisbet edip en âlim olanın Allah olduğunu söylememesi sebebiyle Allahü Teâlâ kendisini kınayıp şöyle vahyetti:
— Benim iki denizin birleştiği noktada bir kulum vardır ki, o senden daha âlimdir!
Musa aleyhisselâm:
— Ey Rabbim, bu senin daha bilgili olan kuluna nasıl ulaşırım? diye sordu.
Allahü Teâlâ:
— Bir balık alıp zenbile koyar ve beraber yola çıkarsın. Balık nerede zenbilden çıkıp kaybolursa, o kimseyle buluşacağın yer işte orasıdır, buyurdu.
Musa aleyhisselâm zenbile bir balık koyup kendisine yardımcılık etmekte bulunan Yuşa bin Nün ismindeki genç ile beraber yola çıktı. Bir kayaya geldikleri zaman ikisi de o kayarın gölgesinde yatıp uyudular. Zenbildeki balık canlanıp çıktı, denize daldı ve denizdeki bir deliğe doğru yolunu tuttu. Allahü Teâlâ da suyun akıntısını durdurdu. Balık su üzerine bina kemeri gibi olmuştu.
Bir rivayette ise: Kayanın dibinde «hayat» adı verilen bir pınar vardır ki, bunun suyu her hangi cansız bir şeye dokunursa, o şey hemen hayat bulur, canlanırdı, işte bu pınarın suyundan balığa isabet etmiş, bunun neticesi olarak da balık canlanarak zenbilden çıkıp denize dalmıştı.
Musa aleyhîsselâm uykudan uyanınca arkadaşı genç, balığın denize fırladığı , hadisesini kendisine bildirmeyi unutmuştu. Tekrar gündüz ve gecelerin kalan kısmında yollarına devam ettiler. Ertesi gün kuşluk zamanı olunca Musa aleyhisselâm hizmetçisi delikanlıya:
— Yemeğimizi getir de yiyelim. Zira bu yolculuğumuzdan dolayı çok yorulduk, dedi.
Allahü Teâlâ'nın gitmelerini emrettiği yeri geçtikten sonra ancak yorgunluk duymaya başlamıştı.
Musa aleyhisselâmın hizmetçini genç:
— Gördün mü, kayaya sığındığımızda ben balık hadisesini unuttum. Bunu hatırlamayı şeytandan başkası unutturmadı bana. Balık şaşılacak bir şekilde denizde yol aldı. Girdap gibi bir yol meydana geldi, dedi
Bu balık için bir girdap, Musa ve genç için ise şaşılacak bir şey olmuştu.
Musa aleyhisselâm balığın suya atladığını dinleyince, arkadaşı gence:
— İşte aradığım bu idi, dedi. Ve izleri hakkında anlatarak geldikleri izi takip suretiyle geriye döndüler. Kayaya vardıkları zaman orada elbisesine bürünerek yatan bir adamla karşılaştılar. Bu adam Hızır aleyhisselâm idi. Musa aleyhisselâm kendisine selâm verdi.
Hızır:
— Memleketinden bana selâmla nereden? diye sordu. Musa aleyhisselâm:
— Ben Musa'yım, diye cevap verdi. Hızır aleyhisselâm:
— İsrail Oğullarının Musa'sı mı? diye sordu. Musa aleyhisselâm:
— Evet, sana doğru olarak bildirilmiş olan ilimlerden bir şeyler öğretesin diye sana geldim, dedi. Hızır aleyhisselâm:
— Fakat senin asla benimle sabretmeye gücün yetmez, ey Musa! Bende Allah'ın bana verip de senin bilmediğin bir ilim vardır. Sende de Allah'ın sana öğretip benim bilmediğim bir ilim vardır, diye karşılıkta bulundu.
Musa aleyhisselâm:
— İnşallah beni sabredenlerden bulacaksın, sana hiç bir hususta itaatsizlik etmeyeceğim, diye cevap verdi. Hızır aleyhisselâm:
— Eğer beni takip edeceksen, ben sana anlatıncaya kadar her hangi bir şeyden sormayacaksın, dedi.
Böylece ikisi deniz kenarında yürüyerek yola çıktılar ve bir gemiye rastladılar. Gemiye binmek için gemidekilerle konuştular. Gemidekiler Hızır aleyhisselâmı tanıyınca ücretsiz olarak kendilerini gemiye aldılar. Gemiye bindikleri vakit, Musa aleyhisselâmın ilk karşılaştığı, şey, Hızır aleyhisselâmın bir keserle geminin dibinden bir parçayı keserek delik açması oldu.
Bunun üzerine Musa aleyhisselâm:
— Bu adamlar bizi ücretsiz olarak gemilerine aldılar. Sen ise gemilerine insanlar boğulsun diye delik açtın, çok kötü bir iş yaptın, dedi. Hızır aleyhisselâm:
— Ben sana, benimle sabredemezsin, demedim mi? diye karşılık verdi.
Musa aleyhisselam:
— Unuttum, beni suçlama ve seninle olan arkadaşlığımızda bana güçlük gösterme! diyerek afv diledi
Musa aleyhisselâmın bu ilk itirazı hakikaten unutmaktan dolayı meydana gelmişti.
Sonra bir serçe gelip geminin ucuna kondu ve gagası ile denizden bir damla su aldı.
Bunun üzerine Hızır aleyhisselam, Musa aleyhisselâma:
— Allah'ın ilminde, benimle senin ilmin şu serçenin gagası ile denizden alıp eksilttiği miktar gibidir, dedi.
Bir süre sonra ikisi de gemiden çıktılar. Sahilde yürürlerken Hızır aleyhisselam arkadaşları ile oynamakta olan bir genç gördü ve hemen eli ile onun başını koparıp genci öldürdü.
Musa aleyhisselam yine sabredemedi ve Hızır aleyhisselâma:
— Bir can karşılığı olmadan bir cana kıydın, çok kötü bir iş yaptın! dedi. Hızır:
— Ben sana demedimmi ki, sen benimle sabredemezsin! Diye söyledi. Musa aleyhisselâm:
— Artık bundan sonra bir itirazda bulunursam, beni arkadaşlıktan uzaklaştır. Çünkü iki defa özrümü kabul etmiş oldun, dedi.
Yine yollarına devam ettiler. Bir kasabaya gelince, halkından yemek istediler. Kasaba halkı ise onları misafir olarak kabul etmek istemediler ve bir ikramda bulunmadılar. Bu esnada kasaba içerisinde yıkılmaya yüz tutmuş bir duvar gördüler. Hızır aleyhisselam eli ile bu duvarı doğrulttu ve tamir etti. Musa aleyhisselam yine dayanamadı ve:
— Bunlar öyle bir halk ki kendilerine gelip bizi misafir etmelerini ve doyurmalarını istediğimiz halde bunu kabul etmediler. Sen ise onlara yardım olsun diye yıkılmaya yüz tutmuş duvarlarını düzelttin, isteseydin bunun karşılığını alırdın, dedi.
Bunun üzerine Hızır aleyhisselam, Hazreti Musa'ya:
— Bu artık ayrılışımız demektir. Sabredemediğin hadiselerin hakikatini sana anlatacağım, dedi.
Peygamber aleyhisselam bunu anlattıktan sonra buyurdu ki:
— Musa aleyhisselâmın sabretmesini arzu ederdik ki, Allahü Teala bize aralarında geçecek olan diğer şeyleri de anlatsın.
Hızır aleyhisselâm Musa aleyhisselâma o hadiselerin hakikatini ise şöyle anlattı:
— Evvelâ gemi denizde çalışan bir takım biçarelerin idi. Ben o gemiyi ayıplandırmak ona bir kusur yapmak istedim ki, ötelerinde zalim bir hükümdar vardı da, o, her sağlam gemiyi sahiplerinden gasbedip alıyordu. Böylece onların gemisini bu gasbden kurtarmak için iki şerden ehven olanını seçtim ve onlara bir nevi yardımda bulundum.
İkincisi, o oğlan masum görünüşüne rağmen azgın bir kâfir idi ve ileride azgınlığını artırarak mümin olan anne ve babasını da küfre bürümek tehdidi vardı. Böylece onu bu hale gelmeden öldürdük ki anne ve babasının imanına zarar vermesin ve ona bedel olarak da Allahü Teala ikisine hayırlı bir evladı bedel versin. Çünkü böyle bir hayırlı bedele kavuşmaları ancak onun ölümüne bağlı idi.
