REKLAM

1.01.2017

SEDEF ÇİÇEĞİ


        Mahkeme salonunda, seksenlerindeki yaşlı çiftin durumu içler acısıydı. Adam inatçı bakışlarla suskun, Nine'nin ağlamaktan iyice çukurlaşmış gözleri ve keskin çizgileriyle bıkkın bakışları süzüyordu etrafını... Ve hakimin tokmak sesiyle sustu uğultu ve tok sesiyle, sözü yaşlı kadına verdi, hakim...
     "Anlat teyze neden boşanmak istiyorsun...?" Yaşlı kadın derin bir nefes çektikten sonra baş örtüsüyle ağzını aralayıp, kısılmış sesiyle konuşmaya başladı... "Bu herif yetti gari, 50 yıldır bezdirdi hayattan..."
        Sonra uzunca bir sessizlik hakim oldu mahkeme salonunda... Sessizlik bu tür haberleri her gün manşet yapan gazetecilerden birinin flaşıyla bozuldu, kim bilir nasıl bir manşet atacaklardı, yaşanmış 50 yılın ardından... Çok sayıda gazeteci izliyordu davayı, kadın neler diyecekti.. Herkes onu dinliyordu.. Yaşlı kadının gözleri doldu... Ve devam etti...
        "Bizim bir sedef çiçeği vardı, çok sevdiğim... O bilmez... 50 yıl önceydi.. O çiçeği bana verdiği çiçeklerin arasından kopardığım bir yaprağı tohumlamıştım, öyle büyüttüm.. Yavrumuz olmadı, onları yavrum bildim... Bir süre sonra çiçek kurumaya başladı. O zaman adak adadım... Her gece güneş açmadan önce bir tas suyla sulayacağım onu diye... İyi gelirmiş dedilerdi... 50 yıl oldu, bu herif bir gece kalkıp bir kere de bu çiçeği ben sulayayım demedi... Ta ki geçen geceye kadar... O gece takatim kesilmiş.. Uyuyakalmışım... Ben böyle bir adamla 50 yıl geçirdim... Hayatımı, umudumu her şeyimi verdim... Ondan hiçbir şey göremedim.. Bir kerecik olsun, benim bildiğim görevlerden birisini yapmasını bekledim.... Onsuz daha iyiyim, yemin ederim"
        Hakim, yaşlı adama dönerek ; "Diyeceğin bir şey var mı baba" dedi.
        Yaşlı adam bastonla zor yürüdü kürsüye, o ana kadar suçlanmış olmanın utangaçlığını hissettiren yüz ifadesiyle hakime yöneldi.
"Askerliğimi, reisicumhur köşkünde bahçıvan olarak yaptım, o bahçenin görkemli görünümüyle büyümesi için emeklerimi verdim... Fadime’mi de orada tanıdım... Sedefleri de... Ona en güzel çiçeklerden buketler verdim... O çiçeklerle doludur bahçesi... Kokusuna taptığım perişan eder yüreğimi...  İlk evlendiğimiz günlerin birinde boyun ağrısından onu hekime götürdüm... Hekim çok uzun süre uyanmadan yatarsa boynundaki kireç sertleşir, kötüleşir dedi.. Her gece uykusunu bölüp, uyansın, gezinsin dedi... Hekimi pek dinlemedi, bizim hatun... lafım geçmedi... O günlerde tesadüf bu çiçek kurudu... Ben ona gece sularsan geçer dedim.. Adak dilettim... Her gece onu uyandırdım. Ve onu seyrettim... O sevdiğim kadının yavrusu bildiği çiçekleri sularken seyrettim... Her gece o çiçek ben oldum... Sanki... Ona bu yüzden tapabilirdim..." dedi adam o yaştaki bir adamdan beklenmeyecek ifadelerle...

        "Her gece o yattıktan sonra uyandım... Saksıdaki suyu boşalttım... Sedef gece sulanmayı sevmez, hakim bey.. Geçen gece de... Yaşlılık.. Ben de uyanamadım.. Uyandıramadım... Çiçek susuz kalırdı amma, kadınımın boynu yine azabilirdi... Suçlandım.. Sesimi çıkartamadım..."