Rivayete göre, o anne ve babaya bedel olarak Allahü Teala bir kız çocuğu vermiş ve bu kız peygamber annesi olmuş ve o Peygamberin eliyle ümmetlerden bir ümmet hidayete ermiştir.
Üçüncüsü, o şehirdeki yıkık duvar iki yetim oğlanın idi. Onun altında onlar için saklanmış bir define vardı ve babaları da salih bir zât idi. Onun için Rabbin irade buyurdu ki ikisi de olgunluk çağlarına ersinler ve definelerini çıkarsınlar. Bunlar büyümeden duvar yıkılsa idi, o defineyi başkaları bulacak ve zayi olacaktı.
Hep bunlar Rabbinden bir rahmet olarak yapılmıştır. Ben onu, o yaptıklarımı kendi emrimden yapmadım. Bu bir vazifem idi. İşte senin sabra dayanamadığın şeylerin hakikati budur.
(Buharî, Müslim, Tirmizî)

PEYGAMBER ZEVCESİNE İFTİRA


Hazreti Aişe radıyallahu anhâ'nın şöyle anlattığı nakledilir:
Allah'ın Resulü bir sefere çıkmak istediği zaman, zevceleri arasında kur'a çeker ve içlerinden kime isabet ederse beraberinde de onu götürürdü, işte böyle savaşlarından biri olan Benî Mustalik harbinde çektiği kur'a bana düşmüştü; Ben de hicâb âyeti nazil olduktan sonra Peygamber aleyhisselâm ile beraber yola çıktım. Devemin mahmilinde kalıyor, bir yerde mola verdiğimiz zaman da orada bulunuyordum. Bu şekilde yola devam ettik. Peygamber aleyhisselâm bu harbi bitirip döndüğü ve Medine'ye yaklaştığımız zaman, kafileye konaklamak için izin verdi. Ben de bu istirahat sırasında abdest bozmak için kalkarak gittim. Askerin -mola verdiği mevkiiden uzaklaşıp abdestimi bozduktan sonra eşyalarımın bulunduğu yere döndüm. Bir de, gerdanlığımı düşürdüğümün farkına vardım ve onu aramaya gittim. Ararken bir süre kalmıştım. Bu arada içinde bulunduğum kafile hareket etmiş, benim mahmilimin içerisinde olduğumu sanarak, onu alıp deveme yüklemişler. Mahmilimin içinde olmadığımın farkına varmamışlar. Çünkü kadınlar o vakitler şişman olmadıklarından hafif yapılı idiler. Zira çok az bir şeyler yiyorlardı. Bu sebeple mahmilimi kaldırırken hafif olmasına aldırış etmemişler. Ben zaten o vakit, genç bir kadındım. Böylece deveyi çekip yola çıktılar. Asker oradan ayrıldıktan sonra ben de gerdanlığımı buldum. Askerin konakladığı yere geldiğim zaman, orada kimseler kalmamıştı. Ben de, orada olduğum yerde kaldım ve beni arayıp döneceklerini düşündüm. Bu hal içerisinde beklediğim yerde otururken, uyku basmış ve uyuya kalmışım.
Safvan bin Muattal Sulemî Zekvanî askerin arkasından giderdi. Benim bulunduğum yere gelince, bir insan karaltısı görmüş ve yanıma yaklaşıp beni görür görmez de tanımıştı. Zira hicâb âyeti inmezden evvel beni görürdü. Beni görüp tanıyınca, ölmüş olduğumu zannederek «innâ lillahî ve innâ ileyhi raciûn» demesi ile uyandım. Yüzümü örttüm. Allah'a yemin ederim ki, bunu söylemesinden başka kendisinden bir söz duymadım.
Nihayet devesini dizleri üzerine çöktürdü. Ayağını hayvanın diz kapağına koydu ve bu şekilde ben deveye bindim. Hayvanı çekerek beni götürdü. Asker günün en sıcak vaktinde bir yerde konakladıktan sonra kendilerine yetiştik.
Bu hadise sebebiyle iftira yürütenler helak oldu. İftirayı yürütenlerin başı Ubeyy bin Selûl idi. Sonra Medine'ye vardık. Ben bir ay hasta halde yattım, iftira edenlerin lafları ağızdan ağıza yayılıyordu. Ben ise bunların farkında değildim. Fakat, Peygamber aleyhisselâmın bana, daha önce hastalandığım vakitlerde gösterdiği iltifatı göstermemesi, derdimi fazlalaştırıyordu. Çünkü Allah'ın Resulü ziyaretime geliyor, «şu hasta nasıl?» demekle kifayet ediyor, sonra gidiyordu. Ben insanlar arasında dolaşan kötülükten habersizdim.
Biraz iyileşmeye başlayınca, bir gün dışarı çıktım. Ummü Mistah da benimle birlikte Menası denilen yere doğru çıktı. Menası bizim kaza-yi hacet ettiğimiz yerdir. Ancak geceleri oraya çıkardık. Bu, evlerimiz yakınında hela yapmaya başlamadan önce idi. Adetimiz ilk arapların âdeti gibi, şehrin dışında bir yeri abdest bozmak için kullanmak idi. Evlerimizin içerisinde hela yapmaktan eza duyardık, işte bu şekilde Ümmü Mistah ile beraber gittik. Ummü Mistah Abdi Menafin oğlu Ebû Rnhm'un kızıdır. Anası da Hazreti Ebû Bekir'in teyzesidir. İhtiyacımızı tamamladıktan sonra kendisi ile beraber eve doğru yürüdük. Yolda Ummü Mistah'ın ayağı elbisesine takılarak kaydı.
Bunun üzerine Ummü Mistah:
— Mistah helak olsun! diye söylendi. Ben de kendisine:
— Ne kötü konuştun, Bedir harbine katılmış olan kimseye nasıl böyle dersin? dedim.
Ümmü Mistah:
— Şuna bak, onun ne söylediğini duymadın mı? diye cevap verdi. Ben:
— Ne söyledi ki? diye sordum.
Bunun üzerine Ummü Mistah, iftiracıların konuştuklarını bana anlattı. Bunu duyunca hastalığım bir kat daha fazlalaştı.
Bundan sonra evime dönünce Peygamber aleyhisselâm yanıma gelerek:
— Bu hasta nasıl? diye sordu. Ben de:
— Anne - babamın yanına gitmeme izin verir misin? dedim. Bu haberler hakkında ebeveynimden katı bilgi almak istiyordum. Peygamber aleyhisselâm izin verdi. Ebeveynimin yanına geldim.
Anama:
— Anacığım, bu insanlar neler konuşuyorlar? diye sordum. Anam:
— Kızcağızım, üzülme, kocasının kendisini- sevdiği ve aynı zamanda ortakları da olan, çok az güzel kadın vardır ki, onun hakkında doğru - yanlış şeyler konuşulmuş olmasın! dedi.
Ben:
— Sübhânellah, demek insanlar bunu söylediler! dedim. O gece göz yaşlarım dinmeden, gözüme uyku girmeden ağlayarak sabahladım.
Bu mesele ile alâkalı vahiy gecikince, Allah'ın Resulü Ebû Talib'in oğlu Ali ile Zeyd'in oğlu Usame'yi çağırdı. Onlarla ailesinden ayrılıp ayrılmamak hususunda müşavere edecekti. Usâme radıyallahu anh, Peygamber aleyhisselâmm ailesinin suçsuz olduğunu ve Peygamber aleyhisselâmın da onlara karşı olduğunun bilindiğini söyledi ve:
— Ey Allah'ın Resulü, aileni terketme, onlar senin iffet sahibi zevcelerindir. Onlar hakkında iyilikten başka bir şey bilmiyoruz, dedi... Hazreti Ali ise:
— Ey Allah'ın Resulü, Allah sana zevce kıtlığı vermemiştir. Onlardan başka çok kadınlar vardır. Eğer Hazreti Aişe'nin hizmetini gören cariye Berire'ye sorarsan, o aana doğruyu söyler, dedi.
Sonra Peygamber aleyhisselâm Berîre'yi çağırdı ve:
— Ey Berîre! Aişe'de bir kötülük gördün mü? diye sordu. Berîre:
— Seni hak ile gönderen zâta yemin ederim ki, onda kendisini ayıplayacağın bir şey görmedim. Ancak, o genç bir kadındır. Evinin hamurunu tutar da uykuya dalar, sonra da evin koyunu gelip o hamuru yer. Bundan daha fazla ayıplanacak bir şeyi yoktur, diye cevap verdi.
Bunun üzerine Peygamber aleyhisselâm kalktı ve Abdullah bin Ubeyy bin Selûl'e karşı kendisine yardımcı kimseler isteyerek minberde şöyle konuştu:
— Ey müslümanlar topluluğu, aileme karşı kötü ağız ve çirkin harekette bulunan adama karşı kim bana yardımda-bulunur? diye sordu. Allah'a yemin ederim ki, ailem hakkında hayırdan başka bir şey bilmiyorum. Yine kendisinde hayırdan başka bir şey bilmediğim bir adama da kötülük ettiler. Halbuki o adam, hiç bir vakit ben olmadan ailemin yanına girmemiştir.
Bunun üzerine Saad bin Muaz radıyallahu anh kalkıp:
— Ey Allah'ın Resulü, ben sana yardım eder ve o adamın hakkından gelirim. Eğer Evs kabilesinden ise onun boynunu vururum, kardeşlerimiz Hazrec kabilesinden ise, emir buyurursanız, emrinizi yerine getiririz, dedi.
Bu açıklama karşısında Hazrec'lilerin reisi olan Saad bin Ubâde radıyallahu anh kalktı. Saad bin Ubâde bundan önce iyi bir kimseydi, fakat bu anda kabile hislerine mağlûp olarak Said bin Muaz'a dedi ki:
— Allah'a yemin ederim ki, yalan söylüyorsun. Sen onu öldüremezsin, öldürmeye gücün de yetmez!
Buna karşılık olarak Saad bin Muaz'ın amcaoğlu Useyd bin Hudayr radıyallahu anh konuştu ve Saad bin Ubâde'ye:
— Allah'a yemin ederim ki, sen yalan söylüyorsun, onu muhakkak öldürürüz, sen münafıkları tutan bir münafıksın, dedi. Bu şekilde iki Ensâr kabilesi Evs ile Hazrec'liler arasında durum gerginleşti. Hattâ Peygamber aleyhisselâm minberde iken kavga etmeye hazırlandılar. Allah'ın Resulü de onları devamlı olarak sakinleştirmeye gayret etti. Nihayet sustular, Peygamber aleyhisselâm da sükût etti.
— O gün gözyaşlarım kesilmeden ve gözlerime uyku girmeden ağladım, iki gün, iki gece ağlarken anne-babam yanımda bulunuyorlardı. Ağlamaktan yüreğimin parçalanacağını sanıyorlardı. Her ikisi yanımda oldukları halde, Ensârdan bir kadın yanıma gelmek için izin istedi. Girmesine izin verdim. Girip oturdu ve benimle beraber ağlamaya başladı. Biz bu hal içerisinde ağlarken, Peygamber aleyhisselâm içeriye girdi. Selâm verdikten sonra oturdu. Halbuki bu dedi - koduların ortaya çıktığı zamandan beri hiç yanımda oturmamıştı. Bir ay hakkımda vahiy inmediği halde beklemişti.
Oturunca önce şehadet getirdi. Sonra şöyle buyurdu:
— Bundan sonra, ey Aişe, hakkında şöyle şöyle bazı şeyler duydum. Eğer suçun yoksa Allah seni temize çıkaracaktır. Bir suç işlediğin, Allah'a tevbe ve istiğfar et. Çünkü kul, günahını itiraf edince Allah onu afveder. Peygamber aleyhisselâm konuşmasını bitirince, gözyaşlarım kuruyup kesildi, bir damla dahi akmadı.
Babama:
— Peygamber aleyhisselâmın söylediklerine cevap ver! diye söyledim. Babam:
— Allah'ın Resulüne ne söyleyeceğimi bilmiyorum, dedi. Bu defa anneme: -
— Sen cevap ver! dedim. O da:
— Ben de Allah'ın Resulüne ne diyeceğimi bilmiyorum, diye konuştu.
Bunun üzerine, çok Kur'ân okumayan genç bir kadın olduğum halde, dedim ki:
— Allah'a yemin ederim ki, ben, bu dedi - koduyu işittiklerinizi, bunun içinizde yer ettiğini ve doğru olduğunu kabullendiğinizi biliyorum. Suçsuz olduğumu söylesem ki, Allah suçsuz olduğumu bilir, inanmayacaksınız. Allah'ın suçsuz olduğumu bildiği bir şeyi kabul etsem, ona inanacaksınız. Allah'a yemin ederim ki, ben, size Yusuf aleyhisselâmın söylediğinden başka bir misâl bulamıyorum. O, «Sabr-ı cemilden başka bir şey kalmamıştır.» (Yusuf Sûresi) demişti. Sizin şu anlatışınıza karşı sığınılacak ancak Allâhü Teâlâ'dır.
Bunu söyledikten sonra, dönüp yatağıma yattım. Katî olarak suçsuz olduğumu biliyordum. Ancak, Allah'a yemin ederim ki, Allâhü Teâlâ'nın hakkımda kıyamete kadar okunacak bir vahiy indireceğini sanmıyordum. Buna göre, durumum Allah'ın, hakkımda vahiy suretiyle bir şey buyuracağı kadar değerli değildir. Fakat, Peygamber aleyhisselâmın, Allâhü Teâlâ'nın -beni tebrik ettiğine dâir bir rüya görmesini ümid ediyordum.
Allah'a yemin ederim ki, Peygamber aleyhisselâm bu meclisten ayrılmadan ve ev halkından bir tek kimse dışarı çıkmadan Allah'ın Resulüne vahiy geldi. Vahyin şiddetinden kendisine ânzî bir hal oldu. Hattâ vahyin ağırlığı dolayısiyle, kış mevsiminde bulunduğumuz halde, inci gibi ter dâneleri yüzünden akıyordu.
Vahyin nazil olması sona erince, gülerek ilk söylediği şey:
— Ey Âişe, Allah suçsuz olduğunu bildirdi, sözü oldu.. Bunun üzerine annem:
— Kalk, Allah'ın Resulünün yanına git! dedi. Ben:
— Hayır, gitmem ve ancak Allâhü Teâlâ'ya hamdederim, dedim.
Nihayet Allâhü Teâlâ «iftirayı yapanlar sizden küçük bir zümredir...» (Nur Sûresi) meali ile başlayan on âyetin hepsini indirdi.
Allâhü Teâlâ, suçsuz olduğumu ifade buyuran bu âyetlerini indirdiği zaman, Hazreti Ebû Bekir radıyallahu anh: -
— Allah'a yemin ederim ki, Aişe hakkında bu iftiraları söyledikten sonra Mistah'a hiç bir zaman artık yardımda bulunmayacağım, dedi. Halbuki Mistah fakir ve Ebû Bekir'in akrabası olduğu için ona devamlı yardımda bulunurdu. Hazreti Ebû Bekir böyle deyince Allahü Teâlâ, «Sizden zengin ve fazilet sahibi kimseler, akrabalarına, miskinlere, Allah yolunda hicret edenlere bir şey vermeyeceklerine dair yemin etmesinler. Avf ve bağış ile muamele etsinler. Allah'ın günahlarınızı mağfiret etmesini istemiyor musunuz? Allah mağfiret edicidir, merhamet sahibidir.» (Nur Sûresi) mealindeki Ayet-i Kerîmeyi inzal buyurdu.
Bu Ayet-i Kerime nazil olunca, Ebû Bekir radıyallahu anh:
— Bilâkis, ben Allah'a beni mağfiret etmesini istiyorum, dedi ve Mistah'a yapmakta olduğu yardımı tekrar vermeye başladı, bu yardımı asla kendisinden esirgemeyeceğim, diye söyledi.
Hazreti Aişe devamla der ki:
Peygamber aleyhisselâm benim meselem hakkında Zeyneb binti Cahş radıyallahu anhâ'ya da sorar ve:
— Ey Zeyneb, bildiğin ve gördüğün bir şey var mı? derdi. Zeyneb de: — Ey Allah'ın Resulü, kulağımı ve gözümü korurum. Hayırdan başka bildiğim bir şey yok, diye cevap vermişti.