        O an Mahkeme salonunda her şey sustu... Ertesi sabah gazeteler "Sedef susuz kaldı" diye yine yalnızca neticeyi haber yaptılar...
KÖPEK

Mandelson 12 yaşında fakir bir ailenin çocuğudur. hayatta tek tutkusu köpeklerdir. Her gün pet shoplari gezip, köpeklere bakıp onlardan bir tanesine sahip olacağı günü hayal edermiş. Her zaman babasına yalvarıp kendisine köpek alabilmesi için gerekli parayı vermesini ister, ama babası maddi imkanları yüzünden karşı çıkınca da çok üzülürmüş.
        Bu nedenle bütün harçlıklarını biriktirip babasını da razı edip biraz daha para toplamış. Doğruca çarsıdaki hayvan dükkanına gitmiş. Bir köpek beğenmiş. Dükkan sahibine fiyatını sormuş. Adam:
        "O köpek satılık değil!" cevabını verince; Mandelson gayri ihtiyari nedenini sormuş. Adam:
        "O köpeği satamam çünkü onun bir ayağı yok" demiş. Çocuk:
        "Olsun ben onu istiyorum" demiş. Adam:
        "Evlat o köpek sana istediğini veremez" diye eklemiş. Çocuk:
        "Ne gibi?" diye karşılık verince; adam:
        "O koşamaz, seninle oynayamaz, yani seni eğlendiremez" demiş.   Çocuğun ısrarlarına dayanamayan dükkan sahibi köpeği çocuğa hediye etmek istemiş. Fakat Mandelson teklifi reddedip cebindeki bütün parasını adama uzatmış. Adam isteksiz ama çocuğun köpek sevgisinden duyduğu sevinçle parayı alıp, Mandelson'a:

        "Evlat bu köpeğin sakat olduğunu bile bile neden o kadar ısrar ettin?" diye sorunca Mandelson pantolonunun paçasını aralayıp protez bacağını göstererek su yanıtı vermiş: "siz o köpeği bana sakat olduğu için vermek istemediniz, ama inanın beni ondan daha iyi hiçbiri mutlu edemezdi!"
MUCİZE...
        Sally, küçük kardeşi George hakkında anne ve babasının konuşmalarını duyduğu zaman yalnızca sekiz yaşındaydı. Kardeşi çok hastaydı ve onu kurtarabilmek için ellerinden gelen her şeyi yapmışlardı.
        George'ın yalnızca çok pahalıya mal olacak bir ameliyatla kurtulma şansı vardı fakat bunun için yeterli paraları yoktu. Babasının, umutsuz bir biçimde annesine şöyle fısıldadığını duymuştu Sally:
        "Yalnızca bir mucize onu kurtarabilir."
        Bu sözleri duyar duymaz, usulca kendi odasına yürüdü Sally. Domuz biçimindeki kumbarasını gizlediği yerden çıkartarak içindeki paraları yavaşça yere dökerek saymaya başladı. Yanılgıya düşmemek için tam üç kez saydı kumbaradan çıkardığı bozuk paraları. Sonra hepsini cebine koyarak aceleyle evden çıkıp, köşedeki eczaneye gitti.

        Eczacının dikkatini çekebilmek için büyük bir sabırla bekledi. Eczacı
çok yoğundu ve bir adama ilaçlarını nasıl kullanacağını anlatıyordu. Bu yoğun çalışmanın arasında sekiz yaşındaki bir çocukla ilgilenmeye hiç niyeti yoktu ama Sally'nin beklediğini görünce

        "Evet, ne istiyorsun söyle bakalım" dedi. "Biraz acele et, gördüğün gibi beyefendiyle ilgileniyorum" diyerek yanındaki şık giyimli adamı gösterdi.
        Sally "Kardeşim" dedi. Sessizce yutkunduktan sonra devam etti: "Kardeşim çok hasta, bir mucize almak istiyorum."
        Eczacı Sally'e bakarak:
        "Anlayamadım" dedi.
        "Şeyy, babam 'Onu ancak bir mucize kurtarabilir' dedi, bir mucize kaç paradır, bayım?" Eczacı Sally'e sevgi ve acımayla baktı bu kez: "Üzgünüm küçük kız, biz burada mucize satmıyoruz, sana yardımcı olamayacağım" dedi.

        Sally o kadar kolay vazgeçmek istemedi. Eczacının gözlerinin içine bakarak "Karşılığını ödemek için param var benim, bana yalnızca fiyatını söylemeniz yeterli" dedi. Bu arada Sally ve eczacının yanında bekleyen iyi giyimli bey Sally'e dönerek "Ne tür bir mucize gerekiyor kardeşin için küçük hanım? diye sordu.

        "Bilmiyorum" dedi Sally. Sonra gözlerinden aşağı süzülen yaşlara aldırmaksızın devam etti: "Tek bildiğim, o çok hasta ve annem ameliyat olmazsa kurtulamayacağını söyledi ailemin de ameliyat için ödeyebilecekleri paraları yok. Ama babam "Onu ancak bir mucize kurtarabilir" deyince ben de paramı alıp buraya geldim." "Peki, ne kadar paran var?" diye sordu iyi giyimli adam. "Bir dolar
ve onbir sent" dedi Sally. "Ve dünyadaki tüm param bu!" "Bu iyi bir şans, küçük
kardeşini kurtarmak için gerekli olan mucize için yeterli bu para" dedi, iyi giyimli adam.

        Adam bir eline parayı aldı, öteki eliyle de Sally'nin elini tutarak "Beni yaşadığın yere götürür müsün lütfen?" diye sordu. "Küçük kardeşini ve aileni tanımak istiyorum" dedi. İyi giyimli adam Dr. Carlton Armstrong'du ve George
için gerekli olan ameliyatı yapabilecek tanınmış bir cerrahtı.

        Ameliyat başarıyla sonuçlanmış ve aile hiçbir ödeme yapmamıştı. Hep birlikte mutluluk içinde evlerine döndükleri zaman hâlâ yaşadıkları olayların etkisinden kurtulamamışlardı. Anne:

        "Hâlâ inanamıyorum. Bu ameliyat bir mucize! Doğrusu maliyeti ne kadardır merak ediyorum" dedi. Sally kendi kendine gülümsedi. O bir mucizenin kaça
malolduğunu çok iyi biliyordu. Tam tamına bir dolar ve onbir sent!
 
                    KURABİYE HIRSIZI
          Bir gece genç bir kadın havaalanında uçağının kalkmasını bekliyordu. Daha epeyce zaman vardı. Havaalanındaki dükkandan bir kitap ve bir paket de kurabiye alıp, kendisine oturacak bir yer buldu ve kitabını okumaya başladı.
          Kendisini okumaya öyle kaptırmıştı ki, yanında oturan adamın aralarındaki paketten birer birer kurabiye aldığını paket yarıya geldiğinde fark edebildi. Görmezden gelmeye karar verdi. Gözü bir yandan da saatteydi, "kurabiye hırsızı" yavaş yavaş kurabiyelerini tüketirken. Her kurabiyeye uzandığında adam da uzatıyordu elini.  Sonunda pakette tek bir kurabiye kalınca " Bakalım şimdi ne yapacak?" dedi kendi kendine. Adam yüzünde bir gülümsemeyle son kurabiyeyi aldı, ikiye böldü. Yarısını ağzına atıp, diğer yarısını kadına uzattı. "Aman Allah'ım , ne cüretkar ve kaba bir adam" diye düşündü kadın. Hayatında bu kadar sinirlendiğini hatırlamıyordu.
          Uçağının kalkacağı anons edildiğinde eşyalarını topladı ve dönüp "kurabiye hırsızı"na bir kere bile bakmadan, çıkış kapısına yürüdü. Uçağa bindi, koltuğuna oturdu. Bitmek üzere olan kitabını almak için çantasını açtı ve çantanın içinde duran bir paket kurabiyeyi gördü. Adamın onunla kurabiyelerini paylaştığını, özür dilemek için çok geç olduğunu anladı üzüntüyle. Kaba ve cüretkar olan "kurabiye hırsızı" asıl kendisiydi.

30.12.2016

KİŞİLİK

        Sınıf, öğrencilerin gürültü patırtısıyla sallanırken sert görünümlü hoca kapıda beliriyor. Sınıfa bir bakış atıp kürsüye geçiyor.
        Tebeşirle tahtaya kocaman bir (1) rakamı çiziyor.
        "Bakın" diyor.