Zeyneb radıyallahu anh, Peygamber aleyhisselâm'ın zevceleri içinde kendini, benim derecemde kabul ederdi. Allah onu muhafaza etti. Fakat kız kardeşi Hamne, onun lehine benimle mücadele etmeye teşebbüs etti ve iftirayı yapanlardan helak olanlar arasında o da helak oldu. Yani ona da kazf cezası tatbik edildi.
Suçsuz olduğuma dâir vahiy nazil olunca Peygamber aleyhisselâm minbere çıkıp bunu anlattı ve inen âyetleri okudu. Minberden indikten sonra da iki erkek (Hassan bin Sabit ve Mistah bin Usâse) ile bir kadına (Hamne binti Cahş) iftira cezasının tatbik edilmesini emir buyurdu ve bunlara ceza uygulandı. (Bu sahabîler daha sonra tevbe etmişlerdir.)
(Buhari, Müslim, Tirmizi)

HAZRETİ MUSA'NIN HAYASI

Ebû Hureyre radıyallahu anh, Peygamber aleyhisselâmın şöyle buyurduğunu anlatıyor:
Musa aleyhisselâm çok hayâlı ve vücudunun görünmemesine çok dikkat gösteren bir zât idi. Çok hayâlı olması dolayısiyle vücudunun açık bir yeri görünmezdi.
İsrail Oğullarından kendisine eziyet etmek isteyen biri:
— Musa'nın bu kadar örtünmeye düşkün olması, ya cildinde abraşlık, veya husyeleri şiş, veya başka bir âfetten ileri gelmektedir, diye söyledi.
Ancak Allahü Teâlâ, Peygamberin kendisine isnad edilen bu noksanlıklardan uzak bulunduğunu göstermeyi murad etti. Bu sebeple Musa aleyhisselâm bir gün yalnız başına kalıp, elbiselerini çıkardıktan sonra bir taş üzerine bıraktı ve yıkandı. Yıkandıktan sonra giyinmek üzere elbiselerine doğru geldi. Ancak, taş, üzerindeki elbiselerle ondan kaçıp uzaklaşmaya başladı.
Musa aleyhisselâm da asasını alıp taşı takip etti ve:
— Ey taş, elbiselerimi ver, elbiselerimi ver! diyerek çağırdı. Tâ ki, israil Oğullarından bir topluluğun karşısına gelinceye kadar bu şekilde takibi sürdürdü. Bu topluluk da böylece kendisini, vücut bakımından en güzel yaratılışta bir insan olarak gördü.
Bu hadise ile Allahü Teâlâ, Peygamberinin, ona isnad ettikleri noksanlıklardan uzak olduğunu insanlara gösterdi. Bu arada taş da durdu. Musa aleyhisselâm elbisesini alıp, taşa da asası ile vurdu. Allah'a yemin ederim ki, bu taşta asanın üç, dört veya beş âdet kadar izi meydana geldi, işte Allahü Teâlâ'nın «Ey îman edenler, siz de Musa'ya eza verenler gibi olmayın. Onlar Musa'ya eziyet ettiler de Allahü Teâlâ, onun isnad ettikleri şeylerden uzak bulunduğunu, onlara gösterdi. O, Allah nezdinde itibarlı bir zât idi.» (Ahzâb Sûresi) mealindeki Ayet-i Kerîmenin ifade ettiği mânâ budur.
(Buharî, Müslim, Tirmizi)

HİRAKL'IN İSLAMA DAVETİ

İbni Abbas radıyallahu anh şöyle anlatıyor:
Ebû Süfyan radıyallahu anh benimle ağız ağıza konuşurken şunları anlattı:
Peygamber aleyhisselâm ile aramızda bulunan Hudeybiye anlaşması süresi içinde yola çıktım. Şam'da iken Allah'ın Resulü tarafından Rum imparatoru Hirakl'e bir mektup gönderilmişti. Mektubu Dihyetü'l Kelbî radıyallahu anh getirmiş ve Busrâ Valisine vermiş idi. Busrâ Valisi de Hirakl'e verdi.
Hirakl mektubu alınca:
— Peygamber olduğunu söyleyen bu adamın kavminden burada kimse var mı? diye sordu. Kendisine «var» diye cevap verdiler. Bunun üzerine Kureyş'ten bir kaç kişi ile beraber sarayına davet edildim.
Bize Hirakl'in karşısında yer gösterdiler.
Hirakl:
— Peygamber olduğunu söyleyen bu adama neseb bakımından en yakın kimdir? dedi. Ebû Süfyan:
— Ben, diye cevap verdim. Bunun üzerine beni daha yakınına oturttular. Arkadaşlarıma da arkamda yer verdiler. Sonra Hirakl tercümanını çağırttı ve:
— Bunlara de ki: Peygamber olduğunu sanan adam hakkında soracağım. Eğer yalan söylerse, yalancı olduğunu ilân ediniz! diye söyledi. Allah'a yemin ederim ki, eğer yalancılığımı ilân etmelerinden korkmasaydım, Hirakl'e yalan söyleyecektim.
Sonra Rum imparatoru Hirakl tercümanı vasıtasıyla sormaya başladı
— O zâtın aranızda hasebi nasıldır?
— O aramızda şerefli bir aileye mensubtur, dedim. Hirakl:
— Sülalesinde hükümdar olan var mıydı? Ebu Süfyan:
— Hayır, yoktu. Hirakl:
— Peygamberlik dâvasından önce kendisini yalancılıkla itham eder miydiniz?
Ebu Süfyan:
— Hayır, etmezdik. Hirakl:
— Kendisine, insanların yüksek tabakasından olanlar mı, yoksa zayıflar mı uyuyor? Ebû Süfyan:
— Hayır, kuvvetliler değil, zayıflar tâbi oluyor. Hirakl:
— Onun dinine girenler çoğalıyor mu', yoksa geri dönenler olup da azalıyor mu? Ebû Süfyan:
— Muhakkak ki, çoğalıyorlar. Hirakl:
— Onunla hiç harbettiniz mi? Ebû Süfyan:
— Evet, yaptık. Hirakl:
— Savaşınız nasıl geçti? Ebû Süfyan:
— Bazen O, bazen biz galib geliyoruz. Hirakl:
— Onun anlaşmayı bozduğu oluyor mu? Ebû Süfyan:
— Hayır, ancak onunla şu anda bir anlaşmamız var, bu hususta nasıl hareket edeceğini bilmiyoruz.
Ebû Süfyan radıyallahu anh diyor ki: Allah'a yemin ederim ki, bu mesele ile alâkalı olarak bu konuştuklarıma başka bir kelime sıkıştıramadım.
Hirakl:
— Ondan önce, onun söylediği bu şeyleri söyleyen kimse oldu mu? Ebû Süfyan:
— Hayır, kimse olmadı.
Bundan sonra Hirakl, tercümanına beni kasdederek dedi ki:
— Kendisine söyle, onun hasebinden sordum; şeref sahibi olduğunu söyledin. Peygamberler böyledirler, kavminin şereflileri arasından gönderilirler.
Sülalesinde hükümdar var mı? diye sordum; olmadığını söyledin. Sülalesinde hükümdar bulunsaydı, babalarından kalan saltanat dâvası peşinde koşan bir kimsedir, diyecektim.
Cemaatı halkın zayıflarından mı, yoksa kuvvetlilerinden mi? diye sordum. Zayıflarından, dedin. Peygamberlerin ümmeti de zâten o tabakadır.
Peygamberlik dâvasından önce yalan söylediğini görmüş müydünüz? diye sordum. Hayır, diye cevap verdin. Böyle olunca, insanlara yalan söylemekten kaçınsın da Allah adına yalan söylesin, bu olmaz diye düşündüm.
Dinine girenler çoğalıyor mu, yoksa beğenmeyenler olup da çıktıkları için azalıyor mu? diye sordum. Çoğaldığını söyledin, îman zâten böyledir, kalblere yerleştiği vakit.
Kendisi ile harbettiniz mi? diye sordum. Savaş yaptığınızı ve bunda bazen onun, bazen de sizin galib geldiğinizi söyledin. Peygamberler böyledir, imtihana tabi tutulduklarından her zaman muzaffer olmazlar. Ancak âkibet, son zafer onlarındır.