        "Bu, kişiliktir. Hayatta sahip olabileceğiniz en değerli şey..."
        Sonra (1)'in yanına bir (0) koyuyor:
        "Bu, başarıdır. Başarılı bir kişilik (1)'i (10) yapar".
        Bir (0) daha...
        "Bu, tecrübedir. (10) iken (100) olursunuz".
        Sıfırlar böyle uzayıp gidiyor:
        Yetenek... disiplin... sevgi...
        Eklenen her yeni (0)' ın kişiliği 10 kat zenginleştirdiğini anlatıyor hoca... Sonra eline silgiyi alıp en baştaki (1)'i siliyor. Geriye bir sürü sıfır kalıyor. Ve Hoca yorumu patlatıyor:
        "Kişiliğiniz yoksa, öbürleri hiçtir".
        Sınıf, mesajı alıp sessizliğe gömülür...

hutbe noel

Muhterem müminler:
Bugünkü hutbemizin mevzuu “NOEL VE YILBAŞI KUTLAMALARININ İSLAMİYETTE YERİ OLMADIĞINA DAİRDİR”.
Bir milletin temeli ve kökleri; o ülke insanının milli-manevi değerleri, örf ve adetleri velhasıl irfan ve ahlakıdır Diğer bir tabirle milli ve dini kültürüdür. Maalesef son yıllarda ülkeyi sömüren zihniyetin temsilcileri basın ve medya yoluyla milli-manevi değer ve kültürümüzü imha yarışına girmişlerdir. Müslüman Türk aile yapısı dejenere edilmekte, kendi örf ve adetlerimiz yerine batının çürümüş ve kokuşmuş zararlı adetleri ikame edilmeye çalışılmaktadır. Bunlardan biri, hatta en önemlisi Noel ve yılbaşı kutlamalarıdır.
İbni Haldun merhum Mukaddimesinde ortaya koyduğu “ mağlup milletler, galip ve fatih milletlerin örf, adet ve ananelerini taklit eder” teşhisi doğrudur Sözde aydınlarımız batı kültürüne tabi olarak batılıların temsilcisi hatta müdafii haline gelmişlerdir. Noel çılgınlıklarını teşvik etmektedirler.
Bir müslümanın kâfirlerin adetlerini yılbaşı maskesi altında kutlaması, Allah korusun itikadi yönden onu tehlikeli uçurumlara iter. Zira yılbaşı ne niyetle kutlanırsa kutlansın bu adet Hıristiyanlara aittir. Yılbaşı kutlamaları kültür kandırmacası ve aşağılayıcı bir teslimiyet ile içimize sızmış habis bir virüsün urudur.
Muhterem Müslümanlar:
Hutbeme başlarken okuduğum ayeti kerimede Cenab-ı Hak mealen “Ey iman edenler Yahudileri ve Hıristiyanları dost edinmeyin. Zira onlar birbirinin dostudurlar. İçinizde onları dost tutanlar onlardandır. Şüphesiz Allah zalimler topluluğunu sevmez”buyurmaktadır.
Alim ve evliyaullahın büyüklerinden olan İmam Rabbani Hz. Anlatıyor: Bir keresinde ölmek üzere olan bir hastayı ziyarete gittim.  Kalbinin şiddetli zulmetler içerisinde olduğunu gördüm.
Ne kadar dua ve teveccüh ettiysem bu zulmet ondan kalkmadı. Nice teveccühten sonra anlaşıldı ki; bu zulmetler kendisinde gizli bulunan küfür sebebiyledir. Bunun menşeide küfür ehli ile olan karşılıklı sevgi ve dostluğudur. Ve anladım ki bu zulmetlerin defi için teveccüh münasip değildir.  Çünkü onun bu zulmetten temizlenmesi cehennem azabına bağlıdır.
Noel ve yılbaşı kutlamaları her şeyden önce Hıristiyanlığın küfür kokan bir âdeti olduğu için dinimize ve milli geleneklerimize aykırıdır.
Noel ve yılbaşı islamın yasakladığı, insanlığın düşmanı içki ve fuhşu teşvik ettiği için müminin imanına ve dinimize taban tabana zıttır.
Muhterem Müslümanlar:
İslam dini kâfirlere benzemeyi şiddetle red etmiştir. Bu konuda çok hassastır. Şöyle ki: İslamiyet güneşe tapanların tapınma zamanına denk gelmesin diye, onlara benzemeyelim diye güneşin doğuşu, batışı ve zevali vaktinde bir ibadet olan namazı bile yasaklamıştır. Bu vakitleri kerahet vakti olarak isimlemiştir.
Fıkıh kitaplarında; bir kimse beline papazların beline bağlamış olduğu zünnarı bağlarsa kâfir olur diye yazmaktadır.  Başka bir fetvada; Mecusilere uyup nevruzda onlar gibi onların yaptıklarını yapmak ve onlara tazim maksadıyla bir yumurta bile vermek küfürdür denilmektedir. Bir başka fetvada da müslümanın, bir başka dinin şiarı olan bir fiili kendi ihtiyarı ile yapması küfürdür.   
Müslüman için yılbaşı, duvarı asılmış veya masa üzerine konmuş bir takvimin bitip yerine bir yenisinin konulmasını hatırlatmaktan başka bir şey ifade etmez. Çam süslemek, mum yakmak ,hindi kesmek,bu maksatla tebrikleşmek hatta bu niyetle bir su içmek bile  Müslüman’ın yapacağı iş değildir.
Muhterem müminler:
Yukarıda anlattıklarımızın ışığı altında şuurlu bir Müslüman’a düşen; kendini, ailesini ve çoluk çocuğunu o gecenin şerrinden korumak, o gece ile diğer geceler arasında bir farka sebebiyet vermemektir. Bu fark isterse o geceyi kutlamak niyetiyle alınan bir paket çekirdek olsun, isterse o gece için hazırlanmış programları televizyonda seyretmek olsun.