Anlaşmaya uymadığı olur mu? diye sordum. Hayır, diye cevaplandırdın. Peygamberler böyledir, hıyanet etmezler.
Kendisinden evvel bu iddiada bulunan oldu mu? diye sordum. Hayır, dedin. Bulunmuş olsaydı, kendinden önceki birinin bu dâvası ile alâkalı iddiasına uymuş, diyecektim.
Hirakl daha sonra:
— O, size neyi emrediyor? diye sordu. Ebû Süfyan:
— Namaz kılmayı, zekât vermeyi, akraba haklarına riâyet etmeyi ve namuslu olmayı, diye cevap verdim, der. Hirakl:
— Eğer bu söyledikleri doğru ise o muhakkak peygamberdir. Onun zuhur edeceğini biliyordum, fakat siz Arabların içinden çıkacağını zannetmemiştim. Kendisine ulaşacağımı bilsem, onu görmeyi çok isterdim. Yanında olsaydım, hürmet ve tazim için ayaklarını yıkardım. Muhakkak onun mülkü ayaklarımın altındaki beldeye ulaşacaktır, dedi.
Hirakl sonra gelen mektubu istetip tercüman vasıtasiyle okudu.
Mektubun metni şöyleydi: -
«Rahman ve Rahîm olan Allah'ın adiyle, Allah'ın Resulü Muhammed'den Rûm'un büyüğü Hirakl'e:
Selâm doğruya uyanlara. Bundan sonra, seni Islama davet ediyorum, islâm'a gir, dünyâ âhiret kötülüğünden kurtulursun. İslamı kabul edersen Allah iki misli ecrini verir. Yüz çevirip müslüman olmazsan bütün tebanın günahı da senin böynundadır. Ve «Ey kitab ehli, sizinle aramızda müşterek olan bir kelimeye geliniz. Allah'tan başkasına iman etmeyelim. O'na bir şeyi ortak koşmayalım. Bazımız bazımızı Allah'tan başka Rabb edinmesin. Eğer islâm'dan yüz çevirirlerse, bizim müslüman olduğumuza şahid olun! deyiniz.» (Âl-i İmran)
Hirakl mektubu okumayı tamamlayınca, yanındaki Rûm büyüklerinin sesleri yükseldi. Gürültü fazlalaştı. Bunun üzerine bizim de çıkmamız emredildi. Biz dışarıya çıkarıldık. Dışarı çıkınca ben, arkadaşlarıma:
— Ebû Kebşe'nin oğlunun hâdisesi büyüdü. Rum imparatoru bile ondan korkuyor, dedim. (Müşrikler Allah'ın Resulünü tahkir için süt babasının ismiyle anarlardı) Ve o zamandan bu yana, Allah kalbime islâm'ı nasib edinceye kadar, Peygamber aleyhisselâmın davetinin zafere ereceğine daima katiyetle inandım.
imam Zührî diyor ki:
Daha sonra-Hirakl, Rûm ileri gelenlerini kendi evine davet etti ve:
— Ey Rûm topluluğu, ebedî olarak kurtuluş ve doğruluğa nail olmayı ve mülkünüzün devam ve sebatını arzu eder misiniz? dedi.
Bunun üzerine onlar, yaban eşekleri gibi itile kakıla kapılara koşuştular. Fakat kapıların hepsini kapalı buldular.
Bunu gören Hirakl:
— Onları bana çağırın, dedi. Ve tekrar konuşarak:
— Ne diye irkilip kaçtınız? Ben sizin dininize olan kuvvet bağınızı tecrübe etmek istedim ve sizden tam istediğim davranışı da gördüm, dedi. Bunun üzerine hepsi Hirakl'e secde ettiler ve memnun kaldılar.
(Buharî, Müslim)

BİR HÜKÜMDARIN ZULMÜ

Suheyb radıyallahu anh, Peygamber aleyhisselâmın şöyle buyurduğunu anlatıyor:
Sizden önce yaşayan kavimlerden birinin bir hükümdarı vardı. Bu hükümdarın sihir yapan bir adamı vardı. Bu sihirbaz, ihtiyarlayınca, hükümdara:
— Ben artık yaşlandım, bana genç birini gönder de ona sihri öğreteyim, dedi. Hükümdar kendisine sihir Öğretmesi için bir genç gönderdi. Genç, sihirbaza giderken, yolda bulunan bir rahibe uğradı. Ondan bir çok şeyler dinledi ve onun söylediklerine hayran kaldı. Artık sihirbaza her gelişinde bu rahibe uğruyor ve yanında kalıyordu. Sihirbazın yanına geldiği vakit de, sihirbaz kendisine, geç kaldığı için dayak atardı, çocuk da bunu rahibe şikâyet ederdi.
Rahib bir gün çocuğa:
— Sihirbazdan, geç kaldın diye korktuğun vakit «evde mâni oldular» dersin, evdekilerden korktuğun zaman da «sihirbaz alıkoydu» diye söylersin, dedi.
Genç bu vaziyet içerisinde iken bir gün büyük bir hayvanla karşılaştı. Bu hayvan insanları durdurtmuş, onların hareketlerine mâni olmuştu.
Bunun üzerine genç:
— Bugün öğreneceğim, sihirbaz mı daha üstün, yoksa rahib mi? dedi ve bir taş alıp şöyle dua etti:
—— «Ey Allah'ım, eğer rahibin işini sihirbazınkinden daha çok seviyorsan, bu hayvanın canını al ki, insanlar geçebilsin,» dedi. Sonra taşı atarak hayvanı öldürdü, insanlar da serbestçe yollarına devam ettiler. Hâdiseyi müteakip genç, rahibin yanına geldi, olanları kendisine anlattı. >
Rahib kendisine dedi ki:
— Evlâdcığım, sen bugün artık benden üstünsün. Düşündüğüm olgunluğa eriştin, Yakında bir imtihanla karşılaşacaksın. Bu imtihanla karşılaştığın vakit beni ele verme, dedi.
Genç, doğuştan kör olan ile abraşları ve diğer hastalıklara mübtelâ kimseleri tedavi ediyordu. Bu arada hükümdarın da bir yakını kör olmuştu.
Bu adam, bir çok hediyelerle gencin yanına geldi ve:
— Bak, beni iyileştirirsen şu hediyelerin hepsi Senindir, dedi. Genç:
— Ben kimseyi iyileştiremem, iyileştiren ancak Allah'tır. Eğer Allah'a îman edersen, dua ederim, Allah da seni iyileştirir, diye cevap verdi. Adam Allah'a îman etti, Allah da kendisini iyileştirdi. Sonra bu adam, hükümdarın yanına geldi ve her zaman oturduğu şekilde yerini aldı.
Hükümdar kendisine:
— Gözlerini kim açtı? diye sordu. Adam:
— Rabbim, diye cevap verdi. Hükümdar:
— Senin benden başka Rabbin var mı? diye sordu. Adam:
— Benim ve senin Rabbin olan Allah, diye cevap verdi. Bunun üzerine hükümdar kendisini alıp tâ ki, gözlerini açtıran genci ele verdirinceye kadar işkenceye tâbi tuttu. Genci hükümdara getirdiler. Hükümdar kendisine:
— Oğlum, senin sihrin anadan doğma körlerin gözünü açacak, abraşları iyileştirecek ve daha bir çok şeyleri yapacak dereceye ulaşmış, dedi.
Genç:
— Ben kimseyi iyileştirmiyorum, iyileştiren Allah'tır diye cevap verdi. Hükümdar bu defa kendisini alıp tâ ki, rahibi ele verinceye kadar işkence etti.
Rahib getirildi ve:
— Dininden dön! denildi. Rahib bu sözleri dinlemedi. Hükümdar bir testere istetti ve rahibin başını gövdesinden ayırdı. Sonra hükümdarın yakını getirildi.
Kendisine:
— Dininden dön! denildi. Adam dönmedi ve onun da başının gövdesinden ayrıldığı yere testereyi koyup başını gövdesinden ayırdı. Daha sonra genç getirildi ve kendisine:
—— Dininden dön! denildi. Genç kabul etmedi.
Bunun üzerine hükümdar, genci adamlarından bir gruba vererek:
— Bunu filan dağa götürüp üzerine çıkarın. Dağın tepesine vardığınız zaman, bakın; eğer dininden dönerse bırakın, dönmezse dağın tepesinden aşağı atıp yuvarlayın, dedi. Genci alıp dağa götürdüler.