Hutbeme başlarken okuduğum bir hadisi şerif mealiyle son vermek istiyorum“Kim bir topluluğa benzerse oda onlardandır.”…

29.12.2016

İKİ KURBAĞA

Biri beyaz, diğeri siyah renkteki kurbağalarımızın huy ve mizacı tıpkı renkleri gibi zıtmış. Ak kurbağa ne kadar iyimserse Karakurbağa o kadar kötümsermiş. Ak kurbağa birşeye “ak” mı dedi; o hemen atılıp “kara” dermiş. Her şeyin olumsuz tarafını görmeye o kadar alışmış ki, gördüğü her şeyi eleştirmeyi neredeyse meslek haline getirmiş. Yağmur yağsa, Karakurbağa:
“Offff! Olacak şey mi şimdi bu?” diye şikayete başlarmış. “Yağmurda ne derenin tadı olur,  ne de ortalıkta avlayacak sinek bulunur. Nefret ediyorum yağmurdan!”
Arkadaşının aksine her şeyin güzel tarafını görmeyi seven Akkurbağa cevap vermeden edemezmiş:
“Haksızlık etme lütfen! Sırf senin keyfin bozuldu diye güzelim yağmura niye düşman oluyorsun ki? Hem söylesene, yağmur yağmasa bizim evimiz-yurdumuz olan dereler, sazlıklar, bataklıklar kalır mı ortada?”
Elbette o bu sözlerini tamamlayamadan Karakurbağa atılırmış:
“Tamam tamam, bay çok bilmiş kurbağa! Biliyor musun, sen tam da insanların sözünü ettiği şu Polyanna’ya benziyorsun. Mutluluk rolü oynayacağım diye saçma sapan sözler ediyorsun. Hani, uçurumdan aşağı düşsen, ‘bak ne güzel uçuyorum’ diyeceksin neredeyse. Azıcık gerçekçi olsan ya canım!”
Akkurbağa genelde bu tür tartışmaları uzatmak istemez ve şöyle dermiş:
“Gerçeği görmek için asıl kendi kötümser bakışını terk etmelisin.”
İşte böyle iki zıt kutupmuş kurbağalarımız...
Günlerden birgün canları sıkılınca derenin yakınındaki köye doğru gitmeye karar vermişler. Akkurbağa:
“İstersen fazla yaklaşmayalım, biliyorsun yaramaz çocuklar bizi görürse canımızı acıtabilirler” dediyse de, Karakurbağa ısrar etmiş:
“Akşamın bu karanlığında çocuklar bizi nereden görsün Allah aşkına! Şu en yakındaki evin oraya kadar gidelim, sonra geri döneriz. Korkaklığı bırak şimdi.” Akkurbağa, korkaklıkla suçlanmaktan çekindiğinden, çaresiz kabul etmiş.
Köye girmişler ve evin yanına gelmişler. Akkurbağa sıkıntılı bir vıraklama ile “Hadi, artık dönelim, içimde kötü duygular var!” demiş demesine, ama Karakurbağa heyecanla atılmış:
“Gel bir oyun oynayıp öyle dönelim. Şuradaki yüksek kovayı görüyor musun? İkimiz aynı anda üstünden zıplayacağız. Bakalım yarışmayı kim kazanacak?”
“Akşamın bu vaktinde bırak böyle çocuklukları lütfen!” diye itiraz edecek olmuş Akkurbağa, ancak yaramaz arkadaşı bir türlü fikrinden vazgeçmemiş. Hatta “Dediğimi yapmazsan, seninle artık arkadaş olmam!” diye tehdit bile savurmuş. Bunca yıllık arkadaşını kaybetmek istemeyen Akkurbağa bu teklifi de istemeye istemeye kabul etmiş.