Dağın tepesine çıkarınca, genç:
— Ey Allah'ım, bunların hakkından bildiğin gibi gel, diye niyaz etti. Hemen dağ bunları sarstı ve yuvarlanıp düştüler. Genç de yürüyerek hükümdarın yanına geldi.
Hükümdar ona:
— Seni dağa götürenler ne yaptı? diye sordu. Genç:
— Allah beni onlardan kurtardı, diye cevap verdi.
Bu defa hükümdar, genci adamlarından bir gruba verdi ve:
— Bunu alıp götürün ve bir küçük gemiye koyun. Bu gemi ile denize açılın. Eğer dininden dönerse, ne iyi, dönmeyecek olursa hemen denize atın! diye emretti. Genci yine alıp götürdüler.
Genç de:
— Ey Allah'ım, bildiğin şekilde bunların hakkından gel! diye dua etti. Bunun üzerine gemi devrilip onları denize düşürdü ve hepsi boğuldular. Genç yine yürüyerek hükümdarın yanına geldi.
Hükümdar kendisine:
— Seninle beraber gidenler sana ne yaptı? diye sordu. Genç:
—— Allah beni onlardan kurtardı, dedi ve hükümdara:
— Benim sana söyleyeceğim şeyi yapmadıkça, sen beni asla öldüremezsin, diye konuştu.
Hükümdar:
— O şey nedir? diye sordu. Genç:
— Düzlük bir yerde insanları toplar, beni de bir ağaç dalına asarsın. Bundan sonra benim ok torbamdan bir ok al, yayın ortasına yerleştir ve sonra, «Şu gencin Rabbi olan Allah'ın adiyle» diye söyleyip oku bana at. Ancak bu şekilde yaparsan, beni öldürebilirsin, dedi.
Hükümdar, gencin kendisine söylediklerini yaptı ve sonra oku gence attı. Ok, gencin gözü ile kulağı arasında bulunan yere isabet etti. Genç de elini okun isabet ettiği noktaya koyup vefat etti.
Bunun üzerine insanlar:
— Şu gencin Rabbine îman ettik, şu çocuğun Rabbine îman ettik, şu gencin Rabbine inandık! dediler. Bunun akabinde hükümdara:
— Sakındığın şey başına geldi, insanların hepsi îman ettiler, denildi. Bu hal karşısında hükümdar yolların ağızlarında çukurlar kazmalarını emretti.
Bu çukurlar kazıldı ve onların içerisinde ateş yaktırdı ve: — Kim dininden dönmezse, onu oraya atın! diye emir verdi.
Söylediğini yaptılar. Nihayet yanında çocuğu olan bir kadın geldi. Bu kadın ateşten korkup çocuğuna da acıdığı için geride kalmış ve durmuştu.
Çocuğu anasına: .
— Anacığım, sabret, zira sen hak bir yol üzerinesin! diye konuştu.
(Müslim, Tirmizî

6.06.2017

YER YÜZÜ KENDİLERİNE DAR GELEN ÜÇ SAHABİ

Kâ'b bin Malik radıyallahu anh şöyle anlatıyor:
Allah'ın Resulünün yaptığı savaşlardan, Tebük harbinden başka hiç birisine katılmaktan geri kalmamıştım. Gerçi Bedir harbine de iştirak etmemiştim ama, Peygamber aleyhisselâm Bedir'e katılmıyanlardan kimseyi tazir etmemişti. Çünkü Bedir harbinde, Peygamber aleyhisselâm ile müslümanlar ancak Kureyş'lilerin ticaret kervanına karşı koymak üzere çıkmışlardı. Neticede Allahü Teâlâ tesbit edilmemiş bir anda müslümanlarla düşmanlarını karşı karşıya getirdi. Bedir harbi bu şekilde vuku bulmuştu.
Akabe gecesinde îslâm üzerine kendisine bîat ettiğimiz zaman, Peygamber aleyhisselâm ile beraber bulundum. Bedir her ne kadar, insanlar arasında Akabe'den daha çok zikredilen bir hadise ise de, benim için Akabe'de bulunmak Bedir'de bulunmaktan daha değerlidir.
Tebük harbine katılmaktan geri kaldığım vakit, her zamankinden daha güçlü ve daha varlıklı olduğumu biliyorum. Allah'a yemin ederim ki, bu savaştan evvel iki binek hayvanını asla bir araya getirememiştim. Bu savaş sırasında bütün teçhizatı ile iki hayvanım vardı.
Peygamber aleyhisselâm bu savaşı sıcakların en şiddetli bir zamanında yaptı. Uzun ve tehlikeli yollar katetmek mecburiyetinde kaldı. Sayısı hayli yüksek bir düşmanla karşılaştı. Başka muharebelerde olduğu gibi hedefi gizli tutmadı. Hazırlıklarını tam yaymaları için müslümanlara meseleyi açıkça bildirdi. Allah'ın Resulü ile beraber olan müslümanların adedi o kadar çoktu ki, bir kitaba zor sığardı. Bir vahiy nazil olmadığı müddetçe farkedilemeyeceğini zannederek gizlenmek isteyen kimse çok azdı. Bu savaş tam meyvelerin olgunlaştığı bir zamana rastlamıştı. Ben de evde kalıp meyvelerimi toplamayı çok istiyordum.
Resûlullah aleyhisselâm hazırlıklarını tamamladı. Müslümanlar da hazır vaziyette idiler. Ben de onlarla beraber hazırlanmak için sabah kalkmaya başladım. Ancak bir şey yapmadan döndüm. Kendi kendime «istersem bu işi yapabilirim» diyordum. Ben bu şekilde düşünüp giderken, insanların çalışmaları devam ediyordu. Kuşluk vaktinde Peygamber aleyhisselâm ve ordusu hazır oldukları zaman, ben hâlâ bir hazırlık yapmamıştım. Böylece bu iş devam edip gitti. Nihayet onlar savaş yerine doğru hızla yol aldılar ve savaş bütün şiddeti ile başlamıştı. Bunu öğrenince ben de hayvanıma binip onlara yetişmek istedim. Keşke bu arzumu yerine getirmiş olsaydım. Ancak bunu yapmak nasip olmadı. Peygamber aleyhisselâm harbe gittikten sonra, insanların arasına çıktığım vakit, üzülmeye başladım. Çünkü şehirde, münafıklık ile itham edilen bir adam ile zayıflardan, ihtiyarlardan Allahü Teâlâ'nın mazur saydığı kimselerden başka bana örnek olabilecek bir kimse göremiyordum.
Peygamber aleyhisselâm Tebük'e varıncaya kadar beni anmamış. Oraya gelince, halk arasında otururken:
— Kâ'b bin Malik ne yaptı? diye sormuş. Seleme Oğullarından birisi:
— Ey Allah'ın Resulü, onun kendine ve elbiselerine karşı olan gururu, onu bize katılmaktan alıkoydu, diye cevap vermiş. Fakat Muaz bin Cebel bu adama:
— Ne kötü konuşuyorsun, Allah'a yemin ederim ki, ey Allah'ın Resulü, biz Kâ'b hakkında hayırdan başka bir şey bilmiyoruz, diyerek karşılık vermiş. Bunun üzerine Peygamber aleyhisselâm sükût etmiş ve bir şey söylememiş. Allah'ın Resulü bu halde iken uzaktan önündeki serabı hareket ettiren bir kimsenin gelmekte olduğunu görmüştü ve:
— Her halde bu gelon Ebû Hayseme'dir, buyurmuştu. Bir de baktılar ki, gelen kimse hakikaten, sadaka olarak bir hurma getirdiği vakit münafıkların kendisi ile alay ettikleri Ebû Hayseme Ensâri idi.
Allah'ın Resulünün Tebük'ten dönmek üzere hareket ettiğini duyduğum vakit, içime bir üzüntü çöktü. Bir yalan mazeret uydurmayı düşünmeye başladım ve yarın gazabından nasıl kurtulacağım? diyordum. Bu hususta aile ferdlerimin her birinin görüşlerinden istifade etmeye çalışıyordum. Ancak, Allah'ın Resûlü'nün gelmek üzere yaklaştığını haber alınca bu yalan kuruntularından kurtuldum. Nihayet hiç bir yalanla kurtaramayacağıma kanaat getirdim ve doğruyu söylemeye karar verdim.