İki kurbağa hızla koşup zıplamışlar. Ama ne olduysa o zaman olmuş ve tam kova dedikleri şeyin üzerinde çarpışıp içine düşmüşler! Acı gerçeği o zaman anlamışlar: üzerinden atlamaya çalıştıkları o şey, yarısına kadar dolu kocaman bir süt güğümü değil miymiş meğer!
Yorulana kadar giriştikleri denemelerin sonucunda başka bir gerçeği daha anlamışlar: Güğümün kenarları zıplayıp çıkmalarına imkân vermeyecek kadar yüksekmiş. Karakurbağa ümitsizlik içinde haykırmış:
“Mahvolduk! Buradan çıkmamız mümkün değil! Bu güğümün içinde ölüp gideceğiz.”
“O kadar kolay pes etme bakalım” diye karşılık vermiş Akkurbağa. “Çıkmadık candan ümit kesilmez. Kim bilir, hiç ummadığımız bir anda imdadımıza yardımsever bir el yetişir belki de.”
Karakurbağa acı bir kahkaha attıktan sonra şöyle demiş:
“Benim kurbağa Polyannam! Neler sayıklıyorsun sen? Bari böylesi bir haldeyken hayal görmekten vazgeç.”
“Ben hayal filan görmüyorum. Nasıl bilmiyorum, ama buradan kurtulacakmışız gibi bir his var içimde. Kendini koyuverme sakın!”
Ne yazık ki, Karakurbağa’nın ümitsizliği her geçen dakika bütün kalbini daha çok kaplamış ve ümitsizliği arttıkça bacaklarındaki güç ve kuvvet de azaldıkça azalmış. Ve en sonunda:
“Bacaklarımda derman kalmamış. Hakkını helal et kardeşim!” deyip sütte yüzmekten vazgeçmiş. Bir-iki dakika sonra da son nefesini vermiş...
Akkurbağa arkadaşının bu kadar kolay vazgeçip ölmesine çok üzülmüş, fakat ümidini hiç yitirmemiş. Sürekli şu şekilde yalvarmış Allah’a:
“Darda kalanların sesini ancak Sen duyar, onların imdadına ancak Sen koşarsın! Senin rahmet ve şefkatin süt güğümüne düşmüş zavallı bir kurbağaya da yetişir elbet! Kurtar beni Allahım!”
Akkurbağa bu şekilde yalvarırken, bir taraftan da sebebini bilmeden sütün içinde var gücüyle çırpınmış. Karanlıkta, yapayalnız, çaresiz, ama hiç ümitsizliğe düşmeden... çırpınmış, çırpınmış, çırpınmış.
Bu hal dakikalarca devam etmiş.
Bir ara arka tarafından ayağına birşey çarpmış. Dönüp baktığında bunun irice bir tereyağı topağı olduğunu görmüş. Oraya nereden geldiğini düşününce, bu tereyağının farkında olmadan kendi çırpınışlarıyla meydana geldiğini anlamış. Gözleri sevinçle parlamış, çünkü bu onun kurtuluş vesilesi olabilirmiş!
Azalmaya yüz tutan gücü, ummadığı kadar artmış. Bu defa niçin yaptığını bilerek bacaklarını yine çırpıp durmuş. Bir saat kadar sonra tere yağ topağı o kadar büyümüş ki, onun üstüne basıp zıpladığı gibi güğümün dışına atlamış ve ilk sözü şu olmuş:
“Rahmetinden ümidimi kestirmediğin ve imdadıma yetiştiğin için Sana şükürler olsun Allahım!”