Peygamber aleyhisselâm sabah vakti geldi. Bir seferden döndüğü zaman, önce mescide uğramak sünneti idi. Orada iki rekat namaz kıldıktan sonra insanlarla görüşmek için oturdu. Harbe katılmayanlar geldiler. Her biri mazeretlerini yeminle destekleyerek Allah'ın Resulüne arzetmeye başladılar. Bunların tamamı seksenden fazla kişi idi. Peygamber aleyhisselâm onların dıştan ortaya koydukları mazeretleri kabul ederek kendileri için Allah'tan istiğfarda bulundu, işin hakikatini ise Allah'a havale etti.
Daha sonra ben geldim. Selâm verdiğim vakit, Peygamber aleyhisselâm gadaplı bir kimsenin tebessümüne benzer bir şekilde gülümsedi ve bana::
— Gel! buyurdu.
Yürüdüm, önüne oturduğum zaman, bana:
— Seni harbe katılmaktan alıkoyan nedir, hayvanlarını cihâd etmek için satın almamış miydin? diye sordu.
Ben de: .
— Ey Allah'ın Resulü, dünyada insanlardan senden başka kimle konuşsam, bir özür ileri sürmek suretiyle kendimi onun hiddetinden kurtaracağımı zannediyorum. Zira bende karşı tarafta bulunanı ikna etme kabiliyeti vardır. Ancak şunu katiyetle biliyorum ki, bugün sana mazeret olacak, seni aldatacak bir yalan uydursam, yakında Allahü Teâlâ'nın hakikati sana bildirip yine gazabını üzerime çekeceğimden korkarım. Seni bana gadaplandıracak işin doğrusunu söylediğim takdirde, yine bu meselede Allah'ın bana hayır veya afv ile muamele edeceğini umarım. Doğruyu söylüyorum. Allah'a yemin ederim ki, Tebük savaşına katılmaktan geri kaldığım esnada bir özrüm yoktu ve o vakit, her zamankinden daha güçlü ve daha varlıklı idim, diye söyledim.
Bunun üzerine Peygamber aleyhisselâm:
— Buna gelince, işte bu, doğruyu söyledi, dedi ve bana; kalk, git, Allah hükmünü verinceye kadar bekle! buyurdu.
Hemen kalktım, arkamdan Seleme Oğullarına mensub bazı kimseler beni takip ettiler ve::
— Allah'a yemin olsun ki, bundan önce bir kabahat işlediğini bilmiyoruz. Ancak harbe katılmayan diğerlerinin yaptığı gibi, bir özür bulup söylemeyi beceremedin. Halbuki Peygamber aleyhisselâmın senin hakkındaki istiğfarı, bu hatanın afvedilmesine yeterdi, dediler. Bu kınamalarında o kadar ısrarlı davrandılar ki, neredeyse Allah'ın Resulüne geri gelip yalandan bir mazeret arzedecektim.
Ancak onlara dönerek:
— Benden başka, benim söylediğim şekilde hareket eden kimseler oldu mu? diye sordum.
Onlar:
— Evet, oldu, dediler, îki kişi daha senin gibi söylediler. Allah'ın Resulü de sana söylediği gibi aynı şekilde onlara da konuştu, diye ilâve ettiler.
— O iki kişi kimlerdi? diye sordum.
— Merâre bin Rebîa Âmiri île Hilâl bin Umeyye Vâkıfî, diye cevap verdiler. Böylece bana örnek olabilen ve Bedir harbine iştirak etmiş bulunan iki hayırlı zâtları söylemiş oldular. Bu iki zâtın isimlerini bana haber verdiklerini duyunca, yürüyüp yoluma devam ettim.
Fakat Peygamber aleyhisselâm, bu iki kişi ile beraber benimle de müslümanların konuşmasını yasakladı. Bu sebeple halk bizimle konuşmaktan sakınmaya ve bize karşı hareketlerini değiştirmeye başladılar. O derece ki, memleket bana yabancı bir memleket oldu ve o bildiğim belde olmaktan çıktı. Bu şekilde elli gece böylece kalıp bekledik. Bu iki arkadaşım bir eve kapanıp ağlayakaldılar. Ben ise kavmin en atak ve hareketli bir ferdi idim. Bu itibarla evimden çıkar, mescidde namaza iştirak ederdim. Kimse benimle konuşmadığı halde sokaklarda gezerdim. Allah'ın Resulüne gelir, kendisi namazdan sonra insanlarla sohbet ederken selâm verirdim ve içimden «Acaba selâmımı alıp dudaklarını kımıldattı mı?» diye düşünürdüm. Mescidde ona yakın yerde namaz kılar, gizlice gözetirdim. Namaz kılarken bana bakardı, fakat ben namazdan ayrılınca benden yüzünü çevirirdi.
Müslümanların bu bana karşı olan soğuklukları uzayınca, bir defasında Ebû Katade'ye ait bahçenin duvarından atlayıp içeri girdim. Ebû Katade amcamın oğlu ve çok sevdiğim birisi idi. Kendisine selâm verdim, Allah'a yemin ederim ki, selâmımı almadı.
Kendisine:
— Ey Ebû Katade, Allah adına söyle! Sen benim Allah ve Resulünü sevdiğimi muhakkak bilirsin, dedim. Cevap vermedi. Yine Allah'a yemin ederek aynı şeyi tekrar ettim. Yine sükût etti. Üçüncü defa, Allah'a yemin ederek aynı soruyu tekrarladım. Bu sefer «Allah ve Resulü daha iyi bilir» diye karşılıkta bulundu. Bu sözler üzerine gözlerim yaşardı ve dönüp tekrar duvarı aşarak çıktım.
Bir gün Medine çarşısında dolaşırken, Şam halkından Medine'ye satmak için yiyecek maddesi getirmiş bulunan bir iranlı rençber:
— Bana Kâ'b bin Malik'i kim gösterebilir? diye halka soruyordu, insanlar kendisine beni işaret etmeye başladılar. Sonunda adam yanıma gelip, bana Gassan hükümdarından bir mektup verdi. Ben okuryazar bir kimse olduğum için, mektubu kendim okumaya başladım. Mektupta şöyle yazıyordu:
— «Bundan sonra, şunu bil ki, arkadaşının (Peygamber aleyhisselâmı kastediyor) seni terkettiğini haber aldık. Şu halde onun yanında zillet ve ihanet altında yaşamak sana yakışmaz. Hemen bize gel, bolluk ve rahatlık içerisinde hayatını sürdürürsün!»
Mektubu okumayı bitirince, «bu da ayrı bir belâ ve imtihan!» dedim. Derhal koşup ateşin içerisine atıp bu mektubu yaktım.
Bu şekilde kaldığımız elli günün kırkıncı günü tamam olup bu hususta Allah'tan bir vahiy de gelmeyince, Peygamber aleyhisselâm tarafından gönderilen birisi gelip:
— Allah'ın Resulü zevcenden uzak kalmanı emrediyor, diye söyledi. Ben:
— Zevcemi boşayacak mıyım, yoksa ne yapayım? diye sordum. Adam:
— Boşama, ancak ayrı yaşa ve münâsebetin olmasın, dedi. Peygamber aleyhisselâm benim gibi olan diğer iki arkadaşıma da aynı emri göndermişti.
Bunun üzerine zevceme:
— Ailenin yanına git ve bu hususta Allah'ın hükmü belli oluncaya kadar onların yanında kal! dedim. \ >
Bu arada Hilâl bin Umeyye'nin zevcesi Peygamber aleyhisselâma müracaat edip:
— Ey Allah'ın Resulü, Hilâl ihtiyar bir adamdır, hizmet eden kimsesi "de yoktur. Kendisine hizmet etmeme izin verir misin? diye sordu. Peygamber aleyhisselâm:
— Hizmetini yapabilirsin, ancak seninle münâsebette bulunmasın, buyurdu. Kadın:
— Allah'a yemin ederim ki, onun hiç bir şey için bir hareketi yoktur. Vallahi bu iş başına geldikten sonra bugüne kadar devamlı olarak ağlamaktadır, dedi.
Bunun üzerine aile ferdlerimden bazıları da bana:
— Müsaade istesen, zira Peygamber aleyhisselâm zevcesinin Hilâl'e hizmet etmesine izin verdi, diye teklifte bulundular.
Ben ise:
— Hayır, böyle bir izin isteyemem, ben genç bir adamım. Kim bilir, Allah'ın Resulü böyle bir teklif karşısında bana ne der?! diye cevap verdim.
Bundan sonra daha on gece bu şekilde kaldım. Bizimle konuşmanın yasaklandığı zamandan bu âna kadar elli gün tamam oldu. Bu ellinci gecenin sabahında evlerimizden birinin damında sabah namazını kıldım, îşte böyle, Allahü Teâlâ'nın tasvir ettiği gibi, vicdanımın sıkıştırdığı ve bütün rahatlık ve genişliğine rağmen yer yüzünün bana dar geldiği bir halde otururken, Sel Dağına çıkmış birisinin sesini duydum ki, alabildiğine yüksek bir sesle:
— Müjde, ey Kâ'b bin Maliki diye bağırıyordu.
Bu sesi işitince yerlere kapanıp şükür secdesi ettim. Bunun bir kurtuluş haberi olduğunu anlamıştım.
Allah'ın Resulü sabah namazından sonra Allahü Teâlâ'nın bizim tevbemizi kabul buyurduğunu insanlara haber vermişti. Halk da bizi müjdelemeye koştular. Diğer iki arkadaşıma da müjdeciler koşuştu. Biri de atına atlayıp bana geliyordu. Bunun sesi müjdelemeye gelen atlının atından daha süratli ulaştı. Sesini işittiğim bu adam müjdelemek üzere yanıma geldiği vakit, müjdesinin karşılığı olarak üzerimdeki elbiseleri çıkarıp kendisine verdim. Vallahi o gün üzerimdekinden başka elbisem de yoktu. Birinden ödünç temin ederek bir kat elbise aldım ve Peygamber aleyhisselâmı aramaya çıktım, insanlar grup grup beni karşılıyor ve tevbemin kabulünü tebrik ediyor; «Allah'ın seni afvı mübarek olsun!» diyorlardı. Nihayet mescide girdim, Peygamber aleyhisselâm orada oturuyor, etrafında insanlar bulunuyordu. Ben girince Hazreti Talha bin Ubeydullah hemen kalktı ve koşarak gelip elimden- tutup beni tebrik etti. Vallahi muhacirlerden ondan başka kimse yerinden kalkmadı. Onun bana karşı olan bu sıcak alâkasını hiç bir zaman unutmadım. Peygamber aleyhisselâma selâm verdiğim zaman, mübarek yüzü sevinçten parlıyordu. Bana.:
— Müjdeler olsun! Ananın seni doğurduğu andan bu zamana kadar geçirdiğin günlerin en hayırlısı, buyurdu. Ben:
— Ey Allah'ın Resulü, bu lütuf ve ihsan senin tarafından mı, yoksa Allah tarafından mı? diye sordum. Peygamber aleyhisselâm:
— Allah tarafındandır, buyurdu. Peygamber aleyhisselâmın sevindiği anda yüzü, ay parçası gibi parıl parıl parlardı. Biz bunun farkına varırdık.
Peygamber aleyhisselâmın huzuruna gelip oturunca:
— Ey Allah'ın Resulü, tevbemin cümlesinden, biri de, Allah ve Resulü uğrunda sadaka olmak üzere malımı dağıtmaktır, dedim. Peygamber aleyhisselâm:
— Malının hepsini dağıtma, bir kısmını kendine bırak, böyle yapman senin için daha hayırlıdır, buyurdu. Ben de:
— Peki, Hayber'deki hissemi kendime bırakıyorum, dedikten sonra:
— Ey Allah'ın Resulü, Allahü Teâlâ beni doğruluğum sebebiyle kurtardı ve ben bundan böyle hayatta kaldığım müddetçe ancak doğruyu söylemeye ahdettim, dedim.
Allah'a yemin ederim ki, bu ahdimi Peygamber aleyhisselâma bildirdiğim günden bu yana müslümanlardan bir kimseyi hatırlamıyorum ki, doğruyu söylemek hususunda Allah'ın beni imtihan ettiği gibi güzel bir imtihan vermiş olsun. Yine yemin ederim ki, bu ahdimi Peygamber aleyhisselâma söylediğim andan itibaren bu zamana kadar asla bilerek yalan söylemeye teşebbüs de etmedim. Allah'ın beni, hayatımın kalan kısmında da yalan söylemekten muhafaza etmesini ümid ve niyaz ederim.
Kâ'b bin Malik radıyallahu anh diyor ki,
İşte bu hadise üzerine Allahü Teâlâ:
«Andolsun ki, Allah, Peygamber ile beraber bir kısmının kalbleri kısmî olarak sarsıldıktan sonra kendisine zorluk vaktinde tabi olan muhacirlerle, Ensârı da tevbeye muvaffak kıldı, sonra da tevbelerini kabul buyurdu. Zira o, çok esirgeyici ve çok bağışlayıcıdır. Harbden geri bırakılan üç kişinin de tevbelerini kabul buyurdu. Zira, yeryüzü, bütün genişlik ve rahatlığına rağmen onlara dar gelmiş ve vicdanlarını sıkıştırmıştı da onlar, Allah'dan başka sığınacak bir yer olmadığını anladılar. Bundan sonra eski hallerine dönsünler diye, Allah onların tevbelerini kabul etti.
Şüphe yok ki, Allah, ancak o tevbeyi en çok kabul eden, hakikaten esirgeyendir. Ey îman edenler, Allah'tan korunun ve doğru olanlarla birlikte olun.» (Tevbe Sûresi) mealindeki Ayet-i Kerîmeleri indirdi.
Kâ'b bin Malik radıyallahu anh yine der ki;
—— Allah'a yemin ederim ki, Allah bana, beni müslümanlığa hidayet ettikten sonra, Peygamber aleyhisselâma karşı yalan söylememekte diğer helak olanlar gibi helak olmaktan kurtulmak nimetinden daha büyük bir nimet ihsan etmedi. Çünkü Allah, o helak olanlar hakkında kimseye söylemediği şer vasıflarla tavsif ederek vahiy gönderdi ve: «Onlarla döndüğünüz vakit, kendilerinden vazgeçmeniz için Allah adına yemin edecekler. Yaptıklarının cezası olmak üzere varacakları yerleri- de cehennemdir. Kendilerinden razı olmanız için size yeminde bulunacaklardır. Ancak siz onlardan hoşnud olsanız da Allah, fâsıklar güruhundan razı olmayacaktır.» (Tevbe Sûresi) buyurdu.
Bir rivayette şöyle denilmiştir:
(Kâ'b bin Malik:) insanlar bizimle konuşmaktan uzak durdular. Böylece bir müddet kaldım, O derece ki, bu, çok uzun göründü, ölüp de Peygamber aleyhisselâmın cenaze namazımı kılmayacağından başka ehemmiyet verdiğim bir şey yoktu. Yahut, ben bu halde iken Allah'ın Resulü vefat edip, beni bu vaziyet içerisinde insanlar arasında bırakmasından, kimsenin ben öldüğüm takdirde cenaze namazımı kılmamasından başka bir endişe ettiğim şey yoktu. Sonra Allahü Teâlâ, Peygamber aleyhisselâma ellinci gecenin yarısı geçtikten sonra Ümmü Seleme radıyallahu anhâ'mn yanında iken, bizim tevbemizin kabul edildiğine dâir âyetleri indirdi. Ümmü Seleme benim hakkımda daima iyi düşünen, hayrımı isteyen bir hâtûn idi.
Peygamber aleyhisselâm kendisine:
— Ey Ümmü Seleme, Kâ'bin tevbesi kabul buyuruldu, demişti de, Ümmü Seleme: .
— Kendisine birini gönderip müjdeleyeyim mi? diye sormuştu. Allah'ın Resulü:
— öyle yaparsan, insanlar üşüşür ve uykunuzdan alıkoyarlar, dedi.
Nihayet Peygamber aleyhisselâm sabah namazını kıldıktan sonra, Allahü Tealâ'nın bizi afvettiğini müslümanlara haber verdi. Peygamber aleyhisselâm bir müjde ile karşılaştığı zaman, bir ay parçası gibi yüzü gözü parıl parıl parlardı.
(Buharî, Müslim, Tirmizî